Bir süredir güzelim Nikon D200 gövdemi satıp, üstüne biraz para koyup yeni bir fotoğraf makinesi alma planları yapıyordum. Bir türlü uygun bir alıcı bulamadım ve en sonunda bu sevdadan nitelikli bir kararla vazgeçmeye karar verdim. Bazılarınız bu yazıda bu nitelikli kararın gerekçesini okurken bazılarınız da bir kaç saniye önce bu sayfayı terk etmiş olacak. Hayat ne garip.

Yoğunluktan fotoğraf çekmeye eskisi kadar vakit ayıramayan bendeniz, araçları amaçlardan daha fazla sevmeye başlayan tüketim toplumunun bir bireyi gibi hareket etmeye başlamış olduğu ihtimalinden çekinmeye başlamıştı. Bir nevi kendi ruh sağlığımın selameti için bağrıma taş basmaya ve D200’ümü satmamaya karar verdim.

Ekipman kalitesi insanın icra ettiği işi muhakkak etkiliyor. Fotoğrafa ilk başladığımda Kodak DX4330 model bir fotoğraf makinem vardı. O makine ile çektiğim bazı fotoğrafları halâ çok beğeniyorum. Aşağıda bir tanesi var:

Comfortably Numb

Geçmiş zaman, unuttum, fakat o makine ile çektiğim fotoğrafları başkaları da beğeniyordu ki beni birileri Sony DSC F717 almaya ikna etmişti. Gelecek vaat eden bir fotoğraf insanı olarak daha iyilerine layıktım onlara göre. Büyük zorluklarla sonunda aldım bu Sony’yi (gelecek vaat eden bir fotoğraf insanı olarak bu makineye layık olsam da onu kolayca almaya layık değildim, biraz sürünmeliydim). Kodak’ın ardından bu makineye geçmek eşekten inip ata binmeye tekabül ediyordu tam anlamı ile. Daha kaliteli fotoğraflar, daha canlı renkler, vs. vs. Öte yandan bu geçiş, çektiğim fotoğraflara ve benim fotoğraf anlayışıma ne katmıştı pek emin olamıyordum. Bir kere, artık daha önce Kodak’ın teknik kısıtlarından ötürü çekmeye alıştığım siyah beyaz ağırlıklı ve anlatım açısından yoğun fotoğraflar Sony’nin getirdiği özgürlük nedeni ile yerlerini canlı gün batımlarına, sokak fotoğraflarına filan bırakmıştı. Aşağıda bir tanesi var:

Worldcard

Diğer taraftan Sony ile çektiğim fotoğrafları daha geniş kitleler beğenmeye başlamıştı. İtalya’dan, Fransa’dan, Amerika’dan arkadaşlar edinmeye başlamıştım. Hepsi de bana neden DSLR bir makine kullanmadığımı soruyorlardı. Ne de olsa biraz daha sürünerek dijital bir SLR kamera sahibi olmam işten bile değildi. O günlerde Türkiye dolaylarında ikamet eden gençlerin mottosu -muhtemelen bu günlerde de olduğu gibi- “Yeterince sürünürsek hayatta istediğimiz her şeyi elde edebilir, yeteri kadar telkin edilirsek hayatta bir sürü şey isteyebiliriz” idi. En sonunda o sıralar pek popüler olan Nikon D70 sahibi olmayı kafaya koydum ve elimdeki Sony’yi bir kaç günde sattım. Fakat o esnada bu Nikon D70 macerası ile ilgili henüz bilmediğim üç kritik şey vardı:

  • Nikon D70 almak için bu paranın üzerine yeterli parayı koymam bir yıldan uzun sürecekti ve ben fotoğraf makinesi olmayan bir fotoğraf aşığı olarak acılar içerisinde kendimi son zamanlarda boşladığım müziğe verip onlarca konser verecek, elektrik basımı sırtıma alıp şehir şehir gezecektim.
  • Nikon D70 almanın işin yarısı olduğunu, sırada lens parası biriktirme süreci sürüncemelerinin olduğunu öğrenecektim.
  • Aldığım Nikon D70’i bir süre kullandıktan sonra kendisini -bunlar olurken henüz tanımıyor olduğum- Duygu isimli bir bağyana verip yeni bir makine alacaktım (ve bunlar olurken pek aklımda olmayan bir işe kalkışıp Duygu kişisi ile aslında kısa bir süre önce evlenmiş filan olacaktım).

Her neyse. Nikon D70’e sonunda sahip olduğumda Sony ile yakaladığım performansı ve rahatlığı bu SLR ile yakalamam biraz zaman aldı. Yine, Kodak – Sony geçişinde olduğu gibi bu geçişin fotoğraf ile ilgili vizyonuma pozitif bir katkısı olup olmadığından emin değildim. Fakat bir süre sonra beğendiğim fotoğraflar çekmeye başladım. Bir tanesi aşağıda:

Dreamcatcher III

Nikon D70’imi Duygu‘ya vermeme sebep olan şey ise piyasaya bir süre önce çıkmış olan Nikon D200, yani şu anda kullanmakta olduğum makinem idi. Yine öncekilere benzer bir tıkanıklık ve fotoğraf çekememe süreci yaşadım. Yine bu değişikliğin bana ne kattığından emin olamadım. Yine öncekilerden bir şekilde farklı, yine beğendiğim fotoğraflar çektim. Ve yine bir tanesini aşağıya koyuyorum:

Seen by the Window

Ve şimdi de D200’ümü satmaya çalışıyordum. Neyse ki satamadım. Bu vesileyle durup az önce okuduğunuz şeyleri düşündüm..

Değiştirdiğim onca fotoğraf makinesi tüketim toplumunun saygın bir bireyi olmayı garantilemem ve bu düzendeki yerimi sağlamlaştırmam dışında bana, fotoğraf konusundaki vizyonuma ne katmıştı? Artık bu sorunun yanıtının “hiçbir şey” olduğunu görüyorum.

Elbette her makine ile sensör kalitesi, baskı çözünürlüğü gibi önemsiz şeyler dışında değişen bir şeyler de vardı ve bu da benim vizyonumdu aslında. Sahip olduğum ve bir öncekinden daha iyi olan her makine vizyonumu daha öncekinden daha iyi olacağı garanti olmayan bir yönde, çektiğim fotoğrafları daha öncekilerden daha çok beğeneceğim garanti olmayan bir şekilde değiştirdi. Ekipman önemli idi, fakat o kadar da önemli değildi aslında. Kıt olmasına rağmen bize kadar ulaşmayı başarmış o meşhur analoji bir kere daha kafamızı emme basma tulumba gibi sallamamıza sebep oluyordu, “daha iyi daktilo ile daha iyi yazar olunmuyordu”. Daha iyi daktilo ile daha hızlı yazılabiliyordu, hatta yerine bir bilgisayar konuluyor baskı dizgi işleri ile uğraşanların imanı gevretilmiyordu, vesaire. Fakat yazar yazarlığına pek bir şey katmıyordu fani şeylerin yanında.

Ben de tüm geçmişimi cezalamak ve ciddi bir sorun çıkarmadığı sürece hiç bir şekilde değiştirmemeye karar verdiğim Nikon D200’ümü daha çok sevmek için 50mm. f:1/1.8 bir lens aldım. Hepinizin huzurlarında kendimi tebrik ederken buraya kadar okuyanlarınızın gözlerinden öpüyor, bu yazıya bir Google araması ile ulaşacak ve aradığını bulamayacak olanlardan şimdiden özür diliyorum.