Oldum olası evlilik merasimi, düğün, nişan, sünnet gibi aktiviteler içerisinde bulunmaktan rahatsızlık duymuşumdur.

Özellikle söz konusu olan evlilik olunca en fazla yıpranan iki kişi gelin ve damattır genelde. Çünkü karşıdaki aileyi henüz yeterince tanımayan -ve muhtemelen ömürlerinin kalan kısımlarında da yeterince tanıyamayacak olan ve buna rağmen birbirleri hakkında karşılıklı ön yargıları ve huysuzlukları olan- ailelerinin karşılıklı beklentilerini yerine getirmek ve makul sınırlar içerisinde gerçekleştirmeye çalışmak zorunda kalır evlenenler, bir takım anlaşmazlıklar, tatsızlıklar, inceden huzursuzluklar kaçınılmazdır..

Gelinlerin ve damatların sessiz sakin evlenmek yerine günler süren hazırlık eziyetine ve bir sürü tatsız sürprize neden katlandıklarını hiç bir zaman anlayamamışımdır. Daha öncesinde, yani evlenmeden önce, gelin ve damatların neden sadece beraber yaşamak yerine gelin ve damat olmayı tercih ettiklerini de anlayamıyordum. Fakat sonra anladım, bu yüzden kimseye evlendikleri için kızmıyorum artık. Sadece herkesin kafasında farklı şekilde canlandırdığı bir merasimin yükü altında ezileceklerini bile bile çoğunlukla ailelerden gelen düğün dernek beklentilerine hayır diyememelerini anlayamıyorum ve anlayamayacağım (anlama fırsatı bir kez ayağıma kadar geldi, onu da Düygü ile el ele verip teptik).

Her neyse. Dediğim gibi evlilik merasimleri içerisinde bulunmaktan haz almayan bir insanım. Fakat geçen hafta Cumartesi günü siyah bir ailenin düğününü fotoğraflama şansım vardı ve bir türlü yanına istediğim gibi yanaşamadığım siyah camianın içerisinde rahatça dolaşabilmeme ve onların kendi içlerindeki dinamikleri biraz daha anlayıp merakımı gidermeme olanak sağlayacak bu fırsatı geri çevirmek istemedim.

Öğrendiğime göre gelinin evi önünden kalkan bir konvoy yaklaşık 40Km. uzakta olan İkinci Baptist Kilisesi’ne gidilecek ve orada gerçekleşen evlilik merasiminin ardından geri dönülecek ve gelinin babasının evinde küçük bir parti verilecekti. Kilisedeki merasimin resmi başlama saatine 45, evden tahmini hareket saatine ise 15 dakika kala olay yerine varmıştım. Fakir ve Katrina yıkıntıları ile dolu olan sokakta bir Limuzin görünce bu kontrast New Orleans sıcağında içime bir serinlik zerk etti, üzerinize afiyet.

30 dakikadır dışarıda bekliyordum ve az önce içime zerk olan serinlikten eser kalmamıştı. Kilisede olunması gereken saate 15 dakika kalmış olmasına rağmen ortalıklarda kimse yoktu, gelin, sağdıçları ve gelinin babası hala evden çıkmamışlardı. Yetişemeyeceğimiz artık aşikardı. Aklıma Wal-Mart’ta, Burger King’de ya da bilimum “bir miktar daha hızlı hareket edilse hayatın çok daha çekilir hale geleceği” pozisyonlarda görev yapan siyahların yavaşlıkları ve umursamazlıkları geldi.. Büyük bir alışveriş merkezinde et reyonunun önündeki 10 kişilik sırada bekleyen bir müşteri olduğunuzu düşünün (tercihan işten geliyor ve en kısa zamanda eve ulaşmak istiyor olduğunuzu da düşünebilirsiniz), arka tarafta ise insanlara istedikleri etleri temin etmekle görevlendirilmiş iki görevlinin insanlara sırtlarını dönmüş, kendi aralarında gülmelerinden anlaşıldığı kadarı ile pek keyifli olan sohbetlerinin sizin tanıklık edebildiğiniz kadarı ile 5. dakikasını doldurduğunu ve sizin bu konuda sohbet etmekten sıkılmalarını beklemekten başka hiç bir şey yapamayacağınızı hayal edin. Biraz hayal ederseniz yapılacak en güzel şeyin aslında hiç bir şey yapmamak ve aslında bu olayı hayal etmemek olduğunu anlayabileceğinizi sanıyorum. Ben de saat 4:00’da kilisede başlayacak olan merasim için henüz yola bile çıkmamış olmamıza rağmen 4 dakika geç kalmış olduğumuz gerçeğini düşünmeyi bir kenara bırakmış ve Limuzin’in iri şöförü ile sohbet etmeye başlamıştım – ki Gelin çıkageldi.

Hemen yola çıkıldı. Hız sınırının saatte 95km olduğu otoyolda bu konvoyu gözden kaçırmamak için saatte 120-130km hıza kadar çıktığımı hatırlıyorum. Fırsattan istifade gördüğüm siyahların çoğunluğunun altlarında bir araba olduğunda ve otoyola çıktıklarında normalde çok sakin ve yavaş insanlar olduklarını unutuveriyor olduklarına dair geliştirdiğim hipotezimi pekiştiriyorum.

Kilometrelerce yol gittikten sonra 25 dakikalık gecikme ile vardığımız kiliseyi görünce biraz hayal kırıklığına uğruyorum. Amerikan filmlerinin yarattığı bilinçaltı bir yanılsama ile bir katedral yavrusu filan görmeyi beklerken koskoca İkinci Baptist Kilisesi’nin kendi meşrebinde bir bina olduğunu görmek çabuk kabul edilebilir cinsten bir hayal kırıklığı değil..

Öte yandan geri dönmek için çok geç. Kendi kendime “zaten istesem de dönüş yolunu kendi başıma bulamam” derken damat beyler Hummer bir cip ve arkadaşları ile teşrif ediyorlar. Damat solda duran kişi. Sağdaki ise gelinin kardeşi olan ve etkinlik boyunca benim orada oluşumdan duyduğu rahatsızlığı bakışları ile dile getiren bir arkadaşımız (benim ortalarda olmadığımı ve onu görmediğimi düşündüğü anlarda ise hemen saçının orasını burasını düzeltmeye çalıştığını görüyorum).

Aşağıdaki bey ise benim bu düğünde olmamı sağlayan, beni bu özel günlerine davet etmiş olan kişi: gelinin babası. Kucağındaki de gelinin ve damadın henüz evlenmeden önce sahip oldukları iki çocuktan, büyük olanı (çok sıradışı bakışlara sahip, etkileyici bir çocuk). Gelinin babası ve gelinin babasının babası ile aramız çok iyi. Çünkü orta yaşın üstündeki bu insanların çoğunun ön yargıları yok. Onlar, hem bir Türk’ün yıllar önce atalarına haksızlık eden beyazların soyu ile hiç bir ilgisi olmadığının farkında olacak kadar kültürlü, hem de hayatın gerçeklerini ve dinamiklerini özümsemiş, bunlarla belirli bir noktaya kadar barışık yaşamayı öğrenmiş insanlar. Gençler arasında ise, bir noktada artık onları hiç ilgilendirmeyen tarihi gerçekleri hayatlarının merkezine koyup kaynağı belli olmayan sentetik bir nefret ile yaşayan çok fazla siyah var (bir noktada onların bu yaptıklarını haklı çıkaracak şekilde yaşayan beyazlar olduğunu inkar etmek mümkün değil, fakat yine de ben geçmişte bu kadar acı çekmiş ve haksızlığa uğramış bir toplumun daha bilinçli ve amaçlı olmak gibi bir gayenin peşinden koşmayışını kabullenemiyorum).

Bu arada Gelin’in babasının genç gösterdiğine bakmayın. Kendisinin 9 çocuğu var. Yaşına ve en büyük çocuğuna bakınca ilk çocuğuna 17 yaşında sahip olduğu gibi bir hesap ortaya çıkıyor. Bu da Amerika’lılar ile ilgili beni en çok şaşırtan şeylerden birisi: “Çabuk evlen, çok çocuk yap”. Bu şaşkınlık da Amerika’lıların aslında bilinçli ve kültürlü bir toplum olduğu ön yargısından ve Türkiye’deyken filmlerden, dizilerden edinilen Amerikan özentiliğinden ileri geliyor. Halbuki Amerikan toplumunun bazı konularda Türk toplumundan pek de bir farkı yok. Amerika bir Avrupa ülkesi değil, arada bir bunu kendime hatırlatmak zorunda kalıyorum. Her neyse. Artık yakışıklı damadımız ve sağdıçları kilisenin içindeler.

Orada sorup soruşturarak öğrendiğim kadarı ile merasim gelinin babasının gelini damada teslim etmesi ile başlıyor. Damat içeride, pederin yanına geliyor ve sağdıçları ile beraber kilisedeki herkes sessizce beklemeye başlıyor. O sırada peder “gelini getirebilirsin” diye sesleniyor. Bir şeyler olmasını bekliyorum, fakat bir şey olduğu yok. Aradan “acaba bir şeyleri mi kaçırıyorum” diye kendi kendime sorduğum bir 3 dakikanın ardından kilisenin kapısı açılıyor ve baba, az sonra müstakbel kocasına teslim edeceği kızı ile beraber kapıda beliriyor, herkes ayağa kalkıyor; ben ise istediğim fotoğrafı çekebilmek için halâ yerdeyim.

Damadın gelini teslim almasının ardından beraberce Pederin önüne gidiyorlar ve merasim başlıyor. İncilden bir şeyler okunuyor, eşler birbirlerine sözler veriyor, yüzükler takılıyor, Peder bu beraberliği tanrının kendisine verdiği yetkiyi kullanarak kutsuyor.


Bunların ardından gelin ve damat Kilise’den dışarıya karı ve koca olarak çıkıyor, limuzinlerine atlayıp evlerindeki küçük partiye doğru yollanıyorlar.