Türkiye’de akademinin ahvali üzerine son bir-iki yıl içerisinde birçok yazı yazdım. Geçtiğimiz hafta ise bunlardan sonuncusu “Türkiye Akademisinin Arka Sokaklarından Tez Manzaraları” başlığı ile yayına girdi. Bir ara okuyun bence. Hatta bu yazıyı okumak yerine onu okuyun mesela. Çok samimi söylüyorum. Evet, yazı uzun, ama bazı mevzuları anlatmak da uzun sürüyor işte.

Herneyse.

***

Burada çok sevdiğim Fransız bir çift var. Hatta bu çiftin oğlan olanı (Lois) ile bu yazın başında harçlıklarımızı birleştirip ucuza bir yelkenli aldık biz. Orasını burasını tamir edip kullanılır hale getirdik.

Lois Perşembe günü “bu hafta sonu Lake Tashmoo’ya gidip teknede kalacağız, sen de gelsene” diye sorunca, artık bu tip davetlere hayır dememe kararı almış bir Meren kişisi olarak peki dedim. Yoksa aslında üzerinize afiyet bir depresyon hırkası giyip kafelerde pipo içesim, rüzgârlı iskelelerde gizemli adam olasım, ellerimi arkamda bağlayıp her şeyi sanki ilk kez görüyormuşçasına aval aval inceleyesim filan vardı. Ama efendiliği elden bırakmayan, bıraktığında da hemen geri alabileceği yerlere bırakmayı tercih eden bir mizacım olduğu için öyle şeyler yapmaktan imtina ediyorum (hehe).

***

Aşağıdaki Lois.

Zehir gibi bir mikrobiyal ekolog. Kendisi yeni bir ortamı istila eden bakterilerin kompozisyonunu belirleyen ekolojik dinamikleri araştırıyor. Misal bir domates bitkisinin gövdesinden çıkan yaprağı istila eden bakteri topluluğunun bireyleri havadaki meta-topluluğun bireyleri arasından deterministik olarak açıklanamaycak, rasgele seçilmiş görünen bir alt popülasyondan mı geliyor, ya da domates yaprağının sunduğu yüzey özelliklerinin yarattığı seçilim baskısı ne zaman devreye giriyor türünden sorulara yanıt arıyor.

Aşağıdaki de Lois’in eşi Julie.

O da okyanuslardaki süngerler ile karşılıklı çıkar ilişkileri içerisinde olan bakteri toplulukları süngerlerin filogenetik dağılımına benzer bir dağılım gösteriyor mu diye araştırıyor. Mesela filogenetik ağaçta bir sünger türü olan A diğer bir sünger türü olan B’ye ağaçtaki diğer sünger türlerinden daha yakınsa, A ve B süngerleri üzerinde yaşayan bakteri toplulukları da birbirlerine diğer sünger türleri üzerinde yaşayan bakteri topluluklarından daha mı yakındır, öyle ise neden öyledir, öyle değilse neden öyle değildir türünden sorulara yanıt arıyor.

Cici insanlar işte.

***

Bütün yiyecek/içecek alşverişini önceden yaptıkları için hiçbir şey getirmeme gerek olmadığını söylemişler, fakat akşam yemeğine renk katmak istersem balık tutabileceğimi eklemişlerdi. Ben de “tutamazsam rezil olurum” demedim, akşam yemeğinde balık sözü verdim. İlk balık tutma maceramın üzerinden epey zaman geçti. Artık neredeyse usta bir balıkçı oldum ben. Söz verdiğimde tutuyorum filan. Akıntının yemi derinlere doğru çekeceğinden emin olduğum stratejik bir noktada demirledik. Ve bir:

Ve iki:

Ve üç:

– Sıra bana da gelecek, ben de bir gün bütün bunları iade edeceğim.
– Yavşak Meren. Bu mudur özrün? Bununla mı teselli olayım?
– Sen ölüyorsun. Ben ise bununla yaşayacağım. Teselli nafile, ama kimin teselliye ihtiyacı oluduğu da bir muamma bence.
– Ben öleyim. Ve sen de bununla yaşa Meren. Ve sıra sana geldiği an tuttuğun bütün balıkları hatırla.
– Hepinizi, her birinizi hatırlayacağım.
– Evren de bunların hesabını versin, ızdırabı altında ezilsin.
– Ah balık, ne ironik, sen zaten tam olarak evrenin bunların hesabını verdiği deneyimisin.

– Ben de öyleyim…

– :(

***

Lake Tashmoo‘ya vardığımızda yavaş yavaş akşam oluyordu.

***

Aşağıdaki Ava. Bizim Fransız çiftin iki kızından birisi. Düne kadar birlikte geçirdiğimiz her 6 saatte en az bir kez sorduğu “Anoush nerede?” sorusuna cevap verme potansiyelim dışında hiçbir kıymetim yoktu gözünde. Çocuklar çok garip. Çocukluk çok garip. Dün Ava Anoush’un nerede olduğunu sormayı bıraktı ve beni ben olduğum için sevmeye karar verdi. Yani o kadar aşikârdı ki bu geçiş anlatamam.

Büyüklerin birbirlerini sevişleri çoğunlukla açıklanabilir temellere dayanıyor. Fakat bir çocuğun sevgisinin gizemli bir tarafı var bence.

Meren, pembe emziğimi mavi olanından daha çok seviyorum“. “Meren, beni biraz sırtında taşıyabilirsin“. “Anoush bana prenses demişti. Sanırım iki kere demişti. Yok, üç“. “Çişim gelirse sana söyleyebilir miyim? Bazen çok çişim geliyor“. “Kolyelerin çok güzel değil ama yine de güzeller“. “Meren, bak bu deniz kabuğunu senin için buldum“. “Meren, bak bu çiçeği senin için topladım, renk olarak mor, ve tam yedi yaprağı var“:

***

Hava kararmaya başaldığında yemek hazırlıklarına başlıyoruz. Lake Tashmoo’da ışık muhteşem.

Akşam yemeği menüsünde ise makarna, mantar ve sitemkâr balık var:

***

Gecenin bir kısmını hafif hafif sallanan teknenin dışında geçirdim. Tekne sallanınca ben de sallanmış sayıldım.

Kalan her şeyle olan ilişkimizin kendimize neyi referans aldığımıza göre tanımlanıyor olmasında çok temel bir problem var bence.

***

Ben küçükken evimizdeki duvarlardan birisinde bir manzara resmi asılı idi. Kahverengi çerçeveli, büyükçe bir resim. Yıllar boyu önünden geçtim bunun ben. Evin öyle bir demirbaşıydı ki tekrar tekrar önünde durup değerlendirmeye gerek yoktu işte. Muhtemelen evi yeni yeni keşfettiğim, evdeki eşyaların envanterini hazırladığım günlerden kalma bir malumatım vardı resimle ilgili; yeterdi artardı bile. “(…) Evet. Yaz kızım. ‘Sandalye’. 6 adet. B_unların ev temizliği esnasında masanın üzerine kaldırıldığını görürsek birisini düşürüp kafamızı yaralım, Trafik Hastanesi’nde kafamıza 12 dikiş atılsın. Tabi Meren bey. ‘Üçlü koltuk’. _Kadife minderli. Elini bu minderler üzerinde sağa sola hareket ettirerek resim yapmak mümkün Pelinciğim. Doğrudur efendim. Yazdım. Peki. ‘Radyo’. Yanına “bir ara içi açılacak, aynı şekilde kapatılamayınca anneden ayakkabı çekeceği ile sopa yenilecek” diye not düşüver. Tabi Meren bey. Hmm. Başka başka .. evet burada bir de manzara resmimiz var. Dağlar, ağaçlar. Yazdım efendim. _Güzel. Buna bir daha dönmeye gerek yok. _Tamam. Salon şehri de böyle. Bence lavlara düşmeden kalemize geri dönebiliriz. Emriniz olur efendim (…)“.

Kardeşimin doğduğu günü dün gibi hatırlıyorum. 7 yaşımdaydım. Okuldan eve geldikten sonra uzun bir süre annemin yatak odasına gidememiştim. İnsan bir travma yaşarken etrafındaki her şeye yabancılaşıyor. Ellerini arkasında bağlamış, at hırsızı gibi evinde, sokakta, iş yerinde her gün gördüğü şeyleri ilk kez görüyormuşçasına inceleyen insanlara gidip çat diye sarılabilirsiniz bence. İçlerinden birisi de çıkıp “n’apıyorsun kardeşim” demez. Diyebilecek olsa o eller arkada bağlı olmaz zaten. Kardeşimin doğduğu gün o manzara resminin önünde dikilirken hatırlıyorum kendimi. Belki de yıllardır ilk kez resmin kendisine bakıyor, _yıllarca aklımda ‘_güzel manzara resmi‘ diye yer etmiş resmin aslında son derece baştan savma bir eser olduğunu, ne ağaçların ağaca, ne dağların dağa benzediğini fark ederek büyük bir şaşkınlık yaşıyordum. Bugünlerde ise ellerim arkada bağlı, vaktinde çerçeveleyip duvara astığım kabulleri inceliyorum. Ne ağaçlar ağaç, ne dağlar dağ? İnanmaszısınız, çoğunlukla öyle.

Yellowstone‘dan döndüğümden beri bir şeylerin önem sırasını yeniden belirleme vaktimin gelmiş de geçiyor olduğuna dair bir panik içerisindeyim. Ani kararlar vermekten imtina ediyor olsam da geçtiğimiz birkaç haftalık süreçte İnternet hayatıma son verdim, bilimi bırakıp fotojurnalist oldum, Küba’da bir tütün tarlasında çalışmaya başladım, Tuva’da çoluğa çocuğa karıştım, Arpat’ı hayattan bezdirmek için İsviçre’ye taşındım, Türkiye’ye gidip baraj inşaatlarını sabote ettim, Melbourne’de bir laboratuvarda bir teknisyen oldum, Çoruh Üniversitesi’nde bir akademisyen oldum, Barhal’da bir çoban oldum, filan. Kısa, orta ya da uzun vadede bu saydıklarımdan birini ya da birkaçını yapmak veya hiçbirisini yapmamak gibi planlarım var ve de yok.

Mümkün olan bir ton şey arasından bir-iki tanesini seçiyoruz. Ne mutlu elleri arkasında kavuştuğunda bile seçimlerine olan inancını yitirmiyor olana.