Avrupa’da 3800Km – Bölüm 4 (Granada).
Vallahi bu son. Burası kendi halinde amatör bir fotoğrafçının fotoğraflarını, fotoğraf ve fotoğrafçılık ile ilgili düşüncelerini paylaştığı bir yerdi, son bir kaç aydır kendi çapında küçük bir seyahat günlüğüne döndü. Bundan sonra vallahi yok (Mesela pek kıymetli bir Sandaletli Seyyah‘ımız var, seyahat yazısı okumak, görmek isteyenler oraya gitsinler). Diğer bir husus da, daha önce “bölüm 1” diye başladığım hiç bir şeyin “bölüm 2″sini getiremezdim, şimdi ise iki bölüm arasına başka bir yazı yazamaz olmuşum. “Gençliğim eyvah” diyorum. Her neyse. Bu günlük girdisine, Granada ve Cordoba gibi iki önemli şehri sığdırmaya çalışacağım için bayağı uzun olacak, fakat son bu işte tamam.
Efendim, bu serinin 1, 2 ve 3. bölümlerinde Barcelona’ya kadar gelmiş, Barcelona’da buluştuğumuz eski dostlar ile ekibimizi genişletmiş, 2 araba kiralayıp İspanya’nın güneyine doğru -“bundan sonra otoyol ücreti ödemeyeceğiz, yaşasın!” nidaları ile- yelken açmıştık (nitekim İspanya’nın kuzeyi ve Fransa’da her şehrin girişi ve çıkışında bizi karşılayan gişelere toplam 100€ civarında otoyol ücreti vermiştikti, İspanya’nın güneyi ise beleşmişti (heheh)).
Barcelona’dan çıktıktan sonraki ilk hedefimiz Valencia. Valencia’ya vardığımızda hakkında değişik kaynaklardan bir çok hırsızlık hikayesi dinlediğimiz için korkudan arabaları ücretli otoparka park ediyor ve kendimizi şehrin sokaklarına vuruyoruz. “Valencia da ne kadar sıradan bir şehirmiş kardeşim” diyerek sıkılma belirtileri göstermeye başlamamız pek sürmüyor, o kadar şımarmışız ki artık hiç bir şey bizi etkileyemiyor kolay kolay. Ama Valencia da hakikaten biraz sıradan (hatta şehri biraz dolaştıktan sonra “bizim futbolcular gelip bu şehri gezseler bir daha hayatta Valencia’ya yenilmezler” dediğimi hatırlıyorum, fisbaldan ne kadar anladığımı da böylece itiraf etmiş olayım bari). Ben de bu sıradan şehrin muazzam katedrali önünde bir ekip fotoğrafı patlatıyorum hemen (ne zaman sıkılsam insanları çekiyorum zaten):
Valencia’da bir marketten karnımızı doyurup yeterince vakit geçirdiğimize karar verdikten sonra şehirden çıkıyor ve daha önce gitmeyi kararlaştırdığımız (daha önce dediğim de bir kaç saat önce filan) kamp yerine doğru yola koyuluyoruz (en azından biz ona doğru yola koyulduğumuzu sanıyoruz). Tam 4 saat boyunca kamp yeri arıyoruz. Kendisini bulduğumuzda ise dolu olduğunu öğreniyoruz filan. Neyse ki Olivia dolaylarında, başka bir kamp yerinde çadırlarımızı kurup Sangria’larımızı içip gece karanlığında denize bile girdikten sonra leziz bir uyku çekiyoruz da ertesi sabah yola “boyun devrilsin Valencia” hisleri ile devam etmiyoruz. Bir sonraki hedefimiz Granada. Şanlı Granada.
Granada’ya 20:00 dolaylarında varıyor ve şehrin göbeğindeki kamp yerine varıyoruz (ismi Sierra Nevada, şiddetle tavsiye edilir). Çadır kurmacılık operasyonunun ardından hedef şehir merkezi ve barları. Endülüs’ün çiçeği Granada’da tapas anlayışı bir başka. Ne içerseniz için, kola bile içseniz yanında küçük bir meze geliyor (bu küçük mezeye de tapa deniyor işte). Bu olay İspanya’nın diğer bölgelerinde de var ama birincisi, tapa’ları içecek ile beraber satın alıyorsunuz yani bedava gelmiyorlar, ikincisi ise tapa’lar hem görsel açıdan hem de lezzet açısından çok afilli oluyorlar. Fakat Endülüs’teki tapalar domates soslu zeytinyağlı sarımsaklı fırında ekmek (Katalan ekmeği, Pa amb tomàquet), kızarmış, haşlanmış ya da fırında patates, gaspacho (bir diğer İspanya mucizesi), İspanyol sucuğu, mantar, safranlı pilav, dana eti, envai çeşit zeytin, haşlanmış salyangoz filan gibi bildik, gündelik şeyler oluyorlar (tamam kabul ediyorum haşlanmış salyangoz pek bildik ve gündelik değil). Ismarladığınız her içecek ile ve her ısmarladığınızda farklı bir tane meze içecek ile beraber önünüze geliyor. Her neyse, ilk vardığımız gece 3 ayrı bar dolaşıp çok cüzi fiyatlarla aldığımız güzelim Sangria’ları muhteşem tapalar ile mideye indirip, bu barları işleten dünya tatlısı amcalarla İngilizpanyolca sohbet ederken Barcelona’ya, Madrid’e ve geri kalan bütün “over-rated”, saçmalık derecesinde pahalı turistik şehirlere lanet ediyoruz. Bizi soymadan doyuran, bize dostluk gösteren, sıcak şehir Granada. Henüz gece, şehrin geri kalanı hakkında zerre fikrim yok, fakat ben aşık olmuş vaziyetteyim, tüm yolculuğun amacı buraya gelmekmiş diye düşünüyorum Granada’nın o eski sokaklarında kamp yerine dönerken.
Granada tarihte çok önemli bir yere sahip olan bir şehir. 400 yıl boyunca Avrupa’ya korku salan Emevilerin İspanya’daki en son kalesi, İslami mimarinin en dehşet ve en heybetli yapısı olan Elhamra kalesi de bu şehirde. Görmek farz. Fakat biletleri çok erken almak gerekiyor, biz tatil boyunca spontane ilerlediğimiz ve anlık planlarla hareket ettiğimiz için biletimiz filan yok tabi (Internet’ten bakınca 10 gün sonrasına filan bilet bulabiliyoruz ancak). Yine de kaleye gidiyoruz, haliyle giremiyoruz içeriye (hehe). Ben “ama biz Türk’üz bak” filan diyorum, sökmüyor. Bu Avrupalıların Türklere yaptığı kaçıncı haksızlık oluyor, bilemiyorum. Bu beklendik hayal kırıklığı ile şehrin tepesine inşa edilmiş kaleden aşağıya doğru yürüyoruz, kalenin bulunduğu tepenin karşısındaki tepenin eteklerindeki eski Arap yerleşimini ve beyaz beyaz evlerini görünce hedefimiz de kendi kendine ortaya çıkıyor.
Bu fotoğrafı çektiğim yerden şu görünen kiliseye doğru yürümeye karar veriyoruz. Kilisenin hemen yanında bizim Türkiye’de alıştığımız, plastik masa ve sandalyeli, biraz salaş görünen, sokak kahvesi kılıklı bir yer görünce, tadı Amerika’da leş gibi olan ve Avrupa seyahati boyunca her fırsatta içtiğim Fanta’lardan bir tane daha götürmek için “hadi oturalım” diyorum. Herkes dünden razı. Biralar filan söyleniyor. Kafeci amca 6 kişi için fanta, bira, sangria dolu tepsisini indirdiğinde bize içeceklerle beraber koca bir tabak dolusu etli-safranlı pilav ve 6 tane çatal getirdiğini görüyoruz. -çok afedersiniz- “Oha” filan oluyoruz. Ortam müthiş. Pilavı afiyetle yeyip 2 tur daha içiyoruz (mevzu Fanta olduktan sonra, çok pis içtiğimi herkes bilir. Üzerinize afiyet, 10 tur içer bana mısın demem). İkinci turda tapa olarak zeytinyağlı haşlanmış patates, üçüncü turda da kızarmış patates ile kavrulmuş dana eti geliyor. Her şey çok lezzetli, her şey çok güzel. Yıllardır karnı ilk kez doymuş çocuklar gibi şeniz. Fakat sırada hesap ödeme faslı var, şenliğimiz hemen yerini tedirgin bir beklemeye bırakıyor. O sırada hesap geliyor. 18€! Ben o noktada Granada’yla aşkımı tazeliyorum. Henüz kararsız olanlar ise aşık oluyorlar… Bu güzelim sokak kafesinin adı Horro de Paquito, giderseniz bulup vakit geçirmelisiniz.
Kamp yerine döndüğümüzde tatilin en tatlı sürprizlerinden birisi olan Berrin ve Kübra isimli iki Türk ile tanışıyoruz (Serdar ile Faruk markete gittiğinde kendi aralarında küfürlü küfürlü konuşurlarken dünyalar güzeli Kübra kardeşimiz yanlarına yaklaşıp “Aa Türk müsünüz, ne şans!” diyor). Tüm ekip olarak kendileri ile tanıştıktan sonra amaçlarının Elhamra olduğunu öğreniyor ve bir sonraki gün için güçlerimizi birleştirmeye karar veriyoruz. Plan Kübra ile beraber Meren’in sabah 5:30 gibi kalkıp Elhamra’ya gidip sıraya girmesi ve sınırlı sayıda olan biletlerden kapmaya çalışması. Fakat sabah çok var, bir kez daha bar turuna çıkmak üzere şehrin karanlığında kayboluyoruz (sıkılmayın diye araya yeteneksiz yazar klişeleri ekliyorum, daha ne yapayım, insaf). Kübra ve Berrin’in hikayelerini de bu gece gezmesi sırasında öğreniyoruz: Kübra ile Berrin İstanbul’dan çıkıp Barcelona’ya giderler. Daha tatilin başındalarken Las Ramblas’ta bir hırsız kardeşimiz Kübra’nın çantasını çalar. Pasaport, fotoğraf makinesi, kredi kartları, kamera, nakit para, biletler, kısacası her şeyini kaybetmiş olan Kübra önce üzülür -belki biraz ağlar, bize bundan bahsetmedi-, fakat yılmaz. 5 parasız kaldığı Barcelona’da Türk konsolosluğuna sığınıp Türkiye’ye dönmek yerine Barcelona’da Berrin ile beraber çalışmaya başlar :) İki dost 1 ay çalışıp Kübra’nın parasını geri biriktirdikten, envayi çeşit insan ile tanışıp 2 torunluk hikaye biriktirdikten ve bir anlamda Barcelona’nın yerlisi olduktan sonra seyahatlerine devam ederler (bu sırada içinde sadece pasaportu ve biletleri filan kalan çantası bir çöp bidonunda bulunmuş ve kendisine ulaştırılmıştır bile, daha önce bahsetmiştim Barcelona’nın nazik hırsızlarından). Onlar da Elhamra’yı görmek için Granada’ya gelip bizim kamp yerine yerleşirler. Sonra Kübra ucuza karın doyurmacılık amacı ile bir markete gider Granada’da, iki kişi Türkçe küfürleşmektedir. Olaylar gelişir.
Ertesi sabah Kübra’cığım ile beraber sabah 6:30 gibi Elhamra’ya gidiyoruz. Vardığımızda önümüzde 50-60 kişi olduğunu görüp yaşadığımız şaşkınlık yerini bir iki dakika içerisinde arkamızda biriken 60-70 kişiyi fark etmemizle haklı bir gurura ve gerintiye bırakıyor (arkamızdakiler durumu fark ediyor ve çok bozuluyorlar). Yaklaşık olarak 9:30’ta sıra bize geliyor ve biletlerimizi alıyoruz. Arkamızdaki insan sayısının en azından 1000-1200 civarında olduğunu gördüğümüzde ise hepsinin bilet alamayacağını bildiğimiz için üzülüyoruz. Dışarıda bizimkileri beklemeye koyuluyoruz; tüm bilet sırasının gözü biletlerimizde (özellikle bilet alma olasılığı düşük olanlar neredeyse ağlayacak gibi bakıyor). O sırada ekibin geri kalanı “dağ başını duman almış” söyleyerek geliyor ve bizi omuzlarına alıyorlar. Bir bayram havası. Tüm turistler yerin dibine girmiş durumda. “Türkleri hep çok küçümsedik, utanıyoruz” dercesine bakıyorlar. Biz ise biletlerimizi mendil usulü sallayarak halay çekiyoruz. “Avrupa kim oluyormuş, biz artık istemiyoruz, çok istiyorsa Avrupa Birliği bize girsin” diyor ve ardından saraya giriyoruz. Epic.
İnsanların Elhamra için “İslami sanat ve mimarinin en muhteşem örneğiymiş” dediğini duydukça “fazla heveslenmeyin, biz Topkapı Sarayı görmüş, Anadolu’da büyümüş insanlarız, bir Avrupalı, Amerikalı kadar etkilenmeyebiliriz” filan diyerek olası hayal kırıklıklarını önlemeye çalışıyordum. Fakat saraya girdiğimde Türkiye’deki hiç bir eserde görmediğim bir işçilik, estetik ve yoğunluk ile karşılaştım. Çektiğim tüm fotoğrafları buraya koymayacağım ama neden bahsettiğimi anlamanız için Elhamra’dan bir kaç örnek vermek istiyorum (her ne kadar fotoğrafların bu güzelliğin belki %20’sini taşıyabiliyor olduğuna inansam da):
Elhamra’da Duygu’nun çektiği yakın plan fotoğraflara bakarsanız duvarların nasıl bir işçiliğe maruz kaldığını görebilirsiniz bu arada, size bir kaç bağlantı: 1, 2, 3 ve 4.
Granada benim için mükemmel bir deneyimdi. Çok sevdim, hastası oldum. Endülüs’ün tarihini öğrenmenizi ve her şehrini, özellikle Granada’sını bir gün gezmenizi dilerim. Tüm gezi boyunca gördüğüm şehirlerin en birinci sırasına oturan bu şehre tekrar gideceğim günü daha ayrılmadan iple çeker vaziyetteydim, o derece.
Zor da olsa yola devam etmeliydik. Berrin ve Kübra da bize katılmaya karar vermişti ve ekibimiz artık 8 kişi olmuştu (Avrupa’nın içerisinde bir Türk tehdidi olmamıza bir iki kişi kalmıştı). Avrupa’nın ilk şehirlerinden birisi olan, tarihi ve plajları ile ünlü Cadiz’e doğru yola çıktık. Vardığımızda saat bayağı geç olmuştu ve Internet’ten bulduğumuz hostelin dolu olduğunu öğrenince Granada’yı geride bırakmış olmanın da verdiği hüzün ile tam anlamı ile çöktük (öyle ki “İspanya’dayız dostum, neler saçmalıyorsun” demedik, gidip karnımızı Burger King’den doyurduk, o derece sıkkındık). Barcelona’da evinde kaldığımız hatun kişinin erkek arkadaşı bize Cadiz yakınlarında, bedava kalabileceğimiz deniz kenarında olan bir kamp yerinin adresini vermişti. Hemen GPS cihazımıza girdik adresi ve bize verdiği tariflere istinaden hareket etmeye başladık. Yaklaşık 100 kilometre gittikten sonra bahsi geçen adreste idik: Playa de los Caños de Meca. “Playa” İspanyolca “plaj” demekti (dolayısıyla bu cümle de yaklaşık olarak “hede höt plajı” anlamına geliyordu), fakat ortada plaj filan görünmüyordu. Bir yanlışımız vardır herhalde diyerek köpeğini gezdiren bir amcamıza sorduk (neyse ki Kübra abla sular seller gibi İspanyolca konuşuyordu), öğrendik ki adres doğru. Fakat burası aslında en yakın sahile 100km uzaklıkta olan ve plaj ile alakası olmayan bir sokağa “hede höt plajı” ismini verecek kadar zeki insanlar tarafından kurulmuş saçma sapan bir kasaba idi. Hatta tam şurada kendisi, bakın plaj var mı yok mu siz söyleyin. Neyse. Bize adresi veren Alejandro’nun kulaklarını çınlatarak Cordoba’ya doğru yol almaya karar verdik. Yorgunluktan ölür hale gelince de yolculuğun en absürt kampını bir benzin istasyonunun arka bahçesine kurduğumuz çadırlar ile gerçekleştirdik. Fakat sabah kalkınca aslında o benzin istasyonunda harika bir kahvaltı servisi olduğunu öğrenip, müthiş bir kahvaltının ardından da dünyanın en güzel espresso’sunu içtiğimizde “her işte bir hayır var” dedik. Kim bilir kaçıncı kez.
Sabah Cordoba’ya doğru yola devam ettik. Vakitlice varıp şehrin içindeki güzel bir kamp yerine yerleştik.
Ne yazık ki bizim Cordoba’ya vardığımız Pazar günü yerel bir festival yüzünden her yer tatildi. Sanırım festival evden çıkmama festivali filandı, zira ortada bir kişi dahi yoktu, açık hiç bir mekan bulamadık. Fakat neyse ki bu şehrin içerisinde küçük bir tur atmamıza ve Emevilerin bir diğer şaheseri Mezquita’ya gitmemize engel olmadı. Mezquita Emeviler tarafından inşa edilmiş, dünyanın en büyük ikinci camisi. Daha sonra İspanyollar Emevileri topraklarından şutlayınca, çok derin bir karar vermiş ve bu camiyi yıkmak yerine onu bir katedrale dönüştürmüşler. Bu anlamda Ayasofya’nın tam tersi bir durum söz konusu bir anlamda. İspanya ve kültürüne duyduğum saygı Granada’nın ardından bir daha katlanmıştı. Gerçekten çok etkileyici idi içi, fakat ne yazık ki en güzel yerleri tadilatta idi. Bununla beraber görebildiğim kadarı bile bana yetti ve arttı. Mesela İsa’nın etrafındaki İslami figürlere bakın:
İspanya, özellikle Endülüs dinlerin kardeşçe ve bir arada yaşadığı bir yer (Hristiyan ve Müslüman’ların yanında Yahudi bir topluluk da var). Yaşanan onca üzücü hadise ile beraber Anadolu’nun kaybettiğine tanıklık ettiğim hoşgörüsünün ardından anlayışın ve toleransın hala var olduğunu görmek benim için çok sevindirici bir deneyim idi (zira biz küçükken bize dünyanın en hoş görülü milleti biziz denmişti ve biz de inanmıştık, Anadolu’nun hatırı sayılır bir kısmı gerici muhiti olunca da hoş görü tüm dünyayı terk etti sanmıştık). Granada’daki Arap mahallesinde kiliseye sırtını yaslayıp hat yapan Müslümanlar, Hristiyanlığın Cordoba’da eski bir caminin içerisinde onun tarihi ve kültürü ile uyum içerisinde yaşayan simgeleri.. Eşsiz. İnsan kendi memleketini düşünüp üzülürken Madrid’e doğru yola devam etmesin de ne yapsın.
Berrin ve Kübra’cığımızı Cordoba’da bırakıp Madrid’e doğru yola çıkma hazırlıklarına başladık. Kamp alanını terk etmek üzere geri geri giderken arabanın önünü direğe toslayıp tamponu düşürmem de gezimize ayrı bir heyecan, keyif ve Europcar’a ödenen 300€’luk bir ekstra maliyet kattı (keyif ve heyecanı herkese dağıtıp 300€’yu tek başıma ödedim; araba kiralıyorsanız sakın “tam sigorta” almamazlık etmeyin. ehem).
Bundan sonra ise olaylar yaklaşık olarak şöyle gelişti:
- Madrid’e vardığımızda Mevzun, Can, Serdar ve Faruk Basel, İsviçre’ye devam ettiler. Biz ise Duygu ile Duygu’nun konferansına katılmak üzere San Lorenzo de El Escorial’e gittik.
- El Escorial’de 3 gün kaldık, ben 1750 metre yüksekliğe çıktığım bir hiking aktivitesine giriştim tek başıma.
-
Madrid’e geri döndük, kalan bir günümüzü Toledo’da değerlendirdik. Gördüğümüz muhteşem kılıçlar ve kalkanlardan kuşanıp İspanya’yı içeriden kuşatmayı düşündük, vazgeçip küçük bir duvar süsü aldık (Toledo Yüzüklerin Efendisi’nin çekimlerinde kullanılan tüm aksesuarların üretildiği yer, adamlar ciddi ciddi blacksmith’lik yapıyorlar, sorunca “3. dünya savaşından sonra köpeğimiz olacaksınız” diyorlar, değişik insanlar vesselam).
- New Orleans’a geri döndük.