Üzerinize afiyet, iki hafta kadar önce çok fena şekilde hastalandım. Çevremdeki herkes “ay sen kesin bi’ doktora git bak” dedi. İnsanlar çok tatlı. Kazık kadar olmama rağmen kendime bakmayı hâlâ öğrenememiş olmamın doğal bir sonucu olarak doktora filan gitmedim tabi. Israrlar dinmeyince ise “tamam tamam, gidiyorum” diye çıkıp doktor yerine Anoush ile birlikte Arizona’ya gittim.

Anoush’un evvelden planladığı Arizona seyahati sayesinde çok uzun süreden beri ilk kez lab’daki işlere ara verip bir süreliğine ortalardan kaybolma, tüm dijital gereçlerle ilişiğimi bir süreliğine de olsa kesme ve günlük hayatın rutinine dalıp kendini kaybettiği için aramıza sık sık dargınlıklar giren kendim kişisiyle yeniden aynı sayfada buluşmaya çalışma şansı yakaladım. Döndüğümde ellerim bilgisayar klavyesine yabancılaşmıştı (unutmaya ne kadar meyillilerse artık, 10 gün yetiyor keratalara).

Doktora gitmediğimden ne olduğunu tam olarak bilemediğim hastalığım sebebi ile bir süre sesimi yitirdim. Ama şaka değil, tamamen yitirdim. Öyle ki, o süre boyunca benim için günlük iletişimin fısıldamak ya da işaretleşmek dışında bir alternatifi yoktu. Başta çok sıkıntılı olacağını sandığım bu sessizlik içinde sürpriz bir huzur ve sükûnet bulduğumu itiraf etmek isterim. Belki okuyunca “e ne sandın” diyeceksiniz, fakat ben daha önce düşünmemiştim: Sesi olmayınca insan ne söyleyeceğini çok iyi tartıyormuş, ve aslında birçok şey söylenmese de oluyormuş. Eh, sesim sonra geri geldi. Geldiği iyi oldu, ama gelmese de olurdu. Yokluk içinde olmanın getirdiği bir bilgelik var. Birgün sadece fısıldayarak konuşmayı deneyin mesela. Bence olur yani.

***

Arizona ABD’nin Güney-Batı’sında yer alıyor. Konumu itibarı ile -çoğunlukla- çöl ikliminin hüküm sürdüğü bir bölge (fakat yükseklik değişimi çok fazla ve ani olduğu için yerel iklimlere rastlamak da mümkün). Arizona’nın ABD’de Amerika Yerlilerine (yani Kızılderililere)  iade edilmiş en büyük otonom bölge olan Navajo Ülkesi‘nin büyük kısmını da içinde barındırıyor olması gibi enteresan özellikleri var.

Fakat Arizona’ya gidiş sebebim tamamen doğa ile baş başa kalmak olduğu için, Arizona’nın kültür mirası ve insanları ile hiçbir alışverişim olmadı. Anoush kişisinin raslantı ve şans faktörünün istediğinde ipleri eline alabileceği şekilde hazırladığı üstünkörü plana istinaden oradan oraya sürüklendik.

***

İlk hedef adını herkesden binbir methiye ile duyduğum -ve aslında Utah eyalet sınırları içinde yer alan- Zion Ulusal Parkı idi. Zion’a doğru giderken birden kendimizi bir kar fırtınasının içinde bulduk.

Hava sıcaklığının 37°C olduğu bir yerden başlayıp yarım saatlik araba yolculuğu sonunda kar fırtınasına nasıl ulaştığımız sorusu akla geldi, fakat sesimiz kısık olduğu için tutumlu davrandık ve sormadık.

***

Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz tünel yaklaşık bir buçuk kilometre uzunluğunda olan ve Zion’u dış dünyadan ayıran dağın içinden geçiyor.

Tünelin öbür tarafından çıktığımızda dört tarafı muazzam yükseklikteki kayalarla çevrili bir vadide idik. Yer kabuğunun oyulması ile hazırlanmış bir beşik gibi olan, ve eriyen kar sularının yarattığı şelalelerin içine aktığı bu muazzam kanyonun içinden yukarıya doğru ilk kez baktığım anı ve o an yaşadığım hisleri kolay kolay unutacağımı sanmıyorum.

Bununla beraber, vadiye girişimizle alevlenen bu sıcak duygular, vadiyi ziyarete gelen insan kalabalığını keşfetmemiz ile yerini sıkıntılara bırakacaktı.

Sorun tek başına ‘kalabalık‘ da değildi aslında ve sorunu nasıl tarif edeceğimi ben de bilmiyorum, fakat bir yandan da bu konuda bir not düşmek istediğim için deneyeceğim. Özetle şöyle bir durum vardı: Tur otobüsleri ya da karavanlarla vadiye gelmiş insanlar ellerinde birkaç bin dolarlık fotoğraf makineleri ile kendilerinden bir önceki kişinin fotoğrafını çektiği şeyin aynı açıdan fotoğrafını çekmek için sırada bekliyor, birilerinin ellerine tutuşturduğu “Zion Ulusal Parkı’nda yapılması/görülmesi gereken X şey” listesinde boş geçtikleri madde kalmasın telaşı içinde ezberden bir koşuşturmaca ile hem kendilerini hem de etraflarındakileri heba ediyorlardı. Sanki Zion onlara bir şey anlatmaya çalşıyordu, fakat çok acelesi olan insanlar “he, he” deyip birbirlerini ite kaka bir sonraki hedefe geçiyorlardı.

Günlük hayatın her alanında etkilerine rastladığımız tüketim deliliği ve telaşın, tam da bunlardan uzaklaşmak için gittiğimiz yerlere de taşındığını görmek çok sıkıcı. Herkesin “hızlı hayata” ayak uydurduğu bu devirde doğal bir güzelliği ziyaret etmek, sanki gidilen yerlerin daha sonradan bakmak için fotoğraflarının çekilmesi hengâmesinden ibaret. Mevzunun “orada olmak” ile hiçbir ilgisi yok sanki; önemli olan “gitmiş olmak“. Gitmiş olmanın kriteri daha önceden tanımlanmış zaten, yani neyin fotoğrafının çekileceği de belli. Mis. Buradan girişimcilere şu stratejiyi benimsemiş bir iş modeli önerim var: “Fotoğraf makinenizi gönderin, sizin için gezdirelim, fotoğraflar ayağınıza gelsin“… Böyle bir hizmetin tutacağı günlere az kalmış olabilir.

Bir ara arkamda bir kadın var. Böyle göz ucu ile neler yaptığını izliyorum. Elinde epey pahallı bir SLR fotoğraf makinesi gövdesi. Üzerinde ise beş para etmez bir zoom lens. Sağ tarafımızda bir şelale var. MerhabaMerhabaMerhabaNeİyiEttinizDeGeldinizMerhaba filan diye akıyor. Kadın sağ elinde tuttuğu fotoğraf makinesini -vizörden bakmaya tenezzül bile etmeden- şelaleye doğru çevirip deklanşöre basıyor. Çıkırt çıkırt çıkırt çıkırt. Sonra bir de iPhone’unı çıkarıp aynı yerin fotoğrafını bir de onunla çekiyor. Kadın Zion’da olmadığının farkında değil, çünkü kendisi hâlâ iş yerindeki bölmesinde. İçimden omuzlarından tutup silkeleyesim, “sakin ol, kendine gel” diyesim geliyor. Ama sesim kısık. Diyemiyorum. Yine de içimde böylesi elitist bir hissin kendisine yer bulduğunu fark edişimle beraber iyice bunalıyorum. Nitekim belki de asıl anlamayan benim, ve bu düşüncelere mesai harcarken ben de en az o kadın kadar orada değilim. Velhasılı, bu kalabalığın içinde Zion’u değil, insanları yaşıyorum.

Küçük bir fikir alışverişi ile Anoush için de durumun farklı olmadığı ortaya çıkınca büyük bir heyecanla girdiğimiz Zion’dan garip bir hüzünle çıkıyoruz. Kafa radyomuzda bu çalıyor. Kalanlara mutluluklar.

***

Bir sonraki hedef Bryce: Zion’a 2-3 saat uzaklıkta meşhur bir ulusal park. Yani aynı kadınla bir de Bryce’ta karşılaşıp selamlaşmak zorunda kalmak da bir ihtimal. Henüz böyle bir hengâmeye hazır değildik. Bu yüzden Bryce’a yaklaştığımızı anladığımızda durup bir orman korucusuna “insanlardan uzak olmak istiyorsak nereye gitmeliyiz?” diye sorduk. Tarif ettiği yer bir ulusal orman idi. Gittik. Aşağıdaki fotoğrafın sağ üst köşesindeki tepenin ardında bir yerlerde kalan ormanda bir yere kamp kurduk. Kamp yeri belli olduktan sonra suyumu, yemeğimi ve uyku tulumumu aldığım gibi yürümeye başladım. Saatlerce yürüyüp kayboldukça bu yolculuğa çıkış sebebime yakınlaşıyordum filan. Bir şeyleri bulmak için bazen evvela kaybolmak gerekiyor. Sonunda nerede olduğumu anlamak için bir tepeye tırmandım. Tepenin zirvesinde bir kayanın üzerine serilip -rüzgar sebebi ile kokumu alamadığından olsa gerek- dibime kadar gelen bir geyik ödümü koparana kadar orada pinekledim.

Taş çatlasa 5 saat geçirmişimdir o kayanın üzerinde, fakat bol bol düşünerek geçti tüm vakit. Düşünmekten yorulunca uyudum. Uyanınca yine düşündüm. Öyle ki kayayı terk etmeye karar verdiğimde sanki yıllardır oradaymışım hissi yaşadım. Mesela en zarar verici ve can sıkıcı insan davranışlarının temelinde yatan eğilimleri düşündüğümü, insanoğlunun hastalığının temelindeki üç temel eğilimin “aidiyet“, “sahiplenme” ve “itaat” olduğuna inandığımı sonuca bağladığımı hatırlıyorum. O günden hatırladığım tek şey bu olsa da eminim oradaki düşünmeler esnasında bir ara dünyayı da ele geçirdim. Kesin maydanoz ve çekirdekli mandalinayı yasakladım. Eminim herkes, özellikle de çocuklar çok sevindi. Sonra muhtemelen yasaklar bize yakışmaz diyerek herşeyi geri serbest bıraktım. Büyük olasılık başta yasaklara sevinenler “ne cici diktatör” diyerek beni yine bağırlarına bastılar. Ve büyük olsaılık bir ara Türkiye’ye gittim. Sonra geri döndüm. Sonra tekrar gittim filan.

Geri dönmeden önce tepenin zirvesinde ödümü kopartan geyiğe çeşitli küfürler fısıldayarak dolanırken yerde altın otu öbeklerine rastladım. Altın otunun hastasıyım. Bu yazıyı yazarken monitörün hizasından bakınca Barhal’dan getirdiğim altın otlarına görüyorum misal. Hemen bir avuç topladım.

Çadırıma vardığımda altın otlarını, geyik omuruna diş fırçası iliştirip elime tutuşturan New Jersey’deki dostum Aram’ın eline tutuşturabileceğim bir büste oturttum. Çam sakızı çoban armağanı. Aram’ın salonundaki bir rafta duruyorlar bugün itibarı ile. Size yapılan bir güzelliğe daha kendinizce bir yanıt verdiniz Merenbey, gururlu musunuz? Estafurullah, benimki sırf unutamamaktan, büyütülecek bir şey değil. Olur mu hiç, sizi birincilik telinizi vermeden göndermeyeceğiz. Spiker birincilik telini Meren’in boynuna takar. Çok mahcup oldum, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Nasıl teşekkür edeceğinizi bilemediğinizi biliyoruz Merenbey, muhtemelen bana da altın otu getirirsiniz, ödeşiriz hahaha. Salondan coşkulu kahkahalar. Merenbey’in yüzünde kırgın bir gülümseme. Alkışlar. Spikere odaklanmış kameraya dönmeden önce rejinin kalbalığın içinden rastgele seçip ekrana getirdiği yüzler. Perdenin inişiyle beraber reklamlar. Arkasından New York, Tokyo, İstanbul, Zion Ulusal Parkı’nın jenerik fotoğrafları geçen takım elbiseli yavşak ve heyecanlı bir adam: “Fotoğraf makinenizi gönderin, sizin için gezdirelim, fotoğraflar ayağınıza gelsin. Hemen arayın, Feysbuk arkadaşlarınız kıskançlıktan çatlasın!“.

Gece. Uzun zaman sonra şehir ışıkları ile kirlenmemiş bir gökyüzü.

***

Ertesi gün Bryce Kanyonu’na yaklaşırken Zion’daki kalabalık ile karşılaşsam da umursamayacak kadar şarj olmuştum. Fakat Bryce’ta kalabalıktan eser yoktu. Meğer Bryce, Zion’a iki saat uzaklıkta olsa da çok daha az ziyaret edilen bir yermiş. Muhtemelen tur firmaları için potansiyel bir kar kapısı değil henüz…

Erozyonun şekillendirdiği ve koca bir amfi tiyatroya benzeyen Bryce’e bakınca aklıma nedense Antoni Gaudi’nin Sagrada Família isimli eseri geldi. Şoktan çıkıp da kendime geldiğimde kanyonun bir fotoğrafını çektim:

Yukarıdaki fotoğraf birkaç fotoğrafı birleştirerek oluşturduğum bir panorama. Daha büyüğünü isteyenler için buraya 1600 piksellik sürümünü yükledim.

Bu arada, Bryce’ı terk ederken bu oldu mesela:

Olaylar, olaylar.

***

Bryce’tan sonraki hedef Büyük Kanyon idi (hani şu meşhur Grand Canyon). Büyük Kanyon’a doğru giderken, gece için nerede konaklayacağımız konusunda bir fikrimiz yoktu. Amerikan Yerlilerine ait otonom bölgede araba sürerken bir tali yol gördük. Sürprize fırsat vermek için dönüverdik.

Tali yolda bir süre gittikten sonra Glen Kanyon isimli bir kanyonda olduğumuzu öğrendik.

Sonra da bölgedeki kanyonların heykeltraşı olan nehir ile tanıştık (Colorado River):

Su muazzam soğuk idi. Özümde çok cesur bir insan olduğum için içine girdim. Günlerdir üzerimde olan hastalıktan eser kalmadı. Sesim filan bile düzeldi.

O gecenin bir kısmını nehrin kenarında, dinleyerek ve izleyerek geçirdik.

***

Ertesi gün vardığımız Büyük Kanyon pek büyük idi (yapma ya). Bryce’tan etkilendiğim kadar etkilenmedim sanırım. Fakat yine de kenarında saatlerce oturup izledik. Sonra bu panorama’yı çektim (Büyük Kanyon’un bugüne kadar çekilmiş en sıkıcı fotoğrafı olsa gerek, fakat fotoğrafın en soluna ve en sağına baktığınızda yer kürenin efendi efendi ağaç çiçek gelirken bir anda içeri göçtüğünü görebiliyorsunuz mesela, bu da mı gol değil?):

Önceki panorama ile aynı hesap. 1600 piksellik sürümü burada.

Bu arada Büyük Kanyon’un uçurumlarının birisinin kenarında otururken yanımıza bir kuzgun geldi. Yüzükoyun uzandım, öyle birbirimizi seyrettik 20 dakika. Muhtemelen hayatımın en görkemli 20 dakikalarından birisi idi.

***

Sonra bir ara Sedona’da isimli şehirde idik. Yerleşim merkezinden uzak bir yerlerde yürürken şunu gördüm:

Fotoğraftaki, Amerikan Yerlileri’nin geleneklerinde önemli bir yeri olan ‘dreamcatcher’ isimli objelerden bir tanesi. Türkçe’ye ‘rüya yakalayıcı’ diye çevirsek olur sanırım (Güncelleme: İnternetler İmlâ ve Türkçeleştirme Amiri Duygu kişisiben olsam rüya kapanı olarak çevirirdim” diye e-posta attı, önerisi aklıma yatınca gerekli değişiklikleri yaptım). Amerikan Yerlileri bu rüya kapanlarını kendilerini kabuslardan korusunlar diye yaparlarmış. İlk kabus gördüklerinde ise rüya kapanlarının miyadını doldurduğuna kanaat getirip yeni bir tanesini eskisi ile değiştirirlermiş. Bugün ise rüya kapanlarına, Amerikan Yerlisi kültürü ile bağdaşmış ticari sembollerden biri olarak raslamak tek alternatif. Fakat yukarıdaki örnek aceleyle, fakat özenle yapılmış özgür bir rüya kapanı. Muhtemelen geceyi dışarıda geçiren birisi hazırlayıp yattığı yeri dekore etmiş, sonra da orada bırakmış (ben de bu sürprizi bozmayıp benden sonra görecek kişiye bıraktım).

Geri dönüş yolculuğundan bir önceki günü Sedona yakınlarındaki bir ıssızda 15 kilometre kadar yürüyerek geçirdik. Bir haftadır yıkanmadığı için pasaklılığı yeniden tanımlayan bir Meren olarak yağlı saçlarım ile modern insan formundan bir nebze uzaklaşmış olmanın haklı gururunu yaşıyorum.

Sedona’daki son gece de böyle idi:

Bu arada bu gökyüzü Dünya gezegeninin her yerinden görünüyor.

Seviyorsanız gidin konuşun bence.