Günlüğü takip edenlerin önceki yazılardan (mesela Petrol Sızıntısı Monologları gibi) az çok tanıdığı sevgili profesör Mike kişisi, daha önceki denemelerimin hüsran ile sonuçlanmasına aldırmadan bu geçtiğimiz Cumartesi günü yine benimle balığa gitmeyi önerdi.

Tamam” dedim ben de. Çünkü ben neanderthal atalarını gururlandırmak adına balık tutmak, tuttuğu balığı yemek isteyen bir insanım. Hayatta hep böyle basit hedeflerim vardır.

Sonra Mike’tan şöyle bir mail geldi:

Eğer senin için de mahsuru yoksa sabah 5’te gelip alıyorum seni, aeo, çav” filan diyor (“balıkları uykularında yakalayacağız demek” diye düşünmedim değil).

Saat 4:45’te dışarıda Mike’ın beni evin önünden alması için bekliyordum. Hava filan karanlık.

Sakinlerinin büyük çoğunluğu uyumakta olan şehrin sesini dinlemek için evin önündeki merdivenlere oturdum (kabız yazar klişelerini kullanmaktan da hiç çekinmem; ‘uyumakta olan şehrin sesi’ filan). Neyse. Koca bir çöp kamyonu önümde durup dakikalarca çevredeki çöp bidonları ile uğraşınca yazar klişeleri olamadı tabi pek. Çöpçüleri, çöplerini temizledikleri insanları, o çöplerin nereden gelip nereye gittiğini, biyoenerji dönüşümünü, Güneş’i filan düşündüm ben de.

Mike biraz gecikti. Sorun değildi. Şurada bir yere gittiğimiz için yol zaten bir saat civarında sürüyordu, 5-10 dakikanın lafı olmazdı (haritada “zoom out” yaparsanız New Orleans’a nasıl bir uzaklıkta olduğunu kestirebilirsiniz).

Vardığımızda hava aydınlanmıştı. Ama sabah saatlerinin soğuk renk sıcaklıkları hakimdi hâlâ ortama. Kanolarımızı suya indirdik, başladık kürek çekmeye. Her gittiğimizde birkaç kilometre kürek çekiyoruz. Öyle sandalyede oturayım, bira-mira içerken balık tutayım yok. Zaten tutmaya çalışacağımız balık da Red Fish denen, Kuzey Amerika taraflarında bolca bulunan lezzetli bir balık ve bataklıkta oturduğun yerden tutulmuyor(muş), balığın avlanma örüntülerini ve davranışını takip edip onu usulca kovalamak, sonra yemi ilgisini çekecek şekilde önüne atıp çekmek filan gerekiyor(muş).

Kanoları suya indirdikten sonra Mike önden önden gidiyor. Ben de arkadan usul usul takip ediyorum.

Mike balık tutma seremonisine aşık bir insan olduğu için kendisi ile balığa gitmek beni biraz geriyor aslında. Ben kâh yavaş geliyorum, kâh yoruluyorum filan, ya da börtü böceğe dalıyorum, fotoğraf çekiyorum; balık tutmayı beceremediğim için motivasyonum ve heyecanım da biraz sönük oluyor. Bu da Mike’ın mütemadiyen bir gözünün arkasında kalmasına sebep oluyor. Ayağına bağ olduğumu hissetmek beni çok korkutuyor, çünkü bu muhtemelen adamcağızın keyfinin içine ediyor, vesaire.

O gün en son yine bir yerde durmuş benim yetişmemi beklediğini görünce kendisine “bak, sen keyfine bak, sonra birbirimizi buluruz nasılsa” dedim ve kendi başına gitmeye ikna ettim.

O da herhalde bunu bekliyormuş. Otların diğer tarafına geçince bir gitti, pir gitti. Uzun bir süre kendisinden haber alamadık.

Böyle ayakta sürüyor bu arada Mike kanoyu. Balıkları görmeye çalışıyor. Oltasını balığı suyun içinde gördüğünde atıyor, filan. Fly fishing denen bir yöntemle balık tuttuğu için öyle bir şey denk gelene kadar atayım çekeyim olmuyor. Zaten yem de yok ucunda oltanın. Kendisinin bakır tel, kuş tüyü filan kullanarak dizayn ettiği -ve içinde bir kanca saklı olan- böcek imitasyonları var. Ben bu fly fishing hadisesini ilk kez Mike’tan öğrendim, sonra da A River Runs Through It isimli filmde delisi olanların bu mevzuya dair motivasyonlarını birazcık anladım (Türkçe’si sinek oltacılığı sanırım, fakat eli yüzü düzgün bir kaynak bulamadım).

Mike kim bilir nerelerde iken, bende vaziyet üzüntü ve muz kabuğu.

Ne yapmam gerektiğini bilmediğim için olta kanonun üstünde duruyor. Bir oraya bir buraya amaçsızca kürek çekiyorum.

Hoş vahşi hayatla karşılaşmıyor değilim (bkz: aşağıdaki fotoğraf). Arada bir uzakta yunusların suyun üstüne çıktığını görüyor, seslerini duyuyorum filan. Bu bağlamda keyfim de yerinde aslında, sırf orada olmak bile huzurlu ve keyif verici. Fakat balık olayı çok koyuyor. Matematik, tirgonometri, notasyon filan bilmeyen bir çocukmuşum da birisi elime kağıt kalem vermiş, “hadi sinüs fonksiyonunu Taylor serisine aç bakalım” demiş gibi. Olta bana bakıyor, ben oltaya bakıyorum. Balıklar bana bakıyor, ben onları göremiyorum, vesaire.

Yine de arada bir rasgele atıyordum oltamı suya. Hiçbir şey olmuyordu tabi. Su derinliği bir metre dolaylarında olduğu için ot mot filan yakalıyordum işte (zaten sonra öğrendim ki Red Fish denen balık öyle nadiren, rasgele olta atma ile tutulan bir arkadaş değilmiş, plan yapmak, balıkla senkron olmak gerekiyormuş).

Bu arada arkadaki bulutlara bakıp “önce yağmur yağar mı acaba” diye düşünmüş, sonra da ukala ukala “yok be … onlar buraya nah gelir” demiştim.

Böyle büyük konuşup ondan sonra da madara olmak bir spor olsa idi beni bu alandaki başarılarımla tanıyor olabilirdiniz. Gelmez dediğim bulutlar geldi. Hem de kahveden topladıkları öbür bulutlarla beraber…

Bende vaziyet aynı. Hâlâ üzüntü ve muz kabuğu. O noktada Mike’ı bulmaya karar verdim.

On dakika sonra buldum, yağmura aldırmadan balık tutuyordu.

Mike’ı dikkatle izlemeye koyuldum. Meğer bu işin sırrına mazhar olmak için evvela balık tutma olayının doğasını anlamam gerekiyormuştu. Eh dedim, anlayalım bakalım doğasını (deneyeyim yani en azından, benim doğamdan ne kadar farklı olabilirdi ki). Arkasından sessiz sessiz takip ettim Mike’ı. Onu izlerken anlatmam henüz mümkün olmayan, fakat çok tanıdık gelen bir şeyleri idrak ettiğimi hissettim.

Hatta ben tam anladığımı filan hissederek aydınlanırken Mike gözümün önünde bir balık yakalamayı başardı. O anda Matrix’te kendisine dövüş sanatları uygulamaları yüklenen Neo’nun kendine geldiğinde “I know jiu jitsu” demesi gibi -ve tabi bana daha yakışır bir biçimde- “hacı bu iş tamam yea” dedim. Artık ben balık tutmayı biliyordum (teorik olarak).

Yukarıdaki fotoğraftan sonra saatlerce kendi başıma bu işi kıvırmaya çalıştım (pratik denemeler yaparak).

Yaklaşık iki saat sonra ilk balığımı yakaladım. Fakat o kadar heyecanlandım ki balığı kanoya kadar çekemedim. O beni bir 20 metre kadar çekti, sonra da kurtulup gitti. Mike uzaktan olayı heyecanlı şekilde izleyip, kaçırdığımı görünce de yanıma gelip bana balık ile nasıl savaşmam gerektiğini öğretti (içimden “e ben şiddet karşıtıyım ama” derken dışımdan kafa salladım). Balık tutmayı o kadar seviyor ki, bir insanın hayatında ilk kez balık tuttuğu ana şahit olmak onun için çok heyecan verici bir hadise idi. Tokalaştık :)

Meğer balığı tuttuktan sonra onu yola getirme mevzusunun özü sandığımdan da acıklı imiş.

Kanca balığa takıldığı zaman sakin olmalıymışım. Balık durumu ilk fark ettiğinde çok ciddi bir tepki gösterirmiş. Hemen ipi salıp ilk heyecanı geçene kadar istediği yöne gitmesine müsaade etmeliymişim. Sonra biraz durulunca ipin boşluğunu almalı, istediği yöne gidemediğini yeniden keşfettiğinde yaşadığı heyecanı da mazur görüp ipi ilki kadar olmasa da rahat bırakmalıymışım. Bunu defalarca yapmalı, balığın artık yorgunluktan bitap düşüp kaderine olan yenilgisini kabul etmesini, suyun içinde bununla yüzleşmesini, artık savaşmayı bırakacak hale kendi kendine gelmesini sağlamalıymışım. Bu zor anında balığı rahat bırakmalı, onu bütün gücümle kanoya çekmeye çalışmamalıymışım. Balığın içinde bulunduğu bu korkunç duruma alışmasını, onu bir anlamda kabul etmesini sabırla beklemeli, fazla üstüne gidip isyan ettirmemeli, ama taviz de vermemeliymişim.

Ne taviz vereceksin, ne isyan ettireceksin.

Aynen dünyanın her yerinde devletlerin, bünyelerindeki azınlıklarına yaptığı gibi yani.

Açık konuşmak gerekirse dostlar, bunu ne kadar içgüdüsel bir şekilde yapabildiğimi görünce çok şaşırdım. Aşağıdaki arkadaş uzun sayılabilecek bir mücadelenin ardından kanonun yanından yüzcek noktaya getirdiğim bir  redfish. Bu aynı zamanda, Çanakkale’deki arkadaşlarımın boğazın kenarında “al bi de sen tut” diyerek elime tutuşturdukları oltaları saymazsak, bu dünya üzerinde tuttuğum ilk balık:

Bir canlının davranış şeklini öğrendikten sonra onu avlamanın ne kadar kolay olduğunu, bu işin başta bir türlü aklımın ermediği matematik notasyonunun ne olduğunu keşfedişimin ardından her şeyin ne kadar içgüdüsel bir şekilde ilerlediğine kendim de şaşırdım (üzüldüm de biraz sanırım). Aşağıdaki de yakaladığım ikinci balık. Mike “makineni ver de bir fotoğrafını çekeyim” dedi. Eh dedim.

Gün boyunca 3 balık tuttum.

İkincisini yakalar yakalamaz serbest bıraktım.

İlk yakaladığım balık, hiçbir mücadelenin boşa olmadığını gösterircesine son anda kanonun yanına bağladığım ipten kurtulup kaçmayı başardı. Baştaki mağlubiyetine rağmen sırf kurtulmayı unutmadığı için özgürlüğünü resmen söke söke aldı. Bu müthiş olay sonucunda balık karşısında küçüldüm. Kaçmayı başardığı için neredeyse sevindim. Herkes için hep umut vardı.

Bir benzerini de Türkiye basketbol takımı başardı dün. Hiçbir mücadelenin boşa olmadığını bir de onlardan gördüm. Son on dakikasına kadar büyük bir stres ile gelip, “bu iş bitti, kaybettiler” derken, “bari artık oynamayın da eve gidelim, size de yazık, kabul edin artık” derken, maçın son on dakikasında kalbim duracaktı resmen. Mücadele, mücadele, mücadele. “Mücadelenin önemini bu yaşta mı öğrendin” diyebilirsiniz tabi. Öğrenmek değil de, hatırlamak bu daha çok.

Eve eli boş dönmeyecektim. Yoksa bu başta hedeflediğim deneyim gerçekleşmeyecekti. Ben bir balık tutacak, eve götürecek, temizleyecek, pişirecek ve yiyecektim. 20. yüzyıl teknolojisi ile üretilmiş olan bir olta ile, bir kano üzerinde, işlenmiş petrol yakan bir araç vasıtası ile ulaştığım bir yerde balık avlayarak ne kadar hayvan gibi hissedebilirsem o kadar hayvan gibi hissetmek istiyordum. Dolayısıyla aşağıdaki 80 santimetrelik balık diğerlerinin aksine hayata gözlerini yumuyor ve benimle beraber eve geliyordu:

Kimse bana balık temizlemenin bu kadar zor olduğunu söylememişti tabi. YouTube’de insanların iki dakikada bitirdiği işi 30 dakikada ancak bitirdim (dikkat, kanlı fotoğraf). Bir 30 dakika da mutfağı temizlemek sürdü.

Fakat değdi. İlk kez yaptığım için bir sürü et boşa gitse de, dirseğimden bileğime kadar iki adet fileto çıkarmayı başardım.

Sonra da Çinli ev arkadaşımdan aldığım tüyoları kendi doğaçlama yeteneğimle birleştirip pişirdim (filetoları yemek şarabında tuz ile terbiye et, tavada bir kaşık tereyağını nane ile kızdır, balıkları tavaya koy, bir tarafları pişince ters çevir, diğer tarafı pişerken tavaya zencefil tozu, defne yaprağı, keik, karabiber koy):

Keşfettiğim, takip ettiğim, pusu kurup kandırdığım, sabırla yıldırdığım, ölümüne göz yumduğum, buz dolu bir kutuda eve getirdiğim, parça pinçik ettiğim ve pişirdiğim balıktan yedim biraz. Lezzeti beni bir gömlek daha küçülttü.

Bu da böyle bir anımdır.