Üniversitenin sabahlara kadar ders çalışır gibi yapıp aslında geyik yaparak geçirdiğimiz o güzel yıllarında güneş doğmazdan az evvel dışarıya fırlayıp fırından henüz çıkmakta olan poğaçalardan, böreklerden 3’er 5’er tane götürmek, vizeleri/finalleri de mide fesatı eşliğinde, suratlar on karış geçirmek bir ananemiz idi.

O zamanlar, doğmakta olan Güneş’in aydınlattığı ve poğaçalarımızı yerken seyrettiğimiz bomboş şehrin ve şehir mobilyalarının (binalar, kaldırımlar, direkler, ağaçlar, v.s.) o soğuk maviliğinin ardında insanların henüz uyanmamış, şehri ve mobilyalarını kullanmaya başlamamış olması olduğunu iddia ederdim. Güneş batarkenki o sıcak, cana yakın sarı/turunculuğun ardında ise elbette insanların işten çıkıyor olmaları sebebi ile azalmış olan stres, rahatlık ve eve dönüyor olmanın huzuru vardı.

Şehrin bu değişen halet-i ruhiyesinin iddia ettiğim şeylerle ilgisi olmadığını biliyordum ama bizce üniversite yılları anlamsız iddialar üretip sabahlara kadar ciddiyetle onları tartışmak içindi (bu tartışmalarımıza anlam veremeyenler üniversite sonrasında başlayan gerçek hayata en büyük hazırlığın aslında bu olduğunu anladıklarında ne yazık ki iş işten geçmişti).

Rengi aslında hiç değişmeyen bir cismin değişik ışık kaynaklarının altında değişik tonlara bürünmesinin ardında görünür ışığın bir niteliği olan “renk sıcaklığı” var aslında. Renk sıcaklığı gayet derin bir konu ve fotoğrafçılar, sinemacılar, yayıncılar filan için çok büyük önem arz ediyor (ayrıca sadece bu alanlar ile ilgilenenlerin değil görme yetisi olan her canlının bir miktar öğrenmekten keyif alabileceği de bir konu aynı zamanda). Renk sıcaklığı ışık kaynağına bağlı olarak değişen bir şey. Bir ışık kaynağının renk sıcaklığı onun kromatikliği ve o renge denk düşen kara cisim ışımasına sebep olan sıcaklığın bulunması ile belirleniyor. Karışık duyulsa da aslında lise fiziğinin yeteceği karmaşıklıkta şeyler. Bir girersem kolayca çıkamayacağımı bildiğim için araştırma işini meraklılarına bırakıyorum.

Dün renk sıcaklığının en tatlı olduğu saatlerde dışarıdaydım. Güneş’in tam batışı esnasında, renk sıcaklığı 4500 Kelvin dolaylarına düştüğünde New Orleans’ta her şey o kadar güzel görünüyor ki anlatmam mümkün değil. Normalde -bir Artvin aşığı olarak- etrafta dağ, tepe omadığında kendini huzursuz hisseden, dağsız, tepesiz yerlerde yaşamaktan keyif almayan bir insanım. Hatta New Orleans ile ilgili en büyük problemim de bu idi başta. Fakat Konya’nın bir kaç katı olan bir düzlüğün ortasında yer alan ve Güneş’in ufukta kaybolmadan önceki son ışınlarını bile yakalayan bir yerde yaşamanın da ayrı bir keyfi varmış, zamanla onu gördüm.

Dünden bir kaç fotoğrafa yer vereyim de bu kadar yazı boşa gitmesin, “resimlerine bakıp” gitmek isteyenler eli boş dönmesin (bu arada Barış Özyurt bana Türkiye’den “Uykusuz” göndermiş, sayesinde Uğur Gürsoy isimli dahinin “Fırat” isimli inanılmaz karakteri ile tanıştım, ikisine de teşekkür ediyorum buradan).

..

Bu arada aşağıdaki fotoğraf çok hoşuma gitti:

Yukarıdaki kadar karakterli olmasa da, klişe ve sıradan görünse de aşağıdaki fotoğrafı da beğendim. Arada kaldım, bilemedim cidden.