Avrupa’da 3800Km – Bölüm 3 (Barcelona).
Sonunda belki de on ayrı kişiden ve 5 ayrı kitaptan methini duyduğumuz Barcelona yolunda idik. Fransa – İspanya sınırından geçip dosdoğru Barcelona’ya giden otoyola girişimizi kutlamak için gelen yüzlerce araç Barcelona’ya kadar bizimle geldi, İspanyol misafirperverliği muhteşemdi (öte yandan şehre yaklaştıkça sayısı artan bu “hoş geldiniz sevgili meren ve düygü” konvoyu bir süre sonra kabak tadı vermedi değil).
Barcelona’ya gidişimizin en önemli sebeplerinden birisi de çok eski arkadaşlarım olan Serdar, Faruk ve Myvzın’ın da tamamen rastlantı eseri İspanya tatillerine Barcelona’dan başlamış olmaları ve tatillerimizin yine rastlantı eseri aynı tarihlere denk gelmiş olması idi. Bu sebeple daha Amerika’dan yola çıkmadan evvel onlarla buluşmaya ve yola hep beraber devam etmeye karar vermiştik. Barcelona’daki ilk hedefimiz onların kaldığı hosteli bulmak, ikinci hedefimiz arabamızı kiraladığımız şirkete geri götürmek, üçüncü hedefimiz de Barcelona’yı yeterince hazmettikten sonra yeniden araba kiralayıp İspanya’nın güney illerine doğru hareket etmekti. Elimizde harita olmaması ve harita temin edebileceğimiz her yerin kapandığı bir saatte Barcelona’da olacak olmamız gözümüzü korkutuyor da olsa bizi yavaşlatmıyordu (öyle ki 140km/h ile yolumuza devam ediyorduk).
Barcelona’ya varıp yaklaşık 50 dakikalık bir kaybolma macerasının ardından arabamızı sonunda Tren garının yanına park etmiş ve MFS üçlüsünün bize mesaj atarak ulaştırdıkları adrese doğru ilerlemeye başlamıştık. Buluştuğumuzda saat bir hayli geç idi (ayrıca MFS üçlüsünün aslında MFSC dörtlüsü olduğunu, o C’nin de aslında Can olduğunu o anda fark ettik :)). Beraber hasret gidermek için içeceklerimizi kaptığımız gibi kumsala gittik.
Saat gece 1’e yaklaşırken yorgunluk etkisini iyice göstermeye başlamış ve kara kara sabah saat 8’de geri vermemiz gereken kiralık arabamızı vaktinde götüremezsek neler olacağını düşünmeye başlamıştık. Google’ın harita servisinden bize yakın gibi görünen bir Hertz bayisinin adresini aldık ve MFSC’den ayrılarak arabamıza döndük. Artık saat 2 idi, artık uyumak istiyorduk fakat uyuyup sabah da yeni uyanmışlığın getireceği sersemlik ile Hertz’i bulmaya çalışma ve sonunda da başarısız olma riskini göze alamazdık. Bu yüzden tüm yorgunluğumuza rağmen önce Hertz’i bulmaya karar verdik. Sonra rahat rahat uyur, uyandığımızda da arabayı geri verirdik. İyi ki de öyle yapmışız, nitekim elimizdeki adresi saat 3 gibi bulduğumuzda Google’daki haritanın yeterine güncel olmadığını ve o adreste artık Hertz filan olmadığını öğrendik ve yıkıldık. Çünkü artık felaket derecede yorgunduk (öyle ki defalarca ters yöne filan girmiştim), elimizde harita yoktu, adres sormak için arayabileceğimiz kimse yoktu, nerede olduğumuzdan bile tam olarak emin değildik ve İspanyol misafirperverliğinden eser kalmamıştı (otoyolda bizi yanlız birakmayan yüzlerce araç tamamen ortadan kaybolmuştu). Son çare olarak arabadan indim ve bir taksi durdurdum. Kendisinden bizi bir Hertz bayisine götürmesini isteyecektim; bir çok kişiden İspanya’da pek fazla İngilizce bilen insan olmadığını duymuş olduğumdan biraz tedirgindim (ne de olsa adamlar dünyanın en çok kullanılan dilini biliyorlardı, neden İngilizce öğrensinlerdi ki, eşeklik İspanyolca bilmediğimiz için bizdeydi). Sonunda bir taksi görüp durdurdum ve aramızda aynen şu konuşma geçti:
– Merhaba. Biz bir Hertz bayii arıyoruz, burada var sanıyorduk ama yok.
– Aa buradaki kapanalı yıl oluyor hocam.
– Peki nerede bulabiliriz? En yakını nerededir?
– Hmm hava alanında var ama orası çok uzak. Otobüs terminalini deneyin, orada olması lazım.
– Orada olduğuna yüzde yüz emin misin?
– Eminim eminim. Kesin var orada.
– Peki, bizi oraya götürmeni istiyoruz o zaman. Eşim gelip seninle seyahat edecek, ben de takip edeceğim tamam mı?
– Aman olur mu, hiç gereği yok. Siz beni direk takip edin. 5€’nuzu alırım ama.
– 5 mi? Olur tabi, anlaştık. Çok teşekkürler.
Ve bu taksici bizi gecenin 4’ünde, sadece 5€’ya, gerçekten de içinde Hertz olan otobüs terminaline kadar götürdü (ki en az 30€ ödemeye hazır bir mağduriyette olduğum her halimden belli idi) (Türk esnafına duyurulur). Bunu yapmakla kalmadı, ayrıca İspanyolcayı sökmeme de yardımcı oldu, zira bu konuşma ile ilgili şöyle bir ayrıntıyı da dile getirmekte fayda görüyorum: yukarıdaki kişiler bu konuşmayı gerçekleştirirlerken Meren “Hola” ve “Gracias” dışında İspanyolca, taksici ise “Yes” dışında İngilizce kelime kullanmamıştır (insan çaresiz kalınca her dili konuşuyormuş efendim, çok acayip). Hertz’i bulduktan sonra arabamız içinde uyuyup sabah da tam vaktinde, sağ salim teslim etmeyi başardık.
Hikaye kısmını geçip biraz Barcelona’dan bahsetmek istiyorum. Barcelona orada geçirdiğim süre sonunda bende genel bir “İstanbul’un harika bir kumsala sahip olanı” izlenimi bıraktı. Mimarisi ile, tarihi ile, eğlence hayatı ile, kozmopolit yaşantısı ile kesinlikle Avrupa’nın göz bebeği olmayı hak ediyor. Fakat aynen İstanbul gibi yorucu, stresli de bir şehir aynı zamanda. İstanbul kadar yan kesicisi ve hırsızı da var; fakat kesinlikle İstanbul’dakiler kadar aşağılık değiller (yaşanmış bir hikaye: bir arkadaşın gözü önünde birisi telefonunu çalıp kaçmaya başlar, arkadaş herifin arkasından acı dolu bir ses ile bağırıp yalvarmaya başlar, hırsız durur, arkasını döner, cep telefonundan sim kartı çıkartıp kaldırımın kenarına koyar, kaçmaya devam eder). Ben hızlı şehirleri, gece yaşantısını filan sevmiyorum. Bana Çanakkale ile, San Sebastian ile, New Orleans ile gelin arkadaşım. Öte yandan öyle bir şehre gideyim ki orada sabahlara kadar sokak partileri olsun, uyanınca girilecek mis gibi bir deniz olsun, kızlar da sorsun, sıkılınca gidilecek müzeler olsun, param yoksa görebileceğim parklar bahçeler olsun, eşi benzeri olmayan mimari yapılar olsun, önüne geleni deviren bir fisbal takımı olsun diyen genç kardeşlerimiz için Barcelona biçilmiş kaftan… Aklı başında olan turistler ara sokaklarda kaybolup, şehrin pek de turistik olmayan yerlerinde bulabilecekleri salaş restoranlarda katalan yemeklerinin ve içeceklerinin tadına bakmayı ihmal etmemeliler.
Tüm seyahat boyunca beni en çok etkileyen hadise de Barcelona’da gerçekleşti. Duygu yolculuk boyunca Barcelona konusu açıldıkça bir mimardan konuşmaya, hararetli hararetli bir şeyler anlatmaya başlıyordu. Ben ise büyük bir cahillikle ismini hiç duymadığım bu kişinin içerisinde geçtiği konuşmaları büyük bir ilgisizlik ile kulak arkası ediyordum. Her neyse, gelişimizin ertesi gününde sonunda Duygu’nun Barcelona’da görmeyi çok istediği ve bu mimara ait olan bir eserine doğru yola çıkmıştık (kendisi benim de çok etikeleneceğimi düşünse de ben pek oralı değildim, garip bir şımarıklık ile yaşanan ve görülen onca şeyden sonra o kadar da etkileneceğim bir şey görmeyi beklemiyordum açıkçası). Yolun büyük bir kısmını yürüdükten sonra daha fazla yorulmamak adına metroya bindik. Bir kaç durak sonra indik ve metro çıkışının merdivenlerinden bir caddeye çktık. Duygu heyecanla arkamda kalan bir tarafı işaret ederek “işte orada” dedi. Arkamı döndüğümde Antoni Gaudi’nin yarım kalmış olan eseri Sagrada Familia tüm haşmeti ile karşımda idi:
Daha önce adını duymadığım Antoni Gaudi’nin hiç bir fotoğrafına rastlamadığım bu eserinin karşısında neler yaşadığımı tam olarak anlatmam pek mümkün değil. Öte yandan Sagrada Familia’nın karşısında dururken size hissettirdiklerini, kendisinin neye benzediğini fotoğraf ile filan anlatmak da mümkün değil ne yazık ki. Gidip görmek, karşısında dikilmek lazım. Barcelona’yı Barcelona yapan şeylerin en başında Gaudi’nin geldiğini duymuştum daha önce, şimdi bunun ne demek olduğunu anladım ve tamamen katılıyorum. Gaudi’nin -mimar olmayan bir kişi için bu kadar da büyüleyici olmayan- diğer eserlerini, trajik ölümünü, Barcelona üzerindeki etkisini ve Sagrada Familia’nın hikayesini araştırma işini size bırakıyorum (dayanamadım, Gaudi hakkında yazılan Türkçe metinler arasından fena olmayan bir tanesini sizin için aradım buldum, burada kendisi). Her neyse. Sagrada Familia şoku ile ilk kez cahilliğin mutluluk getirdiğini pratik olarak deneyimlemiş oldum bu arada.
Barcelona ile ilgili anlatılacak, fakat artık o kadar popüler olmuş ki kabak tadı vermiş bir sürü detayı geçiyorum. Barcelona’da iken de aynını yaptım.
Barcelona, San Sebastian ve Toulouse’un üzerine çıkamadığı gibi tatil sonunda hazırladığım listemde kendisine 5. sırada yer bulacaktı ve biz kiraladığımız arabalardaki 6 kişilik yeni ekibimizle 1 ve 4 numaralı şehirlere doğru yola çıkıyorduk.