Sevgililer Günü için çok yoğun anarşistlikler planlayınca (detaylar burada), geçtiğimiz haftasonunu dağlarda geçirmek istedim. Maksadım ABD’nin doğusunu boyuna kesen (ve bir ara yürümeyi çok istediğim) meşhur Appalachian Patikası‘nın New Jersey dolaylarına denk düşen bir yerinde bir arkadaşımla beraber kamp yapmak idi.

Geçenlerde araba aldım ben. Anlayacağınız, bunca yıldır finans sektörü ile hiçbir ilişkisi olmamış ben kişisi de sonunda bankaların ağına düştü. Acımız büyük. Kredi başvurusu yapmak benim için gerçekten çok üzücü bir deneyimdi. Bu acıyı aklıma estikçe oraya buraya giderek dindirmeye çalışıyorum. Çünkü gitme halinde olmanın heyecanı her tür üzüntüyü unutturacak türden bir şey.

Cep yayınları dinleyerek (bu sefer özellikle bu cep yayınından dinledim) geçen bir yolculuğun ardından New Jersey’e vardık.

New Jersey endüstriyel yaşantının çapaklarından uzak bir eyalet değil. Hatta ABD’nin en kirli havasına sahip eyaletlerinden birisi. Fakat nüfus yoğunluğunun çok düşük olduğu bölgeleri de var. Hatta gerçek New Jersey benim gözümde tam olarak aşağıdaki gibi bir yer:

New Jersey’e varmıştık varmasına, fakat saatler ilerledikçe hava hızla kamp yapmak için elverişsiz bir hal almaya başlamıştı. Üstüne gece için karla karışık yağmur, sabaha karşı da don beklendiğini öğrendiğimizde kamp olayı bizim için bir alternatif olmaktan çıktı.

Üzülmedim ama.

Çünkü kamp yapamamak demek Aram’ı daha çok ziyaret etmek demekti. Belki de asıl gayem en başından beri bu idi.. Bilemiyorum. Gayelerini bilen bir insan değilim.

***

Aram New Jersey’in kırsal kesimindeki küçük çiftliğinde karısı ve keçileri ile yaşayan bir marangoz. Anoush isimli çok yakın bir arkadaşımın babası olan Aram ile geçen haftalardan birisinde tanışmıştık.

Çiftliği tam bir yol geçen hanı. Yıllar içinde oradan buradan satın alıp içini yeniden tasarladığı, dışı alüminyum kaplama olan eski usül airstream karavanlar küçük arazisinin bilimum yerlerine serpiştirilmiş halde. Çiftliğin rasgele misafirleri bu karavanlarda konaklıyor, kâh çiftlik işlerine yardımcı oluyor, kâh sessizce oturup kafa dinliyorlar. Aram’ın insanların çiftliğinde konaklamasından maddi bir çıkarı yok (“buraya kadar gelmiş herkesin başımın üstünde yeri var” diyor), Aram’ın bu işten elde ettiği manevi çıkarının ise benim New Orleans günlerimdeki Couch Surfing deneyimilerinden edindiğime benzer bir şey olduğunu düşünüyorum. Sen güzel insanlara gidemiyorsan, güzel insanları sana getir.

Aşağıda bir cüce kralı gibi görünen kişi Aram’ın ta kendisi. Yanındaki de Jakob. Arkadaşı.

Yukardaki fotoğrafa dair aklımda kalan iki ayrıntıdan ilki bilgisayarın sağ tarafında görünen kavonozun içindeki fırçalar. Aram onları sakallarından yapmış (heheh). Bir ara, ressam olan karısını nasıl o fırçaları kullanmaya ikna etmeye çalıştığını anlatıp gülüyordu. Diğer ayrıntı ise Jakob’un bilgisayara bakan yüzüne yerleşmiş olan, hafif gururlu, hafif hüzünlü “vay anasını” bakışı. Neye baktığını anlatayım, belki siz de öyle hissedersiniz:

Bu ak sakallı amcamız 1950’li yılların başlarında Hırvatistan’da bir genç iken, o dönemin otomobillerinin tahtadan gerçekçi maketlerini yapıp Almanya’da çok yüksek ücretlerle satarak geçinirmiş. Epey de ünlüymüş hani. Sırf özel sipariş ile filan çalışırmış. Sadece tahta kullanarak yaptığı maketlerin kapıları açılır kapanır, direksiyonlarını çevirince ön tekerlekleri dönermiş. 1970’te ABD’ye geldikten sonra el emeği göz nuru olana kıymet verilmeyen yeni dünya topraklarına vardığını kısa sürede kavrayıp başka işlere yönelmiş. Aradan geçen yıllar model araba günlerinin anılarının üstünü örtmüş. Fakat geçenlerde, Jakob’un araba sattığı ailelerden birisinin çocuğu Jakob’un izini bulmuş ve Jakob’a yıllar önce yaptığı model arabanın değişik açılardan çekilmiş fotoğraflarını içeren bir bellek kartını hediye olarak göndermiş. Ne kadar ince bir hareket yalnız…

Vardığımızda Jacob saatlerdir baktığı bu fotoğraflara bakmaya devam ediyordu işte. Yaşlı insanların hüznü de mutluluğu da bir başka oluyor.

***

Geceyi geçireceğim karavana doğru yürürken durup bir fotoğrafını çekmek istedim. Jacob bana arabalarını gösterirken Aram karavandaki ısıtıcıyı çalıştırmış, ışığı da gece vakti bir tatsızlık çıkmasın diye yanık bırakmıştı. Dolunay, yıldızlar filan ile beraber pek huzurlu görünüyordu her şey. Fakat hava o kadar soğuktu ki aşağıdaki titrek fotoğrafı öpüp başıma koydum.

Çok yorgun olduğum için fazla inceleyemediğim bu minik karavana sabah kalkınca göz attım. Artık karavan olayının bağımlılık yaratma potansiyelini çok net bir şekilde görebiliyorum.

Bu minicik arkadaşın içinde yatak, ocak, tuvalet, lavabo, gibi temel ihtiyaçların yanında kanepe, masa, elbise dolabı, çekmeceler filan gibi çok da zaruri olmayan ihtiyaçlara bile yer bulunmuştu.

Uzun uzun 4 metreye 2.5 metrelik bu alandan daha fazlasına ihtiyacım olmamasına rağmen hayatımdaki kalabalık ve gereksiz yayıntı üzerine düşündüm.

***

Ertesi günün büyük bir kısmını Aram ile sohbet ederek geçirdim. Bir ara -onca felsefe, politika sohbeti arasında fani bir detay olarak- aklıma diş fırçamı getirmeyi unuttuğum geldi. En yakın marketin nerede olduğunu sordum. Aram salata yapıyordu. Soruyu duyunca bir şey demeden içeri gitti. Birkaç dakika sonra döndü ve elindeki geyik omurga kemiğini çat diye önme koydu. Üstüne de ismimin baş harflerini yazdığı bir diş fırçası yerleştirdi. Sonra arkasını dönüp salatasını yapmaya devam etti. Kazık kadar adamım, böyle durduk yerde “burası benim evimmiş meğersem” şeysi yaşadım. Belki de evimdir gerçekten. Evinin neresi olduğunu bilen bir insan değilim.

***

Aynı gün yakınlardaki bir derenin yamacında yedim öğle yemeğimi.

Hava buz gibiydi.

Ama yine de oturdum düşündüm yani.

Tiger got to hunt, bird got to fly; Man got to sit and wonder ‘why, why, why?’ Tiger got to sleep, bird got to land; Man got to tell himself he understand.

(“Kaplan avlanmak, kuş uçmak, insan ise oturup ‘neden, neden, neden?’ diye sorgulamak zorunda. Kaplan uyumak, kuş konmak, insan ise kendisine anladığını söylemek zorunda”)

— Cat’s Cradle, Kurt Vonnegut.