Geçtiğimiz hafta Anoush ile beraber ABD’nin Maine eyaletindeki bir kasabaya gittik. Orada bulunduğumuz süre içinde Anoush kendisini Maine’in sükunetine emanet edip düşüncelere dalarken, ben de kaldığımız yere 15 dakika uzaklıktaki kütüphanede işlerime yoğunlaştım.

Maine ABD’nin doğu sahillerinin en kuzeyindeki eyalet. Kanada’ya sınırı var (haritada şöyle duruyor). Tahmin edebileceğiniz gibi kışları çok soğuk oluyor. Yaz mevsimi de sadece iki aydan mütevellit. Belki de biraz da bu sebeple Maine’in doğal güzellikleri menkıbesi gezegen üzerinde basmadık yer bırakmamak olan insan canlısının hırsından nispeten korunmuş vaziyette.

Maine şaşırtıcı derecede ‘eski’ geldi bana. Ama elbette iyi anlamda (‘eski’ kötü anlamda da kullanılabilecek bir şeymiş gibi bunu özellikle belirtmem çok iyi oldu bence). Misal, aşağıdaki gibi gaz pompaları ile çalışan benzinlikler var Maine’de. Ben bu Maine’i ısıra ısıra yemeyeyim de ne yapayım.

Maine’de Maine’e dair derinden hissettiğim bir diğer his de “sessizlik” hissi idi. Atlantik Okyanusu’nun irili ufaklı koylar ile işlemiş olduğu kuyı şeridi boyunca aşağıdaki gibi küçük ve tatlı kasabalar var. Okyanusun bittiği yerde yer kabuğunu ormanlar sahiplenmiş. Ormanların içine serpiştirilmiş göller, göllerin etrafına serpiştirilmiş evler…

Ama sessiz böyle.

***

Maine’de bizi Anoush’un amcası Chris ve eşi Nina misafir etti. Bu fotoğrafı çektiğim gün evliliklerinin 33. yıldönümü idi. Nice yıllara.

Chris ve Nina’nın evi büyükçe bir gölün kenarında. Maine’de geçirdiğim hemen her akşamı gölün üzerinde bir şeyler yaparak geçirdim.

Her ne kadar “nereye gidiyorsun” sorusuna verebileceğim nispeten pratik bir yanıtım olsun diye ısrarla oltamı yanımda taşımış olsam da, gölün üstünde geçirdiğim süre içinde en sık yaptığım şeylerden birisi gölün bataklığa dönüşüp bttiği koylarda hiç kıpırdamadan vakit geçirmek idi.

Nasıl ki derse giren öğretmen sınıfın gürültüsünü bıçak gibi kesiyorsa, -çok afedersiniz- doğaya giren insan da benzer bir şekilde her şeyin evvela bi’ irkilmesine sebep oluyor. Ve nasıl ki öğretmenin pasif olduğu durumda sınıf usul usul eski uğultusuna kavuşuyorsa, doğa da hareketsizliğime güvenip yavaş yavaş rutinine dönüyor (her gittiğim yerde deniyorum, %100 çalışıyor). Sonrası malum.

Gölün suyu berrak, fakat yukarıdan bakınca katran gibi görünüyor. Sonra orada bir nilüfer çiçek açıyor filan. İnsanın çekip çekip Fotokritik’e yollayası geliyor (hehe).

Oltayı içeri istikametli yolculuklarımı kamufle etmek için taşıyor olsam da balık tutmadan duramadım.

Fotoğraftaki bir ‘striped bass’.

***

Gölün ortasında bir ada vardı. Bu minicik adaya genellikle karadaki yırtıcılardan korunmak isteyen çakal kuşlar yuva yapıyorlarmış. Küçücük adanın üzerindeki koca koca ağaçlar aklıma Miyazaki’nin Totoro’sundaki ağaçları getirdi (bu arada Totoro’yu da hâlâ izlememiş olanlar var mesela; bence akıl almaz bir hadise).

Şu adaya bir gideyim de yırtıcılardan korunuyoruz diye böbürlendiğini tahmin ettiğim kuşlara günlerini göstereyim dedim. Fakat adaya adımımı attığım anda kuşların birincilik tellerinden yaptıkları ve yolumun üstüne bıraktıkları birincilik tacını görüp duygulara gark oldum.

Yani sen tut kuşlara günlerini göstereceğim diye çık yola, ama bir birincilik tacı ile 180 derece dönsün kişiliğin. Birazcık sevgi ne uzun mesafeler gidiyor (ve anlaşılan bunu kuşlar bile biliyor). Tacımı kafama koyup kuşları rahatsız etmemek için büyük bir itina ile arşınladığım adayı kısa bir süre içinde terk ettim.

***

Ve bir gece ormanda ateş böceklerinin misafiri idik.

Ve bu da böylelikle yaşanmış oldu.