Duygu ile Internet üzerinden yapılanan CouchSurfing isimli bir ağın parçasıyız (http://www.couchsurfing.com). Birisi benden CouchSurfing (CS olarak kısaltıyorum bu yazı için) konseptini Türkçe’ye çevirmemi istese herhalde “Kanepe Sörfü” diye çevirirdim. Bu muhteşem çeviri (:p) yardımı ile zaten kafanızda bir şeyler canlanmıştır, fakat yine de CS kendisini nasıl tanımlıyor onu yazayım ki her şey daha net olsun:

CS, gezginlerin birbirleri ile ve ziyaret ettikleri yerlerde yaşayan insanlarla bağlantı kurmalarını sağlayan dünya çapında bir ağdır.

Evet. CS sayesinde çok çeşitli insanlarla tanıştık. Bu çeşitli insanları bir kaç günlüğüne hayatımıza dahil edip, birkaç günlüğüne onların hayatlarına ve yolculuklarına dahil olduk, düşünce, kültür alış-verişi yaptık. Tabi her önümüze geleni evimize almıyor, Duygu’nun, posta kutusuna gelen isteklerden bize de bir şey katacağına inandığı insanları seçmekteki itinasına güveniyoruz.

Türkiye’de de CS’e üye olmuş ve evini, kanepesini gezginlere açmış olanlar var; her ne kadar 7-8 ay önce incelediğimde bir çoğu “Erkek, Bekâr, 1 turist bağyan ağırlamak ihtiyacında arzusunda” tipler gibi görünse de CS’yi kişisel gelişimine ve dünya görüşüne katkıda bulunabilecek bir araç olarak kullanma akıllılığını gösterebilen insanlar da muhakkak vardır. Siz öyle bir insan olduğunuzu düşünüyorsanız bence durmayın ve üye olun.

Bir kaç gün öncesine kadar CS yolu ile evimizde misafir ettiğimiz ve tanıma şansı yakaladığımız insanların bir listesi şöyle:

  • Amerika’da okuyan Hindistanlı bir biyolog hatun kişisi.
  • Chicago’lu bir ne yaptığını kendisi de fazla bilmeyen dünya tatlısı gezgin hatun kişisi (Una) (kendisi ayrıldıktan sonra yerini dolduracak bir kedi alma isteği uyandı içimizde).
  • Amerika’da tatil yapan Şili’li bir bağımsız film yönetmeni (Christian) ve İsveç’li, İngilizce yayın yapan kallavi bir kültür/sanat dergisinin editörü (Anja).
  • Ohio’dan yola çıkmış olan, topladıkları elektronik çöpleri yeniden değerlendirerek para kazanan ve Amerika’yı gezmekte olan anarşist bir çift (Danielle & Allison).
  • Texas’ta politika eğitimi alan, daha önce Türkiye’de, Guatemala’da ve Venezuela’da yaşamış, yaşı genç fakat dünya görüşü geniş bir Alman (Jan).

İlki biraz acemiliğimize geldi fakat onun dışında kalan her bir misafirimiz ile görüşmeye devam ediyoruz ve tanıştığımıza çok mutluyuz. Gelelim şimdiki zamana. 3 gündür evimizde misafir etmekte olduğumuz kişi muhtemelen yukarıdaki liste uzayıp gitse de yolculuk şekilleri ve amaçları bağlamında en enteresan olma unvanını kimseye kaptırmayacak bir tanesi:

  • Amerika’yı bir ucundan (Boston, MA) diğer ucuna (Los Angeles, CA) yürüyerek geçmekte olan bir deli: Skip Potts.

İnsan her gün böyle birisi ile tanışmıyor. Bu yüzden Skip’ten birazcık bahsetmek istedim. Belki ondan esinlenir, içinizde ne zamandır ertelediğiniz bir şeyi artık yapmaya karar verirsiniz.

Kaç ayakkabı eskittiğinden (3 çift), geceleri nerelerde kaldığına (yol kenarları, polis istasyonları, benzinlik arka bahçeleri, moteller, CS kanepeleri), hangi marka spor ayakkabı tercih ettiğinden (New Balance) günde ortalama kaç kilometre yol gittiğine (50-60 kilometre) kadar her konuda tuttuğum soru silsilesinin ilk sorularından birisi şu idi:

French Quarter’a giderken bizim arabamızla seyahat edecek misin yoksa yürüyor oluşunun ardındaki düşünce seni herhangi bir vasıtaya binmekten men mi ediyor?“.

Duygu’nun söylediklerine biraz daha dikkat edip http://pfee.org/ ya da Skip’in http://skippotts.blogspot.com/ adresindeki web günlüğüne bakmayı akıl etmiş olsa idim ilişkimiz böyle saçma bir soru ile başlamazdı muhtemelen.

Matematik yüksek lisansı olan Skip son 3 yılını Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da matematik ve İngilizce öğreterek geçirmiş. Muhtemelen bu deneyim onu sıradan Amerika’lı fanusunun dışına öyle bir fırlatmış ki Amerika’ya döndüğünde aklında delice bir şey yapmak ister vaziyette bulmuş. Böyle bir itki ile yürümeye başlamış. Yaklaşık 5500 kilometre sürecek olan ve ilk 2500 kilometresini iki ay gibi bir sürede tamamlamayı başardığı ve haritada yaklaşık olarak şöyle görünen bu yürüyüşün şu anda bir amacı var:

PFFE isimli kâr amacı gütmeyen ve eğitim eşitliği ve kaliteli eğitim için çözümler, projeler üreten bir organizasyon için bağış toplamak.

Fakat başlarken çok net bir amacı olmadığını kendisi de kabul ediyor. Yani bir anlamda yürümeye başlayıp yolda ne yapacağına karar vermiş. İnsanın yaptığı şeyin ne işe yaramasını istediğine karar vermesinin en doğal ve samimi yollarından birisi bence. Yıllar boyunca “şu şu problemleri çözmek istiyorum” deyip hiç bir şey yapmamaktan bin kat daha hayırlı ve verimli bence bir şey yapmaya başlayıp “bu yaptığım şey ile hangi problemleri çözebilirim” diye düşünmek. Tabi başlarken net bir amacı olmamasının bir handikapı da söz konusu olmuş: çok önemli bir şey yapıyor olmasına rağmen yolculuğu sponsorluk, halkla ilişkiler, duyuru gibi konularda hiç kafa patlatılmamış bir seyahat olmuş. İşin bu kısmının çaresine yollarda bakmaya gayret ediyor, bir yandan yürüyüp bir yandan bunlarla uğraşarak ne kadar aşama kaydedilebileceğini tahmin edebilirsiniz. Tam da bu yüzden kendisine küçük bir “bol şanslar” e-postası atarak kendisine tahmin bile edemeyeceğiniz bir destek ve güç verebilirsiniz (e-posta adresi PFEE’nin ana sayfasının en altında mevcut).

Ben en verimli düşünme seanslarını yürürken gerçekleştiren bir insan olarak 5500 kilometre yürüdükten sonra insanın bu yolculuğun ilk adımını attığı esnada olduğu kişiden ne kadar farklı bir kişi olacağını düşünmeden edemiyorum. Yol boyunca yaşananlar, keşfedilenler, tanışılan insanlar… Bir kaç yüz toruna yetecek hikayeler de cabası…

Bu arada beni çok üzen bir ayrıntıyı es geçmek istemiyorum: Skip’in çok büyük bir şanssızlığı var. O da fotoğraftan anlamıyor oluşu. Eğer fotoğrafla ilgileniyorsanız bunun ne kadar ciddi bir talihsizlik olduğunu hemen anlayabilirsiniz herhalde.

Hepinizin merak edeceğini tahmin ettiğim için “göster bakayım şu bacağın ne alemde” diye sormayı ihmal etmedim, 2500 kilometre yürüyünce böyle bir bacak kasınız oluyormuş:

Skip New Orleans’a ulaştığında henüz Mississippi Nehri’ni görmemiş bir insandı. Ben de onu alıp Mississippi kenarındaki gizli yerime götürdüm. Önce biraz oradan buradan konuştuk, sonra nehrin dinginliği konuşma isteğimizi bastırdı ve beraberce sessiz sakin uzun uzun oturup konuşmadan nehri seyrettik.

Seyahat eden insanların bir şekilde mıknatıslandığını ve enteresan insanları kendilerine çekme özelliği göstermeye başladıklarını düşünüyorum. Biz kendi halimizde otururken çıkagelen ve “ee gençler ne yapıyonuz bakalım” şeklinde sohbete başlayan, Skip’in hikayesini duyunca -haliyle- şok olan ve aşağıdaki fotoğrafta onun küçük bir belgeselini çekmekte olan Ross bu düşüncemi doğrular derecede değişik bir insandı. Çünkü şu anda 50’li yaşlarında olan kendisi de gençken bir kaç bin kilometrelik benzer bir parkuru yürümüş Amerika’da …. Nasıl yahu. Elini sallasan, .. neyse.

Onlar büyük bir aşkla birbirlerine hikayelerini anlatırken ben kendi kendime şunu soruyordum: “Dünyada kaç tane vardır bu insanlardan ki? Bunlardan iki tanesinin 3700 kilometrelik Mississippi nehrinin aynı noktasında aynı anda bulunma olasılığı ne olabilir?“. Ama oldu işte (sırf bu yüzden şu saatten sonra bana “moleküller bir araya gelecek de canlı bir organizma oluşturacak da, haydi oradan be, evrim aldatmacası lan” diye gelenleri tokatlamaya başlıyorum; fırsattan istifade, kıymetli bilgilerinize arz olunur).