“Enkaz altında 9 saatimi geçirmiş olduğum, hayatımda tam anlamıyla köklü değişikliklerin başladığı tarih.. En azından benim hafızamda hep bu şekilde yer edecek.. Yıl 1999 henüz 15 yaşındayım.. Çocuk denilecek yaştayım.. Bilenler bilir Yalova’da aydın 4 sitesi vardır (Aydınkent’in yanında), tatil maksadıyla yazları kalıyorduk bu sitede..”

17 Ağustos’tan bir gün önce, yani 16 Ağustos 1999 tarihinde, ben ve aynı yaş grubumdaki gençler ile birlikte “ertesi gün Aydınkent ile maç yapalım, ya da olmadı Ceylankent ile yaparız” şeklinde planlar kuruyorduk.. Fakat bir sorunumuz vardı, en önemli adamımız, kalecimiz olan bir dostum yarın maça gelemeyeceğini, ailesinin yanına İstanbul’a gitmesi gerektiğini söyledi.. Bunun üzerine itirazlar yükseldi “o olmazsa yeniliriz, mutlaka oynaması lazım” şeklinde.. Kendisiyle uzun boylu konuştum, durumu anlattım. Kalması gerektiğini onsuz maça çıkamayacağımızı söyledim.. Kendisi de beni kıramayarak bir gün daha kalacağını söyledi, fakat şortu olmadığı için benden bir futbol şortu istedi.. Bunun üzerine ben de mavi bir futbol şortu verdim kendisine..

Saat 01:10.

Site dahilinde bir çardak, kamelya tarzı bir yerde takım olarak oturuyoruz, bir ses;

-Beyler benim içimde bir sıkıntı var.. Sanırım yarın biz bunları yenemeyeceğiz..

-Sıkma canını.. Yeneriz..

-Hadi gidelim beyler, geç oldu bizimkiler merak edecekler..

-Tamam yarın görüşürüz.. Bana bak iyi konsantre olun ha.

-İyi akşamlar beyler..

-İyi akşamlar..

Saat 03:02.

Büyük bir gurultu ile uyandım.. 15 yaşında çocuk olduğumdan ve daha önce deprem yaşamamış olduğumdan belki komik gelecek ama zemin katta olan evimizden içeri kamyon girdi ve duvarı yıktı sanmıştım.. Sanki diri diri gömülmüştüm.. Vücudumu kontrol ettim herhangi bir darp, yara var mı diye.. Yoktu burnum bile kanamamıştı.. Nefes alıp veriyordum ve her nefes alıp verdiğimde nefesimin tavana çarptıktan sonra yüzüme geldiğini hissediyordum.. Evet tavan burnumun yaklaşık 10cm üzerindeydi.. O esnada bana güven veren bir ses duydum, ses aynı odada kaldığım annemden geliyordu “oğlum deprem oldu, korkma sakın.. fakat kolumun üzerinde kolon var, başım da sıkışmış iki duvar arasına, sürünerek yanıma gelip sacımı çekebilir misin” diyordu.. Aman Allahım.. Bu nasıl bir felaketti.. Adeta diri diri gömülmüştük..

Saat 04:00 (avazım çıktığı kadar bağırıyorum).

Etraf zifiri karanlıktı.. Hani karanlık bir odada uzun bir süre kaldığınız zaman göz aşinalığı ile nesneleri görebilirsiniz ya.. İşte içeri herhangi bir şekilde ışık girmediğinden o karanlıkta öylece kalıyorsunuz.. Üst katlardan insanlar sizin tavanınıza yani üzerinize basarak geçip gidiyorlar.. Seslerini duyuyorsunuz.. Fakat ne acıdır ki onlar sizi duyamıyor.. Ses gitmiyor.. İşte o anda tek yapacağınız şey avazınız çıktığı kadar “İmdat.. yardım edin.. yok mu sesimi duyan” diye bağırmak oluyor..

Saat 07:00 (oksijen azalıyor).

Zaman ilerledikçe uykum geliyor, üzerime bir ağırlık çöküyor.. Eczacı olan annem odada karbondioksidin arttığını dolayısıyla oksijenimizin azaldığını söyledi.. Çok uykum geldi.. 15 yaşındaki düşüncem “acaba uyursam, ölümü hisseder miyim” şeklindeydi..

Saat 10:00 (balyoz sesleri).

Bağırmalar sonuç vermiyor.. Sesimi duyan yok.. Fakat ertesi gün maç yapacağımız arkadaşlarımızdan biri geliyor evin önüne.. İsmimi söylüyor.. Cevap veriyorum.. Ses dışarı çok zor iletiliyor, duvarlar sesi geçirmiyor.. Yardım çağırıyorum diyor arkadaşım zor bela duyduktan sonra sesimi.. Aradan 20 dakika geçtikten sonra balyoz ile tavan deliniyor.. Balyoz sesleri ise hala kulaklarım çınlamaktadır..

Saat 11:00 (gün ışığı).

Yaklaşık 1 saat süren balyoz ile tavanı delme işleminden sonra hayatımda hiç tanımadığım bir insan beni yukarı çekmek için elini uzatıyor.. Yardım uzatan eli tereddütsüz tutuyorum.. Beni çekiyor yukarıya doğru.. Gözlerimi açamıyorum.. Güneş yüzümü aydınlatıyor.. Aydınlığı hiç bu kadar çok özlediğimi hatırlamıyorum.. Enkaz altından çıktıktan sonra çıktığım yere bakıyorum ve öylece kalıyorum, üzerimde bir boxer’dan başka hiç bir şey yok, arkadaşlarımdan biri bir t-shirt uzatıyor, onu giyiyorum.. Çıktığımda apartmanın bahçesinde yatan bir beden görüyorum.. Üzeri gazete kağıtları ile örtülmüş fakat kağıtların bir kısmı uçuşmuş, tanımakta gecikmiyorum.. Karşı komşum, elinde büyüdüğüm Salih Amca’nın cansız bedeni yerde yatıyor..

Benden 2 saat sonrada annem çıkarılıyor.. Yaralı.. İlk müdahaleyi beyin cerrahı bir komşu yapıyor.. Kısıtlı imkanlarla zar zor bir ambulans bularak ambulanstaki 10 yaralıyla beraber Yalova’da stadyumda kurulan seyyar hastaneye gidiyoruz.. Ortalık toz duman, insanlar şuursuzca hareket ediyor.. O esnada bir helikopter geliyor.. “Aman Allahım bir bu eksikti..” diyorum..

Helikopterden inen kişi ise Bülent Ecevit.. Doktorlar başına toplanıyor Bülent Ecevit’in.. Askeri helikopter yaralıları ve annemi alıp havalanıyor.. Nereye götürdükleri hakkında ise en ufak bir fikrim dahi yok.. 15 yaşındayım.. Yer, iz bilmediğim bir yerde yalnız başıma kalıyorum.. Kalacak yerim, yiyecek yemeğim yok.. O esnada bana “sana yardım edebilirim” diyen bir kadın ile tanımadığım halde, çaresizlikten dolayı beraber gidiyorum.. 3 gün 3 gece, sahildeki ağaçların altında yatıyor, domates, soğan, salatalık ile karnımızı doyuruyoruz..

Postane’nin sokaklara seyyar telefon koyduklarını duyuyorum.. Babama, akrabalara telefon etmek icin hızla postaneye koşuyorum.. Fakat oda ne.. Bir kuyruk nereden baksan 1 km uzuyor, araya kaynayanlar oluyor, herkes gergin olduğundan kuyrukta sık sık kavgalar çıkıyor.. Çıplak ayaklarımla beklemeye koyuluyorum.. Saatler sonra sıra bana geliyor.. Lakin telefonlar İstanbul’dan uzağını arayamıyor.. Kahretsin.. Benim ise aramam gereken yer Amasya-Ankara.. Hemen İstanbul’dan arkadaşları arıyorum.. “Buradan düşmüyor, siz şu telefonları arayıp söyleyin” diyorum..

Bu telefondan 2 gün sonra babam çıkageliyor.. Zorda olsa annemi buluyoruz.. Helikopter Bursa Yüksek İhtisas Hastanesi’ne götürmüş..

Günler sonra babam ile beraber Aydın 4 Sahil Sitesi’ne gidiyoruz.. Maç için kalmasını istediğim arkadaşın annesi ve babası oradalar.. Arkadaşın öldüğünü anlamakta gecikmiyorum.. Bana doğru geliyorlar, “Oğlum.. Bir bakar mısın.. Biz ona benzettik, topraktan anlayamıyoruz, bedeni çok şişmiş acaba bu o mu” şeklinde soruyorlar..

Arkadaşın sadece bel kısmından belirli bir bölge olduğu için tanıyamıyorlar.. Ben ise 16 Ağustos 1999 günü ona verdiğim mavi futbol şortundan dolayı anında tanıyor ve beynimden vurulmuşa donuyorum.. Keşke ona kal diye ısrar etmeseydim.. Keşke git, uzaklara git deseydim.. Kal diyen dilimi kesmek istedim o anda..

17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden 7 yıl geçti.. Dile kolay tam 7 yıl.. Bu deprem kimilerini ilgilendirmeyebilir fakat beni çok ciddi bir şekilde alakadar eder.. Hayatımın dönüm noktasıdır.. Yaşayan, içinde olan çok daha iyi bilir bunu.. Dedim ya aradan 7 yıl geçer, Yalova’ya dönerim bir vesile ile, deprem anıtına gitmek isterim.. Anıta doğru yol alırken gördüğüm bir tabela tüylerimi diken diken eder.. Yalakalıktan kokuşmuş, çürümüş Yalova Belediyesi 17 Ağustos 1999 depreminde bir çok kişinin ölümüne sebebiyet veren müteahhit Cevdet Aydın’ın ismini bir parka vermiştir.. “Siluetini sevdiğimin Türkiye’si” der, yumruğumu sıkarak yürürüm.. Anıta ulaşırım.. Deprem anıtındaki binlerce isim arasında gözlerim yaşlı olarak bir zamanlar mavi futbol şortu verdiğim, kaleci arkadaşımın ismini arar dururum öylece..

Bu da benim hayatımda en azından benim hiç unutmayacağım bir anımdır..

Valla kime neyi hatırlatayım, neyi unutturmamaya çalışayım bilmiyorum ama ben hayatım boyunca unutmayacağım o mavi futbol şortunu ve geçirdiğim günleri..









  • Yukarıda yaşadıklarını kaleme alan kişinin adı Murat İnce, deprem felaketinin hayatta olan on binlerce tanığından birisi. Başından geçenleri yayınlamama müsaade ettiği için kendisine teşekkür ediyorum (ayrıca Murat İnce ile yapılan ve Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan bir röportaj da burada).

  • Fotoğraflardaki kişi sanatçı dostum Matthew Shilling. Matthew’a gidip “bundan 10 sene önce Türkiye’de böyle böyle oldu” dedim. Bu felaketin unutulmaya başlanmış olmasından ötürü duyduğum üzüntüden, önlemler alınması konusunda gösterilen kararsızlıktan bahsettim. Beni alıp Katrina Kasırgası sırasında yıkılan evlerin enkazlarına götürdü. Orada, halkın çıkarlarını şirketlerin çıkarlarının ardına koymayı bize öğreten ülkenin unutulmaya başlanan bir felaketinin kalıntıları içinde 17 Ağustos 1999’da hayatlarını kaybedenleri andık.
  • Depremin hemen ardından Yalova’ya gidip yardım çalışmalarında görev yapan Sets bu yazıyı okuduktan sonra unutmanın mümkün görünmediği anılarını kaleme almaya karar vermiş. Yazdığı yazı burada. İnsanın yüreği kaldırmıyor. Unutması gerekenlerin dün gibi hatırlayışına, hatırlamayıp önlem alması gerekenlerin umursamazlığına daha da çok içerliyor, daha da çaresiz hissediyor insan.

16 Ağustos 2011 itibarı ile gelen bir güncelleme:

  • Bu yazının üzerinden iki yıl geçmiş. İnsanın 2 yıl önceki kaygılarının hiçbirisinin giderilmediğini, kimsenin vurdumduymazlığından hiçbir şey kaybetmediğini görmesi gerçekten çok tatsız.