Aslında bu yazının adı, bu günlükteki bir geleneğe hürmeten Fotoğraf Dünyasından Subjektif Haberler V olacaktı. Fakat Visura Magazin’in bu gün sonuçlanan yarışmasının kazanan projelerini gördüğümde o kadar şok oldum ki başka bir şey ile yazıyı seyreltmemeye karar verdim.

Visura Magazin, Internet üzerinde bulabileceğiniz en kaliteli fotoğraf dergilerinden bir tanesi. Fakat bu kadar büyük olduklarını bu güne değin idrak edememiştim açıkçası.

Mevzu şu: Visura bundan birkaç ay evvel bir fotoğraf yarışması duyurusu yaptı. Bizim ülkede ne zaman bir yarışma olsa altından bin türlü pislik çıkmasına alışkın olan fotoğrafçı dostlarımın diken diken olan tüyleri ;) Durun. Yarışma diyorum ama bu alışageldiğimiz fotoğraf yarışmalarından epey farklı idi aslında. Basitçe diyorlardı ki, “üzerinde çalışmakta olduğunuz bir fotoğraf projenizi gönderin, biz de size onları bitirmeniz için ekipman parası verelim, dergimizde sizin reklamınızı yapalım, vesaire“. ‘En güzel sümüklü çocuk fotoğrafını getir, ödülleri götür‘ yarışması değil yani. Sanki benim Konuk Fotoğrafçı bölümünde yapmaya çalıştığımın hem birkaç on katı hem de paralısı pullusu. İşte bu gün de kazananları açıkladılar.

Kazananları görünce önce hüzünlere gark oldum. Sonra fotoğrafa, fotoğrafçıya, insana sevgi ile doldum. Yarışmada birinci, ikinci ve üçüncü olan projelere burada birkaç fotoğraf ile yer vereceğim. Farklı sosyal olaylara farklı perspektif ve teknikler ile yaklaşmış olan bu projeler izleyiciyi insanı, hayatı, ve insan ile hayat arasındaki enteresan ilişkiyi sorgulamaya devam etmeye teşvik ediyorlar (“hanım koş meren yine entel oluyor!1“).

Peki.

***

Yarışmada birinciliği kaznanan proje Justin Maxon’a ait.

Maxon projesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin Pennsylvania eyaletindeki Chester isimli şehirin kuytularındaki fakir yaşamı belgelemiş. Maxon’un yaratıcı bir teknik ile derinlik kazandırdığı fotoğraflara bakarken, yirmibirinci yüzyıl insanının hayatına şekil veren küresel örüntüleri düşündüm. Ayrımcılık kurbanı olanların içine düştüğü koşullar ve sonuçları ne kadar benzer. Amerika’da yaşıyor olmaları ya da Amerikalı olmaları pek bir şeyi değiştirmiyor.

Maxon giriş yazısında Chester için şöyle diyor:

Amerika’daki başkanlık seçimlerini ilk kez bir siyah kazanınca insanlar Amerika’nın ırkçılıktan arınmış bir topluma geçiş yaptığını söylediler. Eğer o başardıysa, tüm siyahlar da aynını yapabileceğini varsaydılar. Chester, Pennsylvania’da yaşayanlar için gerçek bu değil. Orada insanlar herşeyin kendilerine karşı olduğu bir ortamda büyüyorlar. Orada yer çekimi daha güçlü ve daha az bağışlayıcı. Orası çevre kirliliğinin nörolojik gelişimi etkilediği, şiddet ve suçun sıradan, fakirliğin bunaltıcı, iş bulmanın ise imkansız olduğu bir yer.

Fakir bölgeler ile sanayileşme arasında çok çirkin bir ilişki var. Fakirlerin fakir oldukları için yerleşmek zorunda kaldıkları bölgelere, şirketler tasarruf etmek için yerleşiyorlar. Beş parasız bir ailenin yanı başında, sahiplerinin zenginliğine zenginlik katan bir bacanın dumanlarının yükseliyor olmasının ironisi.

Maxton şöyle diyor giriş yazısının sonunda:

Eğer bu sokakları yürürseniz, trans halinde, konuştuğu halde sesi duyulmayan insanların yanından geçersiniz. Çocuklar görürsünüz, sığ gözler ve derin yaralar ile. Her yerde ilgisizlikten solan hayaletler…

Fotoğrafları izlerken insan ne demek istediğini daha iyi anlıyor.

</p>

© Justin Maxon</td> </tr> </tbody> </table>

Yukarıdaki fotoğrafta Rita, nişanlısı ile yatakta uzanırken rasgele bir kurşunun isabet etmesi sonucu hayatını kaybeden kız kardeşi için ağıt yakıyor. Aile ve yakınları cinayeti protesto etmek için 7 gün boyunca mahallenin etrafında yürümüşler.

</p>

© Justin Maxon</td> </tr> </tbody> </table>

Yukarıda hava kirliliğinin mesulü fabrikalar, aşağıda Bresson mu çekmiş, Nachtwey mi çekmiş karar veremediğiniz bir Chester sokağı.

</p>

© Justin Maxon</td> </tr> </tbody> </table>

Serinin tamamı burada, kesinlikle izlemelisiniz: http://www.fotovisura.com/user/JustinMaxon/view/when-the-spirit-moves

***

İkinci sırada Andrea Star var. Birincilere karşı kronik bir antipati mi besliyorum, ikinciler gerçekten her zaman birincilerden daha iyi mi oluyor emin değilim. Her ne kadar Maxon’un projesi beni çok etkilediyse de Andrea Star kesinlikle muazzam ötesi bir iş çıkarmış.

Kendisi 2007’den beri alışageldik toplumun öteki tarafında yaşayan evsizlerin dayanıklılığı ve insanlığı üzerine bir hikaye olan ‘The Urban Cave’ isimli projesi üzerinde çalışıyormuş.

Çıkmaz sokaklarda, tren istasyonlarında, tünellerin altında, inşaatlarda yaşayan, oradan oraya sürüklenen insanların hikayesini konu alan bir proje bu. Onları tanıyan, anlayan birisinin elinden çıktığı da aşikar.

Fotoğraflar ve altlarındaki hikayeler zaten hissettiriyor, fakat Star evsizler ile ilgili deneyimini şu şekilde özetliyor yazısının sonunda:

Kırılgan ve dayanıklı, trajik ve güzel, kendi kendini yok eden yine de ayakta kalan bu evsiz erkek ve kadınlar sadece insan. Ne bizden daha fazla, ne daha az: onlar bizim bir parçamız. Ve değiller de aynı zamanda… Sokağın gölgelerinde hiçbir şey basit değil.

Cesur ve merhametli Andrea’nın fotoğraflarından birkaça tanesi aşağıda.

Lisa ve Chuck, bir restoranda yemek paylaşırken:

</p>

© Andrea Star</td> </tr> </tbody> </table>

Lisa ve Chuck sokakta şakayla karışık kavga ederken:

</p>

© Andrea Star</td> </tr> </tbody> </table>

Lisa ve Chuck hastanede. Lisa iş dönüşü bir saldırı ardında tecavüze uğramış:

</p>

© Andrea Star</td> </tr> </tbody> </table>

Birkaç aylık hamile olan Lisa doğacak bebeği için bir şeyler topluyor:

</p>

© Andrea Star</td> </tr> </tbody> </table>

2004 yılından beri New York sokaklarında karton kutular içerisinde yaşayan Willy’nin evi:

</p>

© Andrea Star</td> </tr> </tbody> </table>

Pamuk Prenses (sokak adı), kapıyı açık bırakması karşılığında duş almasına izin veren arkadaşının evinde yıkanırken:

</p>

© Andrea Star</td> </tr> </tbody> </table>

Kareler hem çok tanıdık hem çok yabancı. Fakat kesinlikle çok güçlü.

Andrea Star’ın farklı karakterleri derin bir şekilde belgelediği 52 fotoğraflık serinin tamamı burada: http://www.fotovisura.com/user/Areese1230/view/the-urban-cave

***

Üçüncü sırada Patricia var.

Patricia yarışmada üçüncü olan seride yer alan fotoğrafları çekmeye başlamasından 20 yıl öncesinden bu yana multiple sclerosis ile yaşıyormuş.

Türkçe’ye ‘multipl skleroz’ şeklinde çevrilmiş olan bu hastalık son derece tatsız bir merkezi sinir sistemi rahatsızlığı. Eğer House, MD izliyorsanız, dizi içerisinde sürekli ‘MS’ diye anılan hastalık bu işte. Ne sebebi tam olarak bilinen ne de tedavisine dair ciddi bir ümit olan bu karmaşık hastalık, sinir tellerinin etrafındaki miyelin kılıfın dejenerasyonu ile kendisini gösteriyor. Vücutta, bir evin elektrik tellerini kemiren farelerin ev içinde neden olduğu problemlere benzer problemler baş gösteriyor.

Patricia’nın hastalığı geçen yıllar içerisinde kademe kademe kötüye gitmiş. Yürüyebilen bir insanken ancak bastonla yürüyebilen bir insana, bastonla yürüyebilen bir insanken tekerlekli sandalyeye mahküm olmuş.

Patricia son 15 ayında hayatının en sıradan anlarını belgeliyormuş. “Güzel fotoğraflar çekmek istiyordum, fakat daha önemlisi gerçeği istedim” diyor giriş yazısında. Bu projeye başlamadan önce bir engelli olarak görülmekten ne kadar utanç duyduğunun farkında değilmiş mesela. Kendi deyimi ile “düşüşlerini, pençe gibi ellerini, yatağa girip çıkmaktaki zorlanmalarını, kendi yemeğini kendi yiyememesini” tüm kamu ile paylaşacağı bu projesi ilerledikçe, dünya içerisindeki eşsiz varolma şekli ile daha barışık hale gelmeye başlamış. Fotoğraf makinesinin lensinden bakınca, engeli utanç verici değil ‘enteresan‘ görünmeye başlamış Patricia’ya.

Şu paragrafı da olduğu gibi çevirmeden geçemeyeceğim, sosyal sorumlu fotoğrafçıların buradan çıkaracağı bir şeyler olabilir:

Eski bir sanatçı olarak ne zaman engellileri konu alan bir photo-essay ya da makale görsem eseri hem fotoğrafik hem de kişisel açıdan tartıyorum. Fotoğraflar mükemmel olsa da, engelsiz fotoğrafçılar sık sık beraber çalıştıkları engelli insanları ya cesur, ya acınası, ya da bu ikisinin bir karışımı olarak gösterme tuzağına düşüyorlar. Engel ile yaşayan bir kadın olarak ne cesur ne de acınası halde olmadığımı biliyordum; sadece bana denk gelen hayatı dolu dolu yaşamak için elimden geleni yapıyordum. 2008 yılında bir Haziran sabahı bunun bana tam olarak nasıl göründüğünü göstermenin vaktinin geldiğine karar verdim.

Patricia’nın projesi bana Babamla Günlerim isimli çalışmayı hatırlattı. Yoğunluk itibarı ile olsa gerek.

Projeden birkaç fotoğraf:

</p>

© Patricia</td> </tr> </tbody> </table>

</p>

© Patricia</td> </tr> </tbody> </table>

</p>

© Patricia</td> </tr> </tbody> </table>

</p>

© Patricia</td> </tr> </tbody> </table>

</p>

© Patricia</td> </tr> </tbody> </table>

Buradan hepinizin huzurunda kendisine seslenmek istiyorum: Patricia, canımsın.

Serisinin tamamını buradan görüntüleyebilirsiniz: http://www.fotovisura.com/user/playdorsey/view/falling-into-place

***

Visura’nın tüm kazananları ise burada: http://blog.fotovisura.com/2010/12/fotovisura-grant-winners.

İlk üçte yer almayan çalışmalar arasında da çok etkileyici olanları var. Boş kaldıkça göz atmanızı tavsiye ederim.