Hayvanat bahçelerini oldum olası sevmedim.

Aklı başında herhangi bir kimsenin de, -bu güne kadar yapmamış dahi olsa- üzerinde biraz düşündüğünde sevebilecek bir şey bulabileceğini zannetmiyorum.

Bundan 50 yıl önce belki insanlar hayvanları bu şekilde alıkoymak için şu gün koşulları ile kıyaslandığında mantıklı bir takım gerekçelere sahiplerdi. Fakat iletişimin geldiği nokta itibarı ile bir hayvanat bahçesinin kolayca sahip olamayacağı hayvanları bile doğal ortamlarında izleyebiliyor, haklarında hayvanat bahçelerinde kafeslerin yanında yazan bilgilendirme küpürlerinin verebileceğinden daha fazlasını öğrenebiliyoruz. Ne çocuklara hayvan sevgisi aşılamak için, ne de egzotik hayvanları tanımak için hayvanat bahçelerine ihtiyaç var. Hayvanat bahçelerinin varlığını anlamlı kılabilecek tek şey onların bir rehabilitasyon merkezi ve doğal hayatı koruma adına nesli tehlikede olan canlıları korumak olabileceğine inanıyorum.

Öte yandan bu tip bir tesisin finansmanını sağlamak için yine hayvanları kafese koyup insanların ziyaret etmesini beklemek gerekliliği ve aksi muhtemel bir olasılıkta yeterince kâr getirmeyeceği için ticari iştirakçilerin böyle bir merkez inşasına hiç bulaşmayacakları ihtimali de dünyanın en yayılmacı ve saygısız canlısı olan insanoğlunun bir ayıbı olarak ilkokul kitaplarında dahi okutulmalı bence.

Bir dönem TÜBİTAK’ta hayvanat bahçelerinin modernizasyonu için bir projeye girişen, Kardak krizine ve tarih boyunca bize yaptıkları türlü terbiyesizliğe rağmen Yunanistan’a, Aigina Adası’na gidip EKPAZ’da yabani kuşların rehabilitasyonu ve doğaya yeniden kazandırılması için gönüllü olarak çalışan ve bir Panter Emel kadar olmasa da hayvan sevgisi yüzünden çekmediği kalmamış kıymetli biyolog eşimin de bu düşüncelerimin şekillenmesinde payı büyüktür.

Bu haftasonu onun teklifi ile Audobon Zoo’ya gittik. En son hayvanat bahçesi görüşümün üzerinden takriben 20 yıl geçti. Beni en son Arif Eniştem götürmüştü bir hayvanat bahçesine.

Arif Enişte demişken kendisinden biraz bahsetmek istedim şimdi. Arif Eniştem ile tanışıklığımın sebebi kendisinin Annem vesilesi ile Teyze-Yeğen statüsünde tanıyor olduğum Saadet Teyzemin eşi olması idi. Saadet Teyzenin aklımda kalan en ciddi karakteristiği sertliği idi. Kendisi kesinlikle şişman, açık sözlü, hem tatlı hem de ürkütücü bir elektrik alınabilen dağ gibi İzmir cadalozlarından birisiydi. Arif Enişte ise eve geldiğinde çocuklar için şeker getiren, çocuklar şekerleri yerken de krem rengi Anadol marka pikapını satıp dört kapılı kahverengi bir Renault aldığında nasıl da hep beraber gezip dolaşacağımızı anlatan, bıyıklı tatlı bir elektrik ustası idi hatırladığım kadarı ile (o günleri bu kadar az hatırlıyor olmamın kimin kabahati olduğunu bilmiyorum). Kendisi teyzemin aksine, sakin, tığ gibi, kara-kuru uzun boylu bir adamdı.

Zamanında anneannemden ve kıymetli annemden duyduğuma göre, teyzem ile evlenmeden önce mahallenin kök söktüren serserilerinden birisi olan nezaret kuşu bıçkın Arif Eniştesi, deli gibi aşık olduğu ve bir şekilde evlenmeyi başardığı teyzem tarafından kısa bir süre içerisinde dize getirilmiş, sürekli dayak tehtidi altında varlık göstermeye çalışan azılı bir kılıbık statüsüne hızla terfi ettirilmişti. Çeşitli şekillerde her birimizin kafasında bir karikatürü olan “baskın kadın/ezilen erkek” modunu çok başarılı bir şekilde icra eden bir çiftti bu kimseler uzun lafın kısası. O zamanlar herkesin onlar hakkında bildiği, fakat kimsenin dile getirmediği tek büyük sorunları çocuklarının olmuyor oluşu idi.

Teyzemin sertliği, eniştemin yumuşaklığı ve çocuklara olan aşkı bu şekilde açıklanıyordu. Çocuktum tabi, basmıyordu kafam o zamanlar. İnsanlar bu tip derin konulara girince benim içimde hemen anneanemin bahçesine çıkıp dedemin evinin önündeki incir ağacında görmeyeli bir gelişme var mı diye bir kontrol etme arzusu hasıl oluveriyordu üzerinize afiyet (Anneanemin bahçesinde dedemin evinin ne gezdiği ise ayrı bir mevzudur. Her neyse).

İşte bu Arif Enişte bir gün beni sürekli söz verdiği hayvanat bahçesine götürmüştü İzmir’de. 5 yaşında filandım sanırım. Belki herkesle sizli bizli, formal bir şekilde konuşan bir çocuk olduğumdan ötürü bana duyulan sempati yüzünden, belki de sık sık kaybolma konusunda gösterdiğim başarılara artık bir dur denmesi gerektiğine dair inancı yüzünden, şampiyon olmuş takımın teknik direktörü edası ile Arif Eniştenin omuzlarında hayvan kardeşlerimizi tek tek ziyaret ediyorduk o sıcak İzmir günü. Derken aslanların kafesinin önüne geldik. Hayvanlar gergin bir şekilde kafesin içinde dört dönüyorlardı. Aslanların olduğu kafesin önünde yaşanan şu monolog, yıllar boyunca adımın hemen ardından hatırlanan bir monolog’um olarak anılmıştır anneannem ve teyzelerim arasında:

– Arif Enişte, beni hayvanat bahçesine getirdiğiniz için çok teşekkür ederim. Çok güzel çünkü.

– (O sırada aslandan bir kükreme sesi gelir)

– Peki artık eve dönebilir miyiz lütfen? Anneannem merak ediyordur eminim.

Evet. Hayvanat bahçelerini sevemeyişimin ardında “hayvan sevgisi”, “her canlının özgürlüğüne olan inanç” gibi felsefik temeller dışında böylesine güçlü bir pratik sebebin yatıyor oluşu ilerde beni bir Panter Emel yapar mı bilemiyorum (yapmasın).

Arif Eniştem ile ilgili “birlikte yaşadığımız bir şey” olarak hafızamda yer eden tek paylaşım bu hayvanat bahçesi ziyareti oldu. Bu olay yaşandıktan çok kısa bir süre sonra Saadet teyzemin kanser olduğunu öğrendiğimi, bir kanser olayını insanların neden bu kadar büyüttüğünü ise kısa bir süre sonra teyzemin öldüğünü öğrenince anladığımı hatırlıyorum. Kısa bir süre sonra Arif Eniştemin teyzemin bir fotoğrafını büyütüp evlerinin salon duvarını onunla kapladığını öğrendim. Sonra ten rengi Anadol’unu sonunda satıp, mavi bir mobilet aldığını, evden pek çıkmadığını ve her gün salonda teyzemin o fotoğrafı karşısında içki içtiğini, derbeder bir insan olduğunu öğrendim. Bu olayı da insanların neden bu kadar büyüttüğünü anlamamıştım. Bu mobilet mevzusu yüzünden kendi adıma çok darılmıştım Arif Enişteme. Fakat Arif Enişte de teyzemin ölümünden tam 3 ay sonra öldü. Teyzemin yanına gömdüler. İşte zaman çok üzüldüm. O zaman ne Anadol’un, ne Renault’un bir kıymeti kaldı, üzüntüm yüzünden dargınlığımı da unuttum. Ben o kadar küçükken beni bu kadar üzdüğü için çok istirham ediyorum kendisine.

Evet..

Audobon Zoo diyordum. Giderken yanıma fotoğraf makinemi de aldım. Belirgin bir niyetim yoktu başta. Fakat hayvanları gördükçe aklıma bir proje geldi. Hayvanat bahçelerinin eğlenceli mizacına pek uymayan ve bana bütün bu konseptin hüzünlü tarafını yansıtacak bir fotoğraf projesi.. Bir kaç fotoğraf çektim. Daha sonra tekrar gidip daha ciddi şekilde gerçekleştirmeyi düşünüyorum. Çektiğim fotoğrafları da şuraya koydum, bundan sonra çekeceklerimi de oraya ekleyeceğim: http://meren.org/gallery/audobon zoo/

Ben hayvanat bahçelerinde hayvanlara bakarken yapılan güzel şeylerin tümünü unutup onların sıkılmışlıklarını, gerginliklerini ve bıkkınlıklarını görüyorum. Çünkü ne yazık ki yapılan güzel şeyler de yine insanların yaptığı kötü şeyleri düzeltmek için yapılıyor oluyorlar. Dolayısıyla hayvanlar için yapılan çalışmaları zaten geç kalınmış bir özür olarak görmekten kendimi alamıyorum.