Bu gün, yani Syd Barrett’in ölüm gününde bisikletime atladığım gibi St. Charles Caddesi üzerinden New Orleans’ın merkezine doğru bir seyahate çıktım. İş merkezlerinin, yüksek kulelerin arasında biraz dolandıktan sonra Amerika’nın meşhur değerlerinden birisi olan French Quarter’a attım kendimi. Eğlencenin sınırlarının ziyadesiyle genişlediği fena halde turistik bir semtimiz olarak French Quarter’ın sokaklarında dolaşırken saat akşamüstü 16:00’yı gösterirken dahi striptiz barların önünde dikilen ve elinde “bottomless” yazan kartonlar tutan yağız delikanlılarla göz göze gelmek ve etrafa “yok ben almayayım” bakışları atmak eşsiz bir his.

Her neyse. Öz portre mevzusu diyordum. Öz portre fotoğrafçının kendi kendisinin fotoğrafını çekmesi olarak tanımlanabilecek bir eylem (“yok yaa?” dediğiniz duyar gibi oluyorum). Bana sorarsanız her öz portre uzun uzun incelenmeyi ve yorumlanmayı hakeder; bunu bence her fotoğraf hak eder, fakat öz portreler daha çok hak ederler. Çünkü öz portre çekerken fotoğrafçı merakına yenik düşmüştür. Herkesin izlediği bir dünya içerisinden vizörü vasıtası ile izole edip yalıttığı, kendi eleştirel seçkilerini ölümsüzleştirmeyi kendisine iş edinmiş bir kişinin kendi kendisini nasıl göstereceği, kendisini de merak içerisinde bırakan meta bir olaydır sonuçta.

Bu gün kendimi ikinci kez kendimin fotoğrafını çekmek için fotoğraf içine yerleştirdim.

İlki 2003 yılında idi, Çanakkale’de, ikincisi de 2006 yılında New Orleans’ta:

Bu arada aklıma geldi, Mehtap Baki, ismi “Otoportre” olan yukardaki ilk fotoğrafım için şunları yazmıştı:

Kendini vizörün arkasına saklamayan, kendinden ne çıkacak acaba diye merakla yansımasına bakan bir adam görüyorum ben burada… Ama dediğim gibi vizörün arkasına saklamadığı için, kendine içerden değil de dışarıdan bakıyor, yani özportreden çok “otoportre”…

Kapalı pencerenin üstündeki yüzün arkasındaki karanlık, yandaki açık pencereden sızıyor, dışı mavi-kırmızı, içi siyah… Öndeki halatlarla, çizgilerin belli bir düzende dağılamaması -paralellik olamaması, üçgenler oluşmaması- bize bir karmaşayı haber veriyor gibi… Ama sade bir karmaşa…

Fazla mı anlam yüklemeye çalıştım bilmiyorum, ama fotorafçıların kendilerinden çok şey verdikleri “portre”lerine bakmayı onlara dair ipuçları bulmayı seviyorum… Fotoğrafçı diye geçinen herkesi fotoğrafçı sayarsak, her içinde sureti görünen kareyi “kendi”leri sanıyorlar…

Bence de öz portre tamamen sureti fotoğraflamak değil, hatta belki de bununla hiç ilgisi yok. Önemli olan bunu yapmanın milyonlarca yolundan hangisinin tercih edildiği. Bunun arkasındaki nedenleri sorgulayarak insan kendisini çok enteresan bir yerde bulabiliyor.

Helmut Newton yaşamını bir otomobil kazası ile kaybetmiş, fotoğraflarını ilgi ve saygı ile izlediğim bir diğer büyük fototoğrafçı. Şu adresteki fotoğraflarına göz atarken şu öz portresine ihtimam göstermeyi ihmal etmeyin.

Burada da hepimizin gönlünü çalıp fotoğraflarına hapsetmiş olan Henri Cartier Bresson’un bir öz portresi var. Bu beyefendiye daha sonra döneceğiz.

Ayrıca Pinhole konusunda yazacağım şeyler var, biliyorum.