Her kayıt yenleme dönemi ayrı bir işkence benim için. Çünkü her kayıt yenileme esnasında aynı memura denk geliyorum ve her seferinde kendisi ile benzer, gergin diyaloglar yaşıyoruz. Kayıt yenileme işini böyle Internet üzerinden filan yapmanın yolu yok mu? Var. Ama ben olmadık antikalıkları olan bir şahıs olduğumdan kelli öylesini sevmiyorum. Hem heyecan oluyor gidip yüz yüze yapınca.

Kayıt ofisine her gittiğimde 5-10 kişilik bir sıra oluyor. Geçen hafta yine öyle. Sıraya girerken göz ucu ile benim memuru arıyorum. İşte orada kendisi. Gözlüğünün üstünden etrafını, önündeki monitörü, o sırada işlemini yapmakta olduğu öğrenciyi filan süzüyor. İnsanın eliyle itip yerine oturtasını getiren kalın çerçeveli kahverengi gözlükleri hıyar burnunun ucuna kadar inmiş. Orta yaşlarını devirmiş, mavi gözlü, bıyıklı, sabah tıraşını olup da gelmiş, Atatürk kaşlı bir amca kendisi. Üzerine vazife olmayan hangi konuda düşüncelerini dile getirse, hangi mevzu üzerine birilerine akıl verse türünden bir huzursuzluk hakim yüzüne. Türkiye’de olsa toplum amca olacakmış, Amerika’da kayıt memuru yapmışlar. Biraz daha sabret memur amca. Sıra bana gelmek üzere.

Bana 2-3 kişi kala küçük bir hesap yapıyorum. Hakikaten gene bu adama denk geleceğim gibi görünüyor. Belki diğer memurlardan birisi işini daha önce bitirir ya da memur amca geç kalır filan diye ümitleniyorum ama nafile. “Sıradaki” diyor ve karşısına geçiyorum.

– Nasıl yardımcı olabilirim? (başta böyle nazik başlıyoruz, hep aynı muhabbet).

– Yaz dönemi kaydımı yenileyecektim. Doktora öğrencisiyim. Öğrenci numaram bilmemkaç.

– Hemen bilgisayardan kontrol edelim.

Odun parmakları son derece yavaş bir şekilde klavyenin bir tuşundan diğerine atlıyor. Yaşlı yavaşlığı değil bu ama. Başka bir miskinlik. Onun bu yavaşlığını izlerken az sonra başıma gelecekleri bırakıp klavye için üzülmeye filan başlayacağım neredeyse. Klavyeler sevmez tembel parmakları. Neye basacaksan bas, devam et arkadaşım. Narin dokunuşların şeysileridirler klavyeler. Parmak gidip bir tuş üzerinde bekliyor, bekliyor, sonra bastırıyor, sonra diğerine gidiyor, bekliyor, bekliyor. Parmakların bastığı tuş üzerinde yazan harf şeklinde inliyor sanki. İkiiiiiiiieeee. Beeeeaaaaşşş. Dohhuuuuuuuuuz. Bütün hadise baştan sona içler acısı. Elimi uzatıp gözlüğü düzeltesim geliyor. Efendi ol Meren. Bari klavyeyi kendime çevirip girivereyim numaramı? Şşş ama. Döööğğğrrrtttt. Enteeeeeeeeerrrrr.

– Eveeet. Yaz dönemi kaydı için borcun bilmemkaçbin dolar (evet, başlıyoruz).

– Anlıyorum. Bunun tamamını ödemeyeceğim. Bu meblağı hangi kalemler oluşturuyor görmek için listenin bir çıktısını alabilir miyim?

– Hepsini ödemeyecek misin? Kaç parasını ödeyeceksen o kadarını söyle o zaman, hıh, işe bak (kollarını iki yana bırakıp destek istercesine yandaki memura bakıyor (yandaki memurdan tık yok)).

– Hepsini ödemeyeceğim, fakat ne kadarını ödeyeceğimi bilmek için listeyi görmeliyim (durumun saçmalığının farkında olan tek kişi ben miyim ümidi ile yanımdaki öğrenciye bakıyorum (yandaki öğrenciden tık yok (herkes işinde gücünde, böyle saçmalıklarla uğraşan tek kişi benim))).

– Bana tam ücret söyle. Ne kadarını ödeyeceksen o kadarını öde. Bana ne. Senin problemin.

– Tamam. Mesela harç ücreti ödemeyeceğim. Fakat başka neleri ödemeyeceğimi bilmiyorum, çünkü listede neler olduğunu bilmiyorum.

– Harç ücreti ödemeyeceksin?

– Ödemeyeceğim.

– O nasıl oluyormuş öyle? (sanki benim bilmediğim bir şeyi biliyormuş gibi küçümseyici bir gülümseme, az sonra “ama şu zamana kadar harcını ödemezsen kaydın iptal olur bak” diyecek kesin).

– Şöyle oluyor, ben harcımı ödemiyorum, sadece ders ücretlerini, teknoloji aidatını filan ödüyorum, harcı başkaları daha sonra benim yerime ödüyor, burslu öğrenciyim ben.

– Ama şu zamana kadar harcını ödemezsen kaydın iptal olur bak (bak işte, ben malımı bilmez miyim).

– Teşekkürler, biliyorum.

– Biliyorsun ama harcı ödemiyorsun yine de?

– Evet. Bilmeme rağmen ödemiyorum. Bana akıl vermeyi bırakıp kendi işine bakabilir misin lütfen?

– Eh. İşime bakmamı istiyorsan söyle bakalım ne kadar ödeyeceksin o zaman?

– Eğer listeyi görürsem söyleyeceğim ne kadar ödeyeceğimi (benim şalterler yavaş yavaş atmaya başlarlar).

– Yani? (ver coşkuyu).

– “Yani” mi? … Bak. Şu anda bakmakta olduğun ekranın bir yerlerinde bir “yazdır” düğmesi olduğunu tahmin ediyorum. Fare imlecini o düğmenin üzerine getirip tıklayacaksın. Bu işlem çok büyük ihtimalle yazıcıdan bir kağıt çıkmasına sebep olacak. Çıkan kağıdı alıp bana vereceksin. Ben de o kağıda baktıktan sonra sana ne kadar ödeyeceğimi söyleyeceğim. Şimdi şu lanet çıktıyı alabilir miyim?

– İyi. Tamam…

İyi. Tamam“. Bunu başta söylese hiç gerilmeyeceğiz. Bunun yerine “hayır” dese, başına öyle bir iş açacağım ki seneye beni gördüğünde tüm yaşananlar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçecek. Fakat kimi insanları hep böyle orta şiddetli saçmalıklar buluyor. Bir hiç uğruna gerim gerim gerilirsin. “İnceldiği yerden kopsun” dersin, ama kopmaz bir türlü. Don lastiği gibi inceldiği yerden bakar sana böyle. Tüm yollar tutulmuştur. Tam sen haklı olacakken “tamam tamam, hadi tosunun istediği gibi olsun” derler. Kahramanmaraş dondurmacısı işkencesi, çekirdekli mandalina filan gibi böyle. Katlanılamaz hale gelmez bir türlü. Bu kadar sinir harbinin ardından o tosun başta istediği şeyden vazgeçmiş, senin kafanı kırmak istiyor bey amca. Erkeksen bırak da kopsun artık kopacağı yerden. Yok ama. Olmaz. İnsanlık onlarda kalsındır: “İyi. Tamam“.

Hmm” dedim o gün kayıt ofisinden çıkarken. “Problemin bir kısmının da bende olsa gerek“. Gurur duydum kendimle bunu dedikten sonra. “Merhaba. Adım Meren (oturanlar hep bir ağızdan: ‘merhaba meren’). Problemin bir kısmı da bende” (salondan alkışlar, tezahürat). Bir kısmı bende, ama hangi kısmı acaba. İşte bütün mesele bunu bulmak. “Yüzleşmek başarmanın yarısı meren“. Nah, çok afedersin. Yarısıymış. Ama deneyeceğim yine de: Ne olabilir? Belki fazla sert görünüyorum dışarıdan? Belki insanlar beni gereğinden fazla ciddiye alıyorlar. Belki bir şekilde tehdit altında filan hissediyorlar, bu yüzden de yapmayacakları saçmalıkları yapmalarına sebep oluyorum (oha, iyi ki suçu biraz da kendinde ara dedik). Belki de bundan sonra insanlara karşı biraz daha yumuşak, biraz daha sıcak olmayı denemeliyim. “Hah, denemek başarmanın yarısı derler“. Sana da nah. Karar verin öyle gelin. “Ama karar vermek başarmanın yarısı“. Bak.

Orijinal hipotez: Orta şiddetli saçmalıkların sebebi insanlara olan davranışlarımız.

***

Kafamdan bütün bunlar geçerken birkaç gün önce kaybettiğim öğrenci kimliğini yeniden çıkarmak için kampüsün diğer ucundaki bir binaya doğru gidiyorum. Geçen sene kimliğimi çıkarırken çok güzel bir hatun kişi vardı. Fakat değişmiş. Şimdi ellili yaşlarında, görmezden gelinemeyecek kadar şaşı, şişmanca bir ablamız var yerinde. Bundan iyi fırsat mı olur. Sıcak davranıyoruz, sevecen oluyoruz. Sosyal bir deney bu.

– Merhaba :)

– Merhaba. Nasıl yardımcı olabilirim?

– Öğrenci kimliğimi kaybettim, yenisini çıkarmak istiyordum. Öğrenci numaram bilmemkaç.

– (bilgisayar monitörüne bakarak) Hmm. Geçen sene almışsın. Saçlar da epey değişmiş :)

– Evet, öyle oldu :) (hiç zorlamıyorsun Meren. hani deneyecektin? tamam be, aaa).

– Kameranın karşısına geçer misin.

– Tabi. Normalde de fotoğraf çekiyor musun? (3 puanlık bir basket denemesi)

– Bi’ saniye konuşmazsak. Çekiyor da (potaya bile değmeyen top ikinci kat balkonuna kaçıyor, Behsat amcalar tatilde, oyun fiilen sona erdi).

– ..

– Tamamdır. Ne diyordun? (aha!)

– Ah, normalde de fotoğraf çekiyor musun diyordum :)

– Çekiyorum, çok severim fotoğrafı. Bu arada öğrenci yurtlarında mı kalıyorsun?

– Hayır. Şehir merkezinde oturuyorum. Sen? (fotoğraf olayından devam etmek dururken nerede oturuyorsun muhabbetine giren kazma Meren kişisi)

– Ben gölün karşısındayım. “Öğrenci yurtlarında kalmıyor” (bilgisayarda bir şeyler yazmakta).

– Her gün git-gel çok yorucu olsa gerek.

– Alıştım artık. İnsan her şey alışıyor Myürat :) Myürat diye okunuyordu değil mi?

– İnsanlar Meren diyorlar. M-e-r-e-n. Ama fark etmez, insan her şeye alışıyor ;)

– Kikirt.

– (annem yaşındaki kadını da güldürdüm ya .. bak işte sıcak davranınca nasıl da işler yolunda gidiyor, çok aferim bana, çok güzel oldu, çok da iyi güzel oldu, böyle devam, merhaba güzel toplum, elveda saçmalıklar).

– Bu arada yemek planın var mıydı Merağn?

– !!! (Başımdan aşağıya kaynar sular dökül. Yemek planı mı? Nereden çıktı bu şimdi? :( Saat de öğle yemeği saati. Ama ben aç değilim ki. Zaten aç olmakla ne ilgisi var, bu teyze ile yemek istemiyorum arkadaşım. Teyzedeki de cesaret (taktire şayan), belki de yemeliyim. Yok ama, suç bende, bu kadar sıcak davranırsam olacağı bu işte :((( Yanlış anladı kadıncağız. Hay allah. Hayır diyemem ki şimdi ben. Subway açık olsaydı oradan sandviç yerdik. Şimdi kampüs dışında bir yere gitmemiz gerekecek. Ya böyle pahalı  bir yere gitmek isterse? :( Ya gittiğimiz yerde ayağı ile masanın altından bacağıma dokunursa? :((( Yok. Olmadı Meren. Nazik bir şekilde “hayır” diyeceksin. Yumuşaklık, sıcaklık olayı sana bir beden büyük geldi. Çok nazik bir biçimde geri çevireceksin. Yahu nasıl çevireceğim çok nazik bir şekilde geri? Ne denir ki? “Ee hayır. Yemek planım yok .. yani var ama seninle yok”. “Sen harika bir insansın, problem bende Mercedes, lütfen beni anla”. Allahım başıma açtığım işe bak. “Amerika, öğrenci kimliği çıkartmaya giden öğrenciyi yemekle kandırmaya çalışan memuru konuşuyor!”. “Olay kadın konuştu: Hiç niyetim yoktu, öğrencinin kendisi kuyruk salladı”… Önce cehennemden çıkan kayıt memuru, şimdi de kimlik kartı basan şaşman teyze. Olmadı. Hiç olmadı. Meren! Kendine gel. Centilmence bir yanıt vermek zorundasın. Tamam. Bu soruyu sorduğuna göre her şeyi göze almış demektir. Nereden baksan içinden “fifti fifti” demiştir. Onun hayal kırıklığına uğrayacağını düşünerek ona haksızlık etmemeliyim. Aptal olma. Tamam. Olmuyorum. Yavaştan başlayayım, devamı gelir. “Yemek planım yok ama evliyim” filan diyeyim mesela. Aptal olma dedik adam ne diyor yahu) Eee, hayır, aslında yemek planım yoktu, faka-

– Tamam. Kimlik kartını “okuldan yemek planı yoktur” şeklinde işaretliyorum.

– !!! (Yaz kızım. “Yerin yarılmasına”, virgül, “sanık A. Meren Urat’ın yarılan yerden içeri girmesine” … ).

Orta şiddetli saçmalıkların oluşması sürecinin insanlara nasıl davrandığımızla ilgisi yokmuş meğer. Her ay yenilenen 9 canımızdan birisini daha kaybediyor ve bu saçmalıktan da bunu öğreniyoruz.

Öyle olsun.

Güncel hipotez: Orta şiddetli saçmalıkların sebebi insan ilişkileri (nasıl davrandığımızın önemi yok, bırakıyorsun, o kendi düşüyor).

***

Bu olaylardan birkaç gün sonra Katrina Kasırgası’nın ardından zarar gören ve bir türlü tamir edilmeyen evleri gönüllü bir şekilde tamir eden bir ekibin tamirat yaptığı yerlerde fotoğraflarını çekmek için New Orleans’ı arşınlıyorum. Elimde birbirinden yirmişer kilometre uzaklıkta olan üç mekânın adresi, hepsini ziyaret edip fotoğraflamak için ise 3 saatim var. Tam da böyle zor koşulların adamıyımdır. Çok severim.

İlk mekâna gittiğimde gönüllüler öğle yemeği yiyorlardı. Biraz oyalandım onlarla, sohbet ettik. Neler döndüğünü biraz daha iyi anladım filan. Fotoğraflarını çektikten sonra GPS’e ikinci adresi girdim. İkinci ev daha bir derli toplu idi. Alçı/sıva noktasına gelmişti. Önceki ekipten aldığım cevapları da kullanarak oradaki ekibe zekice sorular sordum. Çünkü çok çakal bir insandım. İkinci evle de işim bittiğinde artık gecikiyordum. GPS’e aceleyle üçüncü evin adresini girdim. GPS en uygun rotayı önerdiği için şehrin hiç bilmediğim yerlerine götürebiliyor beni. O gün de öyle oldu. Bir de baktım ki çok acayip bir yerden Mississippi Nehri’ni geçmem için feribot iskelesine getirmiş beni. Öyle bir iskele olduğunu bile bilmiyordum. Yan tarafta da kocaman bir LPG rafinerisi var. Feribota bindikten sonra arabadan indim. Eve gidince Duygu’ya göstermek için rafinerinin bir fotoğrafını çekeceğim. Makinenin üzerine 24-70mm f/2.8 lensim var. En narin, başına bir iş gelme olasılığı en yüksek lensim. Makineyi doğrultup basıverdim deklanşöre.

Fotoğrafa bakar bakmaz köşelerdeki karaltıları görüp irkildim. Vizörden bir daha baktım, gerçekten oradalar. Sanki fotoğraflarda da, vizörde de gördüğüm bu karaltılar bir fotoğraf daha çekersem gidecekmiş gibi son derece naif bir şekilde bir fotoğraf daha çektim.

Haliyle karaltıların bir yere gittiği yoktu (o kadar pozitivist bir insanımdır ki gitselerdi daha çok üzülebilirdim, o ayrı).

Kimi zaman soğuk yerlerde uzun süre kaldıktan sonra lensi nemli ve sıcak bir yere çıkarınca ön cam buğulanabiliyor. Son derece sıkıcı bir hadise de olsa 1-2 dakika içerisinde geçiyor bu buğu. Buğulanmıştır belki (dışımdan demiş bile olabilirim bunu). Bir ümitle ön cama bak, hiçbir şey yok. İşte o zaman çok kork. Hemen arabaya dön.

Peki acaba arka mercek buğulanmış olabilir miydi? Olamazdı. Ama yine de çıkarıp baktım. Tertemiz. Ön cam ve arka cam buğulanmamış ise acaba ara bileşenler buğulanmış olabilir miydi? Yani lensin içine nemli hava mı girmişti?! Nasıl olabilirdi. Olamazdı. Zaten lensin içindeki her şey de gayet temiz görünüyordu. Acaba fotoğraf makinesinin sensöründe elektronik bir problem mi baş göstermişti? Olur olurdu. Hemen 24-70’i çıkarıp 50mm’yi taktım. Vizörden bak. Tertemiz. Çıkırt. Fotoğraf da tertemiz. Makinede problem yok. Ama sevinecek bir şey de yok çünkü artık problemin 24-70’te olduğu garanti. Bir gün sonra düğün var, bu lens olmadan çekmem mümkün değil. Hadi birinden kiralık bulurum. Peki ya sonra ne olacak. E, garantisi var. İyi de garantiye gönder, bekle bekle, geri gelsin, bu kadar vakit kaybı, ne gerek vardı bütün bunlara. Hepsi o gönüllülerin suçu. Gitmeseydim bunlar olmayacaktı. Gitmek demişken hemen önceki fotoğraflara bakıyorum. Hepsi tertemiz. Arabadan indikten sonra çektiğim fotoğrafların ise hepsi böyle. Lost’taki Jack gibiyim. Bir sürü saçmalığın ortasında mantıklı olmaya çalışıyorum. Birileri yazarken bunların yanıtını filan da düşünmüştür herhalde diyerek kendimi avutmaya çalışıyorum. Ama nafile. Çok üzgünüm. Fotoğrafı filan bırakmak üzereyim. “Durduk yerde en sevdiği lensi bozulan Meren beklenmedik bir karar ile fotoğraf severleri üzdü“. Üzülün tabi. Lensim bozulurken neredeydiniz? Hepiniz iyi gün dostusunuz. İnsan bir düşmeye görsün. Hepiniz sırtınızı döndünüz bana. Bunu bekliyormuşsunuz meğer. Bir insanla meyhaneye gitmeden, seyahate çıkmadan, kumar oynamadan tanıdım demeyeceksin. Anneannem derdi bunu. Haklıymış rahmetli. Peki neden bozuldu şimdi bu lens anneanneciğim? Sessizlik. Hiçbirinizden hayır yok be. Heyhat! Beni buna siz mecbur ettiniz! Çok fena halde bir küsüşe hazır olun!

Derken problemin nerede olduğunu fark ettim. Meğersem parasoley (şu fotoğrafta lensin önüne takılı kocaman siyah şey), yerinde biraz dönmüş. Hafifçe çevirip çıkırt diye yerine oturtunca o siyahlıklar bir anda gitti. İnsanlık Nikon mühendislerinde kaldı, bana ise 5 dakikalık yoğun sinir harbinin ganimetleri. Ağız tadıyla küstürmüyorlar bile. Orta şiddetli saçmalık işte.

Güncellenmiş hipotez: Orta şiddetli saçmalıklar bireysel hadiseler. Yaşanmaları için başkaları ile iletişim bir ön koşul değil.

E o zaman hiç ümitlenmeyelim yani.

Ümitlenecek bir şey yok. Birlik olmak lazım.