2007 yılı ortasında başladığım doktora eğitimim birkaç gün evvel sona erdi. Doktora sürecine dair bir yazı yazıp hem günlüğün neredeyse bütün sürece tanıklık etmiş olan izleyicilerini güncellememin, hem de henüz taze iken bu yolculuğa dair edindiğim tecrübeleri not düşmenin iyi bir fikir olabileceğine kanaat getirdim.

Çok sık duyduğum “doktoradan sonra ne yapacaksın” sorusuna yanıt vererek başlayayım ki sırf burasını merak edenler daha fazla devam etmek zorunda kalmasınlar: Doktoramın ikinci yarısında hesapsal biyoloji ve mikrobiyal ekoloji konularında çalışmaya başlamıştım. Henüz hevesimi alamadığım bu konular üzerine doktora sonrası araştırmacı olarak çalışmaya devam edeceğim. Yeni adresim ise Woods Hole, Massachusetts’teki Marine Biological Laboratory (MBL) isimli bir enstitü (epey rekabetçi bir enstitü olan MBL’in “çok yoğunum” sızlanmalarıma farklı bir boyut kazandırmasını bekliyorum).

Yazının devamı doktora sürecinin magazin boyutu ile ilgili olacak. Bilimsel boyutu ile ilgili tartışmalar, tezimi yayınladıktan sonra (tezimin önemli kısımlarını Türkçe’ye çevirmeyi de düşünüyorum. Göreceğiz. Yavaş yavaş).

Güncelleme: Doktora tezimi yayınladım, kendisine buradan ulaşmak mümkün: http://meren.org/dissertation/ (şimdi yazıya devam edin, teze sonra göz atarsınız (insanı bağlantı verdiğine pişman etmeyin bak)).

***

Feragatname: Düşüncelerimi paylaşmadan önce bilmenizi istediğim birkaç şey var. Birincisi, bu bir “doktora yapmak isteyenlere tavsiyeler” yazısı değil; eğer buna benzer bir şeyler belkiyorsanız vakit kaybetmenizi istemem. İkincisi, ne doktoradan önce ne de doktora esnasında eğitim sisteminin tanımladığı anlamda iyi bir öğrenci değildim (aslında hiçbir anlamda iyi bir öğrenci değildim). Birkaç istisna dışında aram ne hocalarım ne de sınıf arkadaşlarım ile iyi olmadı. Liseyi nasıl ki serserilikten neredeyse tamamen raslantı eseri bitirdiysem, üniversiteyi de Necdet Yücel gibi insanların telkinleri ile bitirdim (zira bana kalsa o sıralar bas gitar çaldığım black metal grubu ile Türkiye’yi turlamak üniversite okumaktan çok daha verimli ve mantıklı bir işti (muhtemelen gerçekten öyleydi de, ama neyse (sonra gruptan da atıldım zaten))). İşi dehayı vatandaşa dönüştürmek olan eğitim sisteminin üniversite de dahil olmak üzere her seviyesi ile kavgalı olduğum için hemen hemen tüm vaktimi “bir arkadaşa bakmak için buradayım, üstüme gelirseniz her an çıkabilirim” ruh hali ile geçirdim. Fakat iş bir şekilde doktoraya kadar geldi. Sözlerim herhangi bir noktada tavsiye ya da akıl verme gibi duyulursa bu paragrafta yazdıklarım hatırlansın ve gereğinden fazla ciddiye alınmayayım lütfen. Zira kendimi kimseye tavsiye verecek durumda görmüyor, yalnızca deneyimlerimi ve gözlemlerimin bir özetini paylaşmak istiyorum. Benim deneyimlerim kimsenin işine yarar mı, yararsa kim ne alır bilemiyorum açıkçası; zaten belki biraz da bilemediğim için yazıyorum.

***

Bundan birkaç yüzyıl kadar önce Türkiye’de, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde okuyordum. Üniversitenin son sınıfında bitirme projeleri açıklandığı ve her öğrencinin listeden bir proje seçmesi istendiği gün, Faruk Eskicioğlu, S. Serdar Yüksel ve kendim kişisi birbirlerine bakıp liste başında iç geçirirken geliyor gözümün önüne. Bölümün önümüze koyduğu vasat ve güncellikten uzak projelerin hiçbirisi pek ilgimizi çekmemişti. Canımız yapabileceğimizi bildiğimiz verimsiz bir proje ile vakit kaybetmek yerine yapıp yapamayacağımızı bilmediğimiz, fakat denemeyi istediğimiz bir şeyler üzerinde çalışmayı istiyordu. O sıralar adını sıkça duyduğumuz kriptografi bu amaca son derece uygun göründü ve bölümden bir hocayı “biz bunları değil, bunu çalışmak istiyoruz” diyerek bize danışman olmaya ikna ettik.

Takip eden bir yıllık süreçte konvansiyonel şifreleme algoritmalarından açık anahtarlı kriptografi metotlarına, eliptik eğri kriptografisinden güvenlik sertifikası temelli anahtar değiş-tokuş senaryolarına kadar daha önce hiçbir fikrimizin olmadığı birçok şeyi öğrenmenin yanında uygulamalı matematik, ağ güvenliği, İnternet’in ve özel olarak TCP/IP protokolünün detayları gibi konularda da bir üniversitenin kazandırmasını beklemenin haksızlık olacağı güncel bir vizyon sahibi olmıştuk. Hepsinin üstüne ben, o sıralar epey vasat olan İngilizce bilgimi de kriptografi ile ilgili kitap ve makaleleri anlamak için çabalarken ilerletmiştim misal.

Üniversitedeki bitirme projesi kadar küçük bir yolağzında yaşanan kırılmanın beklenmedik derecede faydalı sonuçları otorite ile aramdaki ince bağların tamamen kopması için temel hazırlayan şu düşüncenin içimde yer etmesine vesile oldu:

  • Canının istemediği hiçbir şeyi yapma (çünkü canın istemiyorsa muhtemelen bir bildiği vardır).

Doktoram süresince başkalarının istediği şeyleri yapmak yerine canımın istediği şeyleri yapma eğilimim kronik bir hale geldi. Öyle ki doktoraya başladıktan 2.5 yıl sonra lab değiştirip, doktorayı bitirememek riskine rağmen, hakkında hiçbir şey bilmediğim -fakat keyifli gibi görünen- bir başka alana, mikrobial ekolojiye geçmeye karar verdim.

***

Bu günleri yıllar öncesinden görmüştüm diyebilmeyi çok isterdim. Fakat açıkçası uzun bir süre doktora yapmak gibi bir planım dahi yoktu. Bununla beraber yeni bir şeyler öğrenme sürecinin doğasını seven bir insan olarak kendimi ‘doktora yapmanın benim için aslında keyifli bir şey olabileceğine’ ikna etmem pek zor olmadı. Öte yandan, hem lise hem de üniversitedeki notlarım çok düşük olduğu için herhangi bir üniversitenin beni doktora programına kabul edip bana burs vereceğini pek düşünmüyordum. Hem prestijli bir üniversiteden de mezun olmamıştım, bu da bana göre kabul edilmeyişimde önemli bir rol oynayacaktı. Fakat prestijli bir üniversitede okumamış olmanın eksikliğini ilk ve son kez, kendi üniversitemin görevlilerinden İngilizce transkript istediğimde yüzüme nasıl baktıklarını fark ettiğimde hissettim (İngilizce transkript filan vermediler, Türkçe transkripti kendim çevirip yeminli tercüman ve notere götürmem, sonra da Amerika’daki üniversiteye bütün bunların sebebini anlatmam gerekti). Uzun uğraşlar sonunda belgeleri bir araya getirip doktora programına başvurduğumda ise beklemediğim bir şekilde kabul edildim. Normalde denemekten çekinen bir insanım, fakat şuna gönülden inanıyorum:

  • Nihayet bir şey yapmaya niyet ettiğinde tüm evren birlik oluyor, sonrası ise bir sabır ve cesaret hadisesi.

***

Doktoraya kabul ilk adım idi. İkinci adım ise doktora yapacağım bilgisayar bilimleri departmanının bölüm başkanı ile mülakat yapmak, hangi konuda çalışacağımı filan tartışmaktı. Kendisi mülakat esnasında bana ancak bölümde sistem yöneticisi olmam durumunda burslu doktora yapabileceğimi, aksi taktirde uluslararası bir öğrenci olduğum ve lisans diploma notum düşük olduğu için herhangi bir laboratuvar tarafından finanse edilmemin ve bir bilimsel araştırmanın parçası olmamın çok güç olacağını söyledi. Her ne kadar çok can sıkıcı olsa da bu teklifi kabul edip ilerleyen safhalarda laboratuvar arayışına girmek en mantıklısı idi, fakat sistem yöneticiliği ilgimi çekmiyordu. Yeni kabul edildiğim doktora programından başvurumu geri çektim, üstüne de bölüm başkanına zehir zemberek bir e-posta attım (bununla beraber kader ağlarını örecek, sadece bir dönem sonra başvurumu çektiğim bölümde burslu bir doktora öğrencisi olarak yeniden başlayacak, ben attığım e-posta yüzünden pişman olurken, muhtemelen o da beni küçümsediği için pişman olacaktı (aslında burada hiçbir koşulda insanlarla köprüleri yakmamak gerektiğine dair bir ders vardı, kendi payıma düşeni aldım ve bir daha aynı hatayı yapmamaya çalıştım)).

Bölüm başkanı ile aramızda geçen tatsızlıktan birkaç ay sonra bilgisayar bilimleri bölümünden bir profesör benimle doğrudan bağlantıya geçerek benimle çalışmak istediğini söyledi. Kendisini ziyaret edip araştırmasını dinledim. Anlattıkları hakkında hiçbir fikrimin olmadığını anladığımda ise teklifini kabul ettim (nitekim bana göre doktora insanların bildikleri bir şeyler yaptıkları bir süreçten ziyade, pek iyi bilinmeyen şeylerle haşır neşir oldukları bir süreç olmalıydı). Söz konusu araştırma, biyomoleküler etkileşimleri nanopore ismi verilen bir teknik vasıtası ile takip etmek üzerine kurulu idi. Bu alanda faaliyet gösteren bilim insanlarının araştırmalarını dayandırdıkları yöntemleri derinlemesine öğrendikçe, alanın neye ihiyacı olduğu ve hangi yöne genişlemesi gerektiğine dair fikirlerim de netleşmeye başladı. Fakat benim fikirlerim netleştikçe, benim yapmak istediğim şeyler ile iki doktora sahibi hocamın istediği şeyler arasındaki fark daha da belirgin hale geliyordu (kendisi benden biyomoleküler sinyallerin kümelemesi için destek vektör makinesi temelli bir algoritma geliştirmemi istiyordu, bense matematik temeli olmayan sezgisel yaklaşımlar ile vakit kaybetmek yerine araştırmanın biyokimya kısmına ağırlık vermek istiyordum, vesaire). En sonunda iş ya onun istediğini yapmak ya da ilişkimize son vermek noktasına geldi. Aslında benden yapmamı istediği şey o kadar da kötü değildi, ayrıca istediğini yapmam durumunda beni 2010 yılı ortasında mezun edeceği sinyalini de vermişti. Fakat umurumda olmayan bir hedefe ulaşmak için içime sinmeyecek bir işe kalkışmaya niyetim yoktu.

Yollarımızı ayırdık.

  • Çoğu durumda asıl önemli olan gidilen yer değil, gitmekte olma eylemi.

Gidiyor olma deneyimini yaşamak için kendime seçtiğim hedefleri gereğinden fazla ciddiye alıp hedeflere gereksiz yere bağlanmak sık yaptığım bir hata idi. Artık kendime asıl önemli olanın ne olduğunu daha sık hatırlatıyorum.

***

Bu ayrılık olayından çok kısa bir süre önce aynı enstitüde çalıştığım bir bilim insanının hesapsal bir problemini çözerken, mikrobiyolojinin muazzam dünyası ile tanışma şerefine nail olmuştum. Zaten Duygu yüzünden biyoloji, Arpat yüzünden ekoloji son derece ilgimi çekiyor, yaşamı anlamak için çalışmak, ya da en azından çalışanlara yakın bir yerlerde olmak fikri git gide daha çok hoşuma gidiyordu (zaten bilgisayar bilimleri yerine biyolojik bilimlere doluşmuş onca kadın yanılıyor olamazdı). Doktoranın ortasında, hakkında neredeyse hiçbir fikrim olmayan bir alana geçerek mikrobiyal ekoloji çalışmaya karar verdim. Hiçbir mantığı olmayan bu kararı neden verdiğime dair tatmin edici bir açıklamam yok (o zaman da yoktu). Fakat bu dışarıdan çok da mantıklı görünmeyen kararın öğrencilik hayatım boyunca aldığım en isabetli kararlardan birisi olduğunu sadece birkaç ay içerisinde anladım.

  • Bir yol ayrımında tüm bilinmeyenlere rağmen mantıklı olanı seçmek için kafa yormak yerine içinden ne geldiğine yoğunlaşıp gerisini nihan ve tesadüfe bırakmak çok daha bilgece olabilir.

Başta biraz bocalasam da makul bir süre içerisinde mikrobiyal ekoloji ile ilgili kafamda bir şeyler canlanmaya başlamıştı (nitekim insan her şeye adapte oluyordu). Geçen bir buçuk yıl içerisinde önce mikrobiyal ekoloji alanında çalışanların kendi sekans verilerini analiz edebilmelerine olanak sağlayan bir istatistiksel analiz ve görselleştirme çatısı geliştirdim (hatta bu çatı ile 2010 yılındaki referandum verilerini analiz ettim, %100 çalışıyor (hehe)), daha sonra ise geliştirdiğim hesapsal yöntem ile mikrobiyal ekolojinin bakteriyel topluluklar içerisindeki canlı çeşitliliğinin anlaşılması problemine eldeki yöntemlerden daha yüksek çözünürlüklü bir bakış açısı sunmayı denedim. Doktora tezimi de bunun üzerine yazdım.

Yeri gelmişken açık yüreklilikle söyleyeyim, dünyanın çözüm bekleyen gerçek problemleri ile kıyaslayınca beş paralık değeri olmayan bir iş başardım. Fakat epey keyifli idi.

***

Doktora sürecince yüzleştiğim ve kıymetini idrak ettiğim bir diğer şey de “ertelemek” (procrastination) oldu. Yıllar boyunca bize çok yanlış olduğu öğretilen bu mefhumun aslında ne kadar verimli bir süreç olduğunu, yapmam gereken ve fakat ertelediğim şey ne kadar önemli ise, ertelemek adına kalkıştığım işlerin o denli verimli olduğunu gözlemledim. Zira doktora süresince yaptığım en önemli işler hep bir şeyleri ertelerken ortaya çıktı.

  • İnsan ‘yapılması gereken’ ile ‘yapmak istenen’ arasındaki kavgayı tarafsız bir şekilde izlemeyi, kaybedenin ardından üzülmek yerine sonuca biat etmeyi öğrenmeli. Nitekim yanlış olan ertelemek değil, erteliyor olduğun için huzursuz olmak.

Bir şeyleri erteliyor olmakla barışık olmak, erteleme sürecini verimli hale getirmek için çok önemli. Aksi taktirde insan bir şeyleri erteleyerek kazandığı vakti erteliyor oluşuna üzülerek geçirerek son derece komik bir duruma düşüyor bence. Açıkçası ben bir şeyleri erteleyerek, ‘yapılması gereken’ işin ‘yapmak istediğim’ iş olması için ona bir fırsat verdiğimi, bu şekilde aslında ona ve kendime büyük bir saygı gösterdiğimi düşünüyorum (heheh).

Mevzu doktora tezi olunca prensiplerimi bir kenara bırakacak değildim. Bu yüzden kendisini teslim etmem gereken tarihe neredeyse iki hafta kala yazmaya başladım. Fakat başladığımda canım gerçekten yazmak istiyordu ve tez yazmak benim için genel olarak epey keyifli bir süreç oldu. Yoğun bi’ çalışma ile üstesinden geldiğim bu 16 günlük sürecin her gününü fotoğraflayıp, o günlerin akşamında da tezimin ekran görüntüsünü alıp saklamaktan da geri kalmadım (ne de olsa her şey bir oyundu):

Bu arada bittiğinde tezin kelime frekansı bulutu aşağıdaki gibi görünüyordu:

İşte bu da böyle bir anımdır.

***

Bir mesaj verme kaygım olmadığı için çat diye bitirmekte sakınca görmüyorum. Fakat son olarak değinmek istediğim bir iki nokta var.

Öncelikle, yeterince teşekkür etmem mümkün olmadığı için bahsetmeye cesaret edemediğim insanları her fırsatta anmayışım, bütün kararlarımı yalnız başıma aldığım izlenimi uyandırmasın. Örneğin, bilgisayar bilimleri bölüm başkanına “böyle bir doktora ile ilgilenmiyorum” demeye karar verdiğim sırada hayatımda “içinden ne geliyorsa onu yap panpa, elbet bir yolu bulunur” diyen bir Duygu yerine “sen canının isteğini bekleyeceksin diye daha ne kadar sürüneceğiz” diyen birisi olsa idi her şey elbette bambaşka olurdu. Hayatım boyunca başıma gelen her şeyi, hayatıma bir şekilde girmiş insanlara borçlu olduğumun pekâlâ farkındayım. Hepsini öpüyorum.

Bu yazı içerisinde söylediğim kimi şeylerin farklı bağlamlarda ne kadar saçma duyulabileceğinin de farkındayım. Misal, “nihayet bir şey yapmaya niyet ettiğinde tüm evren birlik oluyor, sonrası ise bir sabır ve cesaret hadisesi” derken bu mesajın alt metinlerinden bazıları (özellikle “yeterince istersen olur” diyeni), bir anlamda çevresel koşullar yüzünden eli kolu bağlı insanları, kısmen de olsa içinde bulundukları durumun sorumlulusu ilan ediyor. Gezegenin geri kalanını bir kenara bırakın, Türkiye’de dahi fırsat eşitliğinden söz etmek mümkün değil, kimse Diyarbakır’ın Lice’sinde doğup büyüyen birisi ile İstanbul’un Nişantaşı’nda ya da İzmir’in Karşıyaka’sında ya da Ankara’nın Bahçelievler’inde doğup büyüyen birisinin eşit fırsatlara sahip olduğunu iddia edemez. Dolayısıyla biraz daha derin düşündüğüm zaman bana böyle kaba laflar etme cesareti veren şımarıklığımdan ötürü utanıyorum.

Özgür irade ile determinizm arasındaki sürtüşmeye taraf olmadan böyle laflar etmek çok zor, fakat bence her birimizin bu gün olduğu yerde olmasında raslantının payı o kadar büyük ki, bireysel başarı ve başarısızlıklar, sonuca etkileri bağlamında neredeyse üzerine düşünmeye dahi değmeyecek kadar küçük ayrıntılar. Doktora yapacak olursanız belki o noktaya gelişinizdeki tüm raslantıların yüzü suyu hürmetine raslantıya biraz daha çok fırsat vermeyi denemek istersiniz.