Kısa bir Ara: Bir Fotoğraf İnsanının İtirafları.
Bu bir nevi ortaokulda kendimize sorduğumuz “Bu hayat ile ne yapacağım ben? Onu nereye, ne yapmak için harcayacağım?” sorusuna benziyor. Bunlara ortaokulda da net yanıtlar verememiş bir mühendisin bir hobi olarak kalması gereken bir mevzu ile ilgili benzer bir tuzağa düşmüş olması gerçeği, arada bir “hayat sürprizlerle dolu değil” diyen ben ile bir tokat samimiyetinde buluşmuştur. Her neyse.
Son zamanlarda belki biraz fotoğrafın “benim istediğim gibi” anlaşılması gereken bir şey olduğundan emin olmak, belki biraz “benim olması gerektiğini düşündüğüm” gibi yorumlayabilme yüzü bulabilmek için ya da belki de gerçekten üzerine inşa edeceğim teoriler için geçerli ve güçlü bir aksiyomlar zemini hazırlayabilmek için fotoğrafa en doğru bakış açısının ne olduğunu bulmaya çalışıyordum.
Belki bu sayede kendi yaptıklarımı haklı bulabilecek, kendimi “anlamsız bir çaba” korkusundan kurtaracak, ya da kurtulmanın eşiğinde hissedecektim. Bunu sadece kendim için yapmamak, benim gibi düşünen diğer insanlar için de anlamlı bir şeyler ortaya koymuş olmak adına üşenmeyip, araştırmalarım ve okumalarım esnasında edindiğim derlenmiş düşüncelerimi yazma zahmetine de katlandım. Şu ana kadar -makaleyi indiren her 3 kişiden 1’i okusa- yaklaşık 2000 kişinin okuduğu, insanlardan çok olumlu eleştiriler alan ve kitap haline getirilmesi konusunda önerilerin de geldiği “Fotoğrafı Anlamak” isimli kısa makaleye “ben de göz atmak istiyorum” diyenler kendisinin PDF’ine buradan erişebilir. Belge gelişmeye devam edecek, sadece yeni bakış açılarına da yer verilerek.
“Fotoğrafı Anlamak” isimli makalenin şu anki sürümünde anlatılanlar doğruluğunu koruyor. O makale içerisinde fotoğraf ve onun kapsadığı değerlere dair üretilebilecek tanımlardan “birisinin” bakış açısı ile yapılmış değerlendirmeler var. Sadece benim için geçerliliklerini bir miktar yitirdiler.
Başta herşey tamam gibi idi, tünelin sonunda huzur ışığı görünür gibi idi. Fakat olmadı. Ben -yani ailenizin fotoğrafçısı Meren-, kendi fotoğraflarımda bir şeyin eksikliğini hissetmekten kurtulamadım.
“Fotoğraf nedir?” sorusunun kendi içerisinde tutarlı bir yanıtını vermiş, kimilerini tatmin etmiştim. Kimileri bu tanım ışığında çalışmalarını çeşitli formlara soktular belki, belki ne yapmak -ya da ne yapmamak- istediklerini daha bir iyi anladılar. Fakat kısa bir süre sonra ben tatmin olmadığımı anladım.
Ne yazık ki ben adım atmadan önce -bir süreliğine de olsa- kendi içerisinde tutarlı bir zemine ihtiyaç duyan bir insanım. Belki mühendis olmanın yarattığı ekstra bir perfeksiyonizm, belki bir mesleki dezenformasyon bu, ya da belki gereksiz bir telaş, belki de Oğuz Atay’ı bu kadar çok sevmemin nedeni. Evet, devam etmeden önce ne yaptığım ve ne yapmak istediğim ile ilgili bir karar vermem gerektiğini düşünmeye başlamıştım ki üstüne yıllar önce Cristiano Corte ile tanıştığım gibi Craig Mammano ile tanıştım. Üstüne James Nachtwey bana “yapabiliyorsan kendini bir kenara bırak, olabiliyorsan şahit ol” dedi. Küçük fotoğraf dünyam başıma yıkıldı :) Fotoğraf ile ilgili yeniden, fotoğraflarımın büyük çoğunluğunda tek başına bir yerlerde oturan, ayakta duran, düşünen insanlar gibi hissetmeye başlamıştım.
Yeniden araştırdım, yeniden okudum. Düşüncelerim bir form kazanmaya başlamış, kafamda bir şeyler netleşmeye başlamıştı ve bu gün, Henri Cartier-Bresson’un bir kitabını okurken beni rahatsız eden şeyin ne olduğunu anladım, benim yarattığım dünyada eksik olanın ne olduğunu buldum. Anlayacağınız hazıra kondum ve bu hayattan iki gün daha kazandım. Bu arada zaten bu yazıyı, günün birisinde, belki benim şu anda olduğum noktada olan bir fotoğrafçıya iki gün kazandırırım diye yazıyorum.
Henri Cartier-Bresson şöyle diyordu yaklaşık 50 yıl önce yazdığı kitapta:
Bana göre fotoğraf, bir olayın anlamının ona kazandırdığı ifadenin ortaya çıkardığı eşsiz formların bir organizasyonuna, saniyenin kesirleri arasında yapılan eşzamanlı bir tanıklıktır.
İnanıyorum ki yaşamak eyleminin doğası yüzünden, birisinin yaptığı keşif çevresindeki dünyayı keşfi ile uyum içerisinde gerçekleşir, ki bu (çevresindeki dünya ile ilgili görüşeri) hem çevresindeki dünya ile ilgili keşiflerini (dışardaki dünyayı görme şeklimizi, içimizdeki dünyayı) hem de keşif ettiği dünyanın kendisini (dışardaki, gerçek dünyayı) etkileyebilir; bizim içimizdeki ve bizim dışımızdaki bu iki dünya arasında bir denge tutturulmalıdır. Bu çift taraflı ve devamlı sürecin bir sonucu olarak bu iki dünya tek bir forma dönüşür: işte bizim iletmemiz gereken dünya da budur.
Evet. Bence de böyle bir dengenin var olduğunu bilmek gerekli, benim de tam olarak canımı sıkan şey tam da bu idi işte. Ben bu yüzden Andrzej Dragan gibi bir fotoğrafçı olmayacağım. Mesela yine bu yüzden Mehmet Turgut‘un çektiği fotoğraflar bana bir şey ifade etmiyor. Ve yine bu yüzden Elliott Erwitt‘in hastasıyım ve eski fotoğraflarımın %95’ini çöpe atoyorum.
Ayrıca bir gün önce artık Fotokritik ve diğer paylaşım sitelerine fotoğraf göndermemeye karar verme sebebimin yarısını biliyordum, bu gün geri kalan yarısını da anlamış oldum :)
12 yıl. Modern fotojurnalizmin babası sayılan, Magnum Photo isimli çılgın oluşumun 4 atlısından birisi olan büyük Henri Cartier-Bresson’a Robert Capa şunu söyleyip HCB’nin vizyonunu silkeleyip kendine getirdiğinde HCB 12 yıldır fotoğraf çekiyordu:
Don’t keep the label of a surrealist photographer. Be a photojournalist. If not you will fall into mannerism. Keep surrealism in your little heart, my dear. Don’t fidget. Get moving!
Bu yüzden beni yargılamayın, ben daha çok gencim ;)
Bu söylediklerim elbette yalnız beni bağlıyor, bir fotoğraf insanı olarak hiç bir şeye ultimate bir cevap bulma gayesinde değilim. Beni takip edip daha önce söylediklerimi ve yaptıklarımı doğru kabul edenlerden özür dilerim, bazı konularda çok ikna edici idim, biliyorum, fakat yanılmışım ve yine yanılıyor olabilirim.
Artık yeniden özgürüm, düşünme süreci sona erdi, yasaklar kalktı.