Kaptanın seyir defteri, 7 Kasım 2012: Seçeneklerim ve ümidim hızla tükeniyor. Artık dışarıdan bir yardım gelmeyeceğini kabullendim.

Kaptanın seyir defteri, 8 Kasım 2012: _Büyük ümitlerle hazırlandığım taarruzlarım da netice vermeyince geçtiğimiz bir haftalık süreçte evin geri kalanındaki kontrolümü tamamen yitirdim. Kimseye dargın değilim, fakat i_şin bu noktaya varacağını öngöremediğim için zaman zaman kendime dargın hissediyorum. Öte yandan ödediğim bedeli düşündüğümde kendimi karşıma almak, başını omuzuma koyup ‘boşver, affediyorum seni’ diyesim geliyor._

Kaptanın seyir defteri, 9 Kasım 2012: _Tüm evin bana ait olduğu günlerin solgun hatıralar her geçen gün daha da ihtişamlı görünüyor gözüme. Tüm evden geriye bir tek odam kaldı. Odam son kalem. Ve odam için sonuna kadar mücadele etmeye kararlıyım.

Kaptanın seyir defteri, 10 Kasım 2012: _Geçen günlerde şiddeti iyiden iyiye artan çarpışmalar, ve düşmanın taarruz san’atındaki yaratıcılığı, bana ‘alan savunmasının’ kalan tek alternatifim olduğunu gösterdi. Şu an daha fazla yazamayacağım.

Kaptanın seyir defteri, 11 Kasım 2012: _Gurur yapacak lüksüm yok, evin geri kalanı da artık umurumda değil. Bugün elimde kalan son materyalleri ve enerji kırıntılarını kullanarak savunma odaklı hazin bir bariyer inşa ettim. Elbette düşmanın durumu fark etmesi hiç zaman almadı. Artık gözlerinin içine bakmaktan korkmuyorum.

Acınası bariyerim beni ne kadar koruyabilir bilemiyorum. Fakat düşmanın son zamanlarda sık sık başvurduğu “gece saat 4’te odaya girip bardakta ıslattığı patilerini Meren’in yüzüne koyma” saldırısı kadar yaratıcı yeni bir şeyler bulup bariyerimi alt edeceğinden hiç şüphem yok. B_ariyerin arkası şimdilik sakin. Bununla beraber galibi belli olan bir mücadele içinde çaresizce çırpınıyor olduğumun, günlerimin sayılı olduğunun da farkındayım. _Pozitif düşüncelere yoğunlaşmaya çalışıyorum. _Eğer bir daha yazma şansım olmazsa şunu hatırlayın ne olur: ben de sizleri çok sevdim. Dilerseniz benim için Pink Floyd’dan “Hey You” çalıp, mezar taşıma da şöyle yazın:

Everything was beautiful and nothing hurt (except the cat).

Elveda,

_Meren kaptan,

Woods Hole_“.

***

Oda savaşlarının devam ettiği bir esnada tamamen raslantı eseri karşıma çıkan bir fırsatı değerlendirerek cepheyi terk ettim. Nasılsa gurur yapacak lüksüm yoktu. Dizüstü bilgisayarımı aldığım gibi School of Fresh Water Sciences isimli enstitüde profesör olan Sandra McLellan’ın daveti ile doktoram esnasında geliştirdiğim ve çevremdeki mikrobiyal ekologların yavaş yavaş ilgisini çekmeye başlamış olan ‘oligotyping‘ isimli metot üzerine bir konuşma vermek üzere Milwaukee’ye gidiyordum.

Mikrobiyoloji, ekoloji, biyoenformatik, ya da mikrobiyal ekoloji alanları ile ilgili kişiler için bir ara bu konularda daha fazla yazmayı planlıyorum. Ama şimdi Milwaukee’ye nasıl gittiğimden bahsedeyim.


Sandra’nın geçen yıl içinde yayınladığı makalelerin ‘bir kısmı’.

Bundan bir ay kadar önce çalıştığım ensitü olan MBL’de oligotyping üzerine bir seminer vermiştim.

O sıralar hasbelkader MBL’i ziyaret ediyor olduğu için seminerin dinleyicileri arasında Sandra da vardı. Ben kendi ürettiğim her şeyi olduğu gibi oligotyping’i de seminer boyunca yerden yere vurdum tabi. Bir noktada “oligotyping mikrobiyal çeşitliliği 16S verisi üzerinden açıklamakta diğer metotlara nazaran daha iyi olabilir ama aslında şöyle kötü, böyle kullanışsız, burası hiç elegant değil, zaten ben oligotyping’den de, kendimden de, sizden de nefret ediyorum, tüm insanlığın da canı cehenneme, bak insanlık için çalıştık sokakta kaldık, atom fiziği de profesörlük de yerin dibine batsın, adi bir kumarbazın salak kızına rezil …” filan diye kaptırmış giderken Sandra söz alıp “ee söyle bakalım Meren efendi, bu metodu iyileştirmek için neye ihtiyacın var?” diye sordu. Ben de açık açık söyledim: “1 haftaya ihtiyacım var; kimsenin beni rahatsız etmediği, kafamı toplayıp tüm enerjimi yeni metodu ifade etmeye harcayabileceğim ‘1 hafta’” dedim. “Anlıyorum” dedi. Bu böyle kaldı.

Sandra Milwaukee’ye geri döndükten sonra kendisinden şu tatta bir e-posta aldım:

Meren, bir seminer vermen için seni Milwaukee’ye davet ediyorum.

Kabul edersen ‘1 haftalık’ (smiley) ziyaretin için otelini ve uçak biletlerini hemen ayarlayacağım.

Sandranın bu inanılmaz jestini kabul edip Milwaukee’ye gittim (zaten evde kedi kuvvetleri ile giriştiğim harp yüzünden bitap düşmüştüm). Seminerimden sonraki bir haftanın çok büyük bir kısmını göle nazır otel odamda yeni metodumu geliştirmek için harcadım ve iskeletini bitirdim. Aldığım ilk sonuçlar ziyadsiyle tatmin edici idi (ve her geçen gün daha iyi sonuçlar alıyorum).

MBL’e döndüğümde yeni metottan ve oligotyping’in pabucunun dama atılmak üzere olduğundan bahsettim. Epey karışık tepkiler aldım:

Sonra geçen gün konferans salonunda bir sunum dinliyordum, konuşmacı sunumun perdesini yukarı kaldırınca ortaya çıkan beyaz tahtanın üzerinde şu yazıyordu (mevzuyu bilen birkaç kişi oturduğu yerde inflak etti):

Sonra MBL’deki çalışma arkadaşlarımdan olan Sharon, bana gönderdiği e-posta ile duygularını şöyle ifade ediyordu (önce çok güldüm, sonra “acaba ciddi mi lan” diye düşündüm):

En çok da Arpat’ın zorlaması ile hem yeni metodun hem de oligotyping’in makalesini yazmaya çalışıyorum. Yayınladıktan sonra daha ikisi hakkında da daha çok atıp tutmayı, bir yandan mikrobiyal dünyadaki çeşitlilik ve bakteriyel topluluk dinamiklerine dair ortaya çıkardıkları enteresan hikayelerden örnekler verirken bir yandan da ikisini birden yerin dibine sokmayı ümit ediyorum. Çünkü atom fiziği de profesörlük de yerin dibine batsın.

***

Milwaukee’de geçirdiğim süreç içinde her sabah Sandra ile bir kafede buluşup hem benim geliştirdiğim metot hem de onun verilerini nasıl analiz edebileceğimiz üzerine tartışıyorduk.


Elde ettikleri sonuçlara son derece kuşku ile yaklaşan Sandra ve Meren.

Sandra ile çalışmak büyük bir keyif idi gerçekten. Ben genellikle derdini peçete ile anlatangillerden geliyorum. Arşimed’in kaldıracı, Meren’in peçetesi. Bana yeterince peçete verin, bildiğim en karışık şeyleri masal anlatır gibi anlatayım.

***

Seminerimin olduğu gün Sandra’nın lab’ında çalışan doktora öğrencileri ve doktora sonrası araştırmacılar bana Milwaukee’yi göstermek itediler. Kabul ederken beni tutup bir bira fabrikasına götürecekleri aklıma gelmemişti tabi.

Milwaukee şehri birası ve peyniri ile meşhur Wisconsin eyaletinde olduğu için, şehir içinde irili ufaklı bira fabrikalarına raslamak mümkün. Beni oraya götürenlerin bilmediği şey ise bir bira ile sarhoş olan Meren kişisini seminerinden 4 saat önce bira fabrikasına götürmenin aslında ne kadar riskli olduğu idi.

Bira fabrikasındaki tur esnasında o ale senin bu lager benim biraları tadarken, nasıl olduğunu şu anda tam olarak hatırlayamadığım bir şekilde turdaki diğer 15 kişi tarafından “Bung King” seçildim.

“Bung” dediğimiz şey bira fıçısının tıpası oluyor. Aşağıdaki fotoğrafta kral ilan edilerek teslim aldığım ve bira fabrikasının demokratik ortamının bir anda bendenizin egemenliği altındaki bir teokrasiye dönüşmüş olmasının nişanı olan tacımı görüyorsunuz (hâlâ saklıyorum, günün birinde çok enteresan bir şekilde hayatınıza girebilir, hazır olun):

İnsanların beni kral seçerek aslında çok büyük bir yanlış yaptıklarına dair hisleri, kendilerini karşıma alıp dünyayı nasıl ele geçireceğime dair planlarımı anlatırken epey kuvvetlenmiş olmalı:

Fakat artık çok geç idi elbette.

Çünkü öyle oluyor işte.

Bir kez ihtiyacınızın olmadığını düşündüğünüz özgürlüklerin elinizden alınışına göz yumuyorsunuz, ve bir sonraki karede otorite karşınıza geçmiş biir bir anlatırken koyun gibi dinlemekten başka alternatifiniz kalmamış oluyor.

Başta “ay ne olacak ayol, sevinsin çocuk” diyenler şimdi alsın bakalım o tacı elimden. Kırırım o elleri :(

***

İçtiğim biraların ardından kanımdaki alkol miktarının karaciğerim tarafından metabolize edilebilecek seviyenin üzerine çıkması nedeni ile yaşadığım sarhoşluk hissi, “Bung King” olarak bir anda elde ettiğim güç ve statü ile yapabileceğim şeylerin hayalinin beynimin üstesinden gelebileceği büyüklüğü aşması ile yaşadığım sarhoşluğa karışmıştı. Açıkçası seminer için geri dönerken hâlâ epey sarhoştum (bir ara arabayı bir dövmecinin önünde durdurup “kaşımı deldireceğim” diye ısrar ettiğim, “şimdi olmaz Meren, konuşmana geç kalıyoruz” dediklerinde ise “kralım lan ben” diye ortalığı yıktığım rivayet ediliyor).

***

Seminer alanına vardığımda beni büyük bir sürpriz bekliyordu.

Belki de günlüğümde Moose Drool’dan bahsettiğim yazıyı okumuş olan birileri kendilerine kalbimi nasıl ebediyen kazanabileceklerine dair bir ipucu vermişti:

Hepsinin üstüne sevinç sarhoşluğu da eklendi.

Fakat seminer tahmin ettiğim kadar kötü geçmedi. 1 saatlik süremi 50 dakika konuşma, 10 dakika soru cevap olarak kullanmayı planlamıştım, fakat o 10 dakikalık soru cevap kısmı 40 dakikaya ulaştı.

Bilim ile haşır neşir olan birisi olarak en büyük tatminimi araştırmalarımın insanlara verdiği yanıtlar üzerinden değil, araştırmalarımın insanlara sordurttuğu sorular üzerinden alıyorum. Son zamanlarda bilimi bırakma ve başka bir şeyler yapma fikrine iyiden iyiye ısındım. Belki de verdiğim yanıtların aldığım soruları geçtiği gün “tamam, buraya kadarmış” diyeceğim.

***

Yavaş yavaş iyileşiyorum. Hepimiz yavaş yavaş iyileşiyoruz. Bariyer de %100 çalışıyor.


Bana yalanlar söyle. Tatlı yalanlar.