Yıllar geçtikçe bir yerlerde uzun uzun -çoğunlukla amaçsızca- oturmak daha mı keyifli gelmeye başladı, yoksa hep mi böyleydim kestiremiyorum. Hiçbir yere gitmeyeceği halde gününün yarısını otobüs durağında oturup insanlara bakarak geçiren yaşlı amcalardan oldum belki de. Bugün şu iskelede 45 dakika oturdum mesela. O sırada aklımdan projelerim, ne zamandır görüşmediğim arkadaşlarım, ve daha onlarca şey geçiyordu. Bir sürü insan bir sürü başka bir şeyler yapıyordu. Ben iskelede oturuyordum. Keyfim de gayet yerindeydi yani.

İskeleye sebeb-i ziyaretim ise MBL’deki profesörüm olan Mitchell Sogin’in bir gece önce attığı “yarın yelkenliye çıkalım mı” e-postası idi. Evden yola çıkış saatimizden 1 saat evvel çıkmış ve iskeleye oturmaya gitmiştim işte. Düşün dur. Evet, düşündüm durdum. Çok düşünceliyimdir. Ama kadınlara kapı açmam mesela. Kendisine kapı açılsın isteyeni de, açanı da sevmem ayrıca (he, oturursun ondan sonra iskelelerde öyle).

Aşağıdaki Mitch’in yelkenlisi. Tam içinde yaşamalık böyle. Ama içinde yaşamıyor. Bence bana versin ben yaşayayım.

Mitch protist evrimi üzerine çalışan, aynı zamanda mikrobiyal ekoloji dünyasında epey önemli işler yapmış bir isim. Yelkenlisinin ismi de yaptığı işe duyduğu sevginin hangi noktada olduğunun bir göstergesi (hastasıyım):

İskeleye münasebetlerinde iplerin filan ayarlanmasından yolculuk esnasında yelkenlerin açılıp kapanmasına kadar yelkenliye dair bütün işler bana aitti bugün. O yüzden çok sık fotoğraf çekemedim, fakat MBL’in hemen arkasındaki kapalı marina olan Eel Pond’da da birkaç tanesi olan şu yüzen kulübelerin fotoğrafına günlükte yer vermeyi ne zamandır istiyordum, o yüzden elimdeki ipleri filan yere bırakıp bunu çektim mesela:

Hakkında o kadar ileri geri konuşmama rağmen neredeyse 20mm f/2.8 dışında bir lensle gezmiyor olduğum için yukarıdaki fotoğraftan bir şey görünmüyor tabi. Ama daha net görülebileceğini umarak orijinal fotoğraftan elde ettiğim kesit aşağıda. Bunlar böyle küçücük kulübeler. Yani benim çok hoşuma gidiyorlar ama buraya yazınca çok da anlamlı olmadı :/ Ama bakın küçücük balkonu bile var? :( Peki. O zaman bu konuyu geçiyoruz. Kulübe filan yok size.

***

Eel Pond’un çıkışında açılan kapanan bir köprü var böyle. Tam burada. Her yarım saatte bir -eğer bir bekleyen varsa- araç ve yaya trafiğini durdurup köprüyü açan bir görevli var. O sırada acil bir işiniz filan varsa ve tam açıldığı ana denk gelirseniz 5-10 dakika bekliyorsunuz tekneler girip çıkana kadar. Benim şahsen hayatımın şu döneminde hiçbir acil işim yok, fakat ben bile bisikletle tin tin laboratuvara giderken uzaktan köprünün açılmaya başladığını gördüğümde sinirden bisikletin önünü filan kaldırıyorum (bu davranışa psikolojide ‘akrobasinir‘ diyor olabiliriz).

Fakat tenkedeyseniz kenarda bekleşmekte olan insanların bir kısmı sizi kızgın bakışlarla süzerken bir kısmı fotoğraf filan çekiyormuş, bugün ben bunu gördüm (fotoğrafın solundaki kişiler muazzam şekilde destekliyor bu dediğimi). Dönüş yolunda da birçoğu ile karşılaştığım kızgın kızgın bakar teyze ve amcalara dönüp “selam, tekne benim değil, miçoyum ben, yani benim de hayatım orada sizin gibi köprü insin diye beklemekle geçiyor” filan diyesim geldi, ama demedim.

Köprünün altında da bir takım yazılar var. Şu “summer people some are not” yazısını Türkçe’ye çevir deseler “içtim cappucino’yu öptüm Al Pacino’yu” filan derim herhalde. Eğer aşağıdaki köprü bu geyiklerin dünyanın tüm liselilerinin üzerine çökmüş, din, dil, ırk ayrımı yapmayan kara bir bulut olduğunun şahidi değilse nedir sevgili okur (güncelleme (20/09/2011): ben iki saat düşünüp kelime oyunlu geyiklerden bulamayınca Al Pacino demiştim, fakat Onur Şatır yorum olarak çok daha uygun bir çeviri göndermiş köprü yazısı için: “Kaptan Kemal konuşuyor, çıkarın beni bu kaptan!“).

***

Bu yelkenli olayı çok acayip bir hadise. İskelede sakin sakin duran, yelkenler kapalı iken efendi efendi giden bu arkadaşımız, yelkenler açılıp da rüzgar gücü ile gitmeye başladığında bir cengaver kesiliyor. Daha önce hiç düşünmemiştim, fakat yandan esen rüzgar yelkenlerin üzerinde teknenin suda 8-9 deniz mili hızla gideceği kadar bir güç uyguladığı zaman elbette tekne rüzgarın şiddetiyle yana yatıyor. Ama öyle böyle değil, 45 derece filan yatıyor. Çok değişik bir his. İlk olduğunda alabora olacağız sanmıştım (fakat hiç bozuntuya vermemiş, içimden korkmuş, ve cahilliğimi bir kez daha çevremdekilerden gizlemeyi böylece başarmıştım).

Rüzgar belli bir şiddete eriştiğinde normalde dışarılara baktığınız kabin pencereleri de suyun içinde kalıyorlar (fotoğrafını çekmedim ama yansımalardan görebilirsiniz, diğer taraftaki pencereler de gökyüzüne bakıyorlar):

Mitch ve benim dışımda teknede olan diğer kişi Anna idi. Kendisi bizim enstitüde veri tabanı kraliçesi olarak vazife görüyor. Aslında bir ‘programlama dilleri dil bilimcisi’, yani konvansiyonel dil bilimcinin programlama dilleri üzerinde uzmanlaşmış olanı, fakat bir süre sonra sıkılıp farklı bir şey yapmaya karar vermiş. Anna’nın hikayesi MBL’de sıkça dinlediğim “artık farklı bir şey yapmak istiyordum, bir şekilde buraya geldim” temalı hikayelerden sadece birisi. Bugüne kadar tanıdığım en iyi programcılardan birisi olan Susan, biyoenformatik ve mikrobiyal ekolojiye heves sarmadan önce orman korucusu imiş. Susan ile beraber çalışan ve zehir gibi projeler yürüten bir başka araştırmacı Andy, önceki hayatında bir veterinermiş. Değişik insanlar.

Mitch de önceki hayatında mikrobiyolog imiş. Doktorasını yaşamı prokaryot ve ökaryotlar olarak iki gruba bölmenin yanlış olduğunu, bakteriler, archaea ve ökaryotlar olacak şekilde üç gruba bölünmesi gerektiğini bulan ve dünyaya kabul ettiren Carl Woese‘un yanında yapmış. Kendisi de boş değil. Biyoloji, mikrobiyoloji ya da ekoloji ile ilgileniyorsanız -ve İngilizce’niz müsaade edecekse- Mitch’in Carl Zimmer’a konuk olduğu podcast‘i dinlemenizi tavsiye ederim.

Bugün teknenin dümeni başında hatırı sayılır bir süre geçirdikten sonra flok yelkeni, ana yelken, rüzgarın açısı ve şiddeti arasındaki ilişkileri az çok çözdüğümü hissettim. Daha önce okumuştum aslında. Fakat bugün deneyince okumakla filan boşa vakit kaybettiğimi, mevzunun son derece içgüdüsel bir hadise olduğunu anladım. Yani bunu diyorum ama, yelken olayının ciddiyetinin ve gerektirdiği deneyimin de farkındayım, yelkenden anlayanlar beni topa tutmasın (misal şöyle leziz bir günlük var, arada girip rastgele bir etiket seçip altındaki girdilere göz atıyorum).

Bu arada otomobillerde olduğu gibi yelkenlilerde de teknoloji hiçbir şeyi şansa bırakmayacak noktaya gelmiş. Aşağıdaki cihaz rüzgarın yönünden akıntı hızına, derinlikten GPS koordinatlarına kadar her şeyi veriyor. Hatta otomatik pilotu var, dümeni filan ona bırakıyorsunuz, sizi haritadan istediğiniz yere götürüyor (mertlik denizde de bozulmuş yani anlayacağınız).

Koskoca yelkenlide şu kardeşimiz kadar muteber bir alet de yoktur yani.

Bir keresinde sitem etmişti, bu da M. Müjdat Üzel için gelsin:

Hadi bakalım.

***

Hep kendi başıma iskelelerde oturduğumu da düşünmenizi istemem bu arada. Mesela geçtiğimiz Cumartesi gecesi bir Paladin misali büyük bir naiflik ve cesaret örneğini aynı anda göstererek “evde oturacağıma halkımın arasına karışayım” deyip dışarı çıktım. Halk filan bulamayıp geri döndüm. Baksan İnternet’te filandırlar. Ben iyiyim de halk kötü.

Başarısız halkın arasına karışma denemesinden üzgün ve süzgün bir biçimde dönerken yolda “sosyal ilişkiler söz konusu olunca beceriksiz sayılabilecek insanlara İnternet’in en büyük armağanlarından birisi, aynı zamanda onlara attığı en büyük kazık bence” diye düşünüyordum (evet, böyle TRT spikeri gibi düşünürüm ben hep, + sosyal ilişkilerde de pek beceriksizimdir). İnternet’in birinci dünya insanlarına verdiği kayda değer armağanlardan birisi, aynı anda onlarca insanla iletişim halinde olabilmek lüksü (bu lüksün keyfini İnternet sahibi olacak kadar şanslı bir insan olarak birçok mecrada sürüyorum). Fakat bu aynı zamanda İnternet’in attığı en büyük kazık da oluyor bir yerde. Zira İnternet kalabalığına aldanınca, gerçek dünyanın çetrefilli insan ilişkileri yumağı içinde uzun bir süre evvel kaybedilmiş olan ipin ucunu aramakla vakit kaybetmek zorunda olmadığını düşünüyor insan (benimle, seninle kim uğraşır, bir düşün). Bugünkü koşulların hüküm sürdüğü ideal bir dünya bunu da kaldırır yani; sonuçta kim diyebilir konvansiyonel iletişim makbul olan iletişimdir, ve ilelebet öyle kalacaktır diye.

Dünya’nın tamamı ile kıyaslandığında çok küçük bir kesimi için gerçekleşiyor da olsa, iletişimde İnternet’in vesile olduğu bir değişime tanıklık ediyoruz. Hem takip etmek hem de bir parçası olmak hem garip hem de keyifli bence. Ama serde var binlerce yıllık sosyal alışkanlıklar. İnternet’le hayatımıza giren yeni iletişim kültürünün temsilcisi olan -ve benim de kendimi içinde hissettiğim- nesil, sosyal anlamda bocalamak ve doğru araçları bulamamak konusunda bir geçiş formu gibi. Bu neslin çilesini karaya çıkan ilk canlıların çilesine benzetiyorum bazen (bunları söylerken de aklımdan 375 milyon yıl önce yaşadığı düşünülen, henüz pek bir işlevi olmayan ayakları ile sudan yeni çıkmış pala bıyıklı bir Tiktaalik geçiyor: “bakın arkadaşım, su için şöyle böyle dediniz, tamam dedik, bunun kestanesi var, yosunu var dediniz, eyvallah dedik, karaya çıkacağız gelir misiniz dediniz, tarlayı çapanı sattık savdık düştük ardınıza, ama yani bu karada da şimdi sürünecek miyiz biz yani bu yaştan sonra? şu ayaklara bak, bu ne? yani tarih yazsın bu ayıbı!“).

Tiktaalik‘in hayal kırıklığı. Tarih yazar tabi bunu, yazmaz mı be.