Hristiyanların en önemli dini bayramı olan Easter vesilesi ile geçtiğimiz Cuma günü tatil idi (günahlarımız için öldüğü ve Hristiyan olmayanların da yararlanabildiği tatillere vesile olduğu için Hazreti İsa’ya teşekkür ederiz). Her hafta sonuna birleşen tatil dönemi için Kamp planları yapmakta usta biyolok Düygü Hanımlar yine bir hafta öncesinden gelmiş, “kampa gidelim” diye tutturmuştu.

Yaklaşık on seferdir çeşitli bahanelerle bertaraf ettiğim bu etkinlikten daha fazla kaçmanın anlamı olmadığını anladığım için bu sefer “peki” dedim kendisine. Gidelim de görsün gününü diye düşündüm. Sıkıntıdan patlasın, su olmadığı için sabah kalktığında elini yüzünü yıkayamasın, elektrik olmadığı için gece kitap okuyamasın, Internet olmadığı için e-postalarına bakamasın, sonuçta “bir daha gelirsem ne olayım, kamp bana gelsin bundan sonra!” diyerek benim gibi kampı evde kurmaktan hoşlanan bir insan olsun istedim. Bu kamp olayı benim için aslında bir fırsat olabilirdi: yaşanacak rezaletlerin ardından Düygü, benim gibi insanlar bilgisayar başında daha fazla vakit geçirebilsin diye icat edilmiş tatil günlerini her seferinde kamp yaparak heba etmeye çalışmaz ve evliliğimiz bu kamp engelini kolayca aşabilirdi.

Louisiana eyaleti sınırları dahilindeki bir milli parkın içerisinde yer alan Kincaid Lake isimli bir gölün kenarına gidiyorduk. Cuma sabahı saat sabaha karşı 5:00 civarı kalkıp yola çıktık. Kamp yapacağımız yere yaklaşınca durup alışveriş yaptık (su, ekmek, kömür ve tavuk gibi her kampçının hayatta kalmak için ihtiyacı olan minimum gereksinimleri temin ettik (ateş, toprak, su, tahta hesabı)).

Kamp yerine varıp da çadırımızı kurduğumuzda Duygu’yu bu işten soğutacağım ve ilelebet kamp lafı duymayacağıma dair ümitlerimin içi hüzün dolu hava kabarcıkları çıkararak Kincaid Gölü’nün sularına gömüldüğünü hissetmeye başlamıştım..

Bu arada tam olarak buraya kurmuştuk çadırımızı. Koca haritada daha sıkıcı, daha medeniyetten uzak bir yer olmasa gerekti. Kuşlar cıvıl cıvıl ötmek sureti ile terbiyesizce birbirlerine alenen kur yapıyor, şehir havasına alışkın ciğerlerim temiz havadan ziyadesiyle rahatsız oluyordu. Bu kamp deneyimi hezimet ile sonuçlanmazsa başıma gelecekleri, gideceğimiz diğer kampları düşündüm. İçim ürperdi.

Ağaçları bir virtüoz misali çalan rüzgar hüznümle dalga geçercesine etrafımda dönüp dururken ben sinsice, “en azından sıkıntılı yemek yapma süreci güzel mutfağında yemek yapmaya alışmış Duygu’yu çileden çıkarır ve ibreyi şu anda göstermekte olduğu ‘yaşasın kamp yaşantısı’ndan ‘kamp denen şeyin boyu devrilsin’e doğru çevirebilir” diye hesaplar yapıyordum… Samimiyetle ifade etmekte bir beis görmüyorum kıymetli okurlarım: bir kez daha yanılmıştım.

Kamp yaptığımız yerin çok yakınından geçen yaklaşık 15 kilometrelik bir parkur (trail) vardı. Duygu’nun buraya gelmeden önce ikimiz adına yaptığı planlardan birisi de bu parkuru yürümekti. Artık son ümidim Duygu’nun bu parkuru yürürken doktora yapan bir insana yakışır mantık seviyesine erişmesi ve şunları söylemesi idi: “Şehirlerin güzel kaldırımları dururken bu -beton dökülüp ayağıma layık hale getirilmemiş- saçma sapan patikalarda neden yürüyorum? Ben vergisini ödeyen bir insan olarak hakkımı arıyorum arkadaşım. Ne bu başı boş ağaçlar, bu kuşlar, bu börtü böcek, bu heyvanlar? Böyle saygısızlık görmedim.. Dökün bir asfalt, yürüyeceğimize aslanlar gibi arabamızı sürelim! İnsanım ben koçum, aloo kendinize gelin! Gidiyorum ben. Bir daha da gelmem buralara!” … Belli ki Duygu hakkında biraz yanılmıştım. Ümitlerim bir kez daha boşa çıkıyordu…

Bu son hezimet üzerine bu konuda daha fazla kafa yormamaya ve bu seferlik her şeyi oluruna bırakmaya karar verdim. Bu kamp olayından hiç keyif almadım ve size de katiyen tavsiye etmiyorum. Gitmeyi planlıyorsanız filan lütfen iptal edin. Siz de aynı hataya düşmeyin diye acılarımı paylaştım, daha fazla insanın benim gibi acılar çekmemesi için lütfen bu e-postayı listenize forward edin. Sistem hastane masraflarımın karşılanması için forward başına 1 kuruş veriyormuş. ALLAH BU ACIYI SİZE DE VEREBİLİRDİ! LÜTFEN N’OLUR FORWARD EDİN! TŞK!

Evet efendim. Acı dolu kamp macerasından kısa kısa notlar ile sizlere veda ediyorum:

  • Parkurun bir yerinde aşağıdaki karınca kolonisini gördük. Aklıma hemen şu belgesel geldi.
  • Bulunduğumuz orman içerisinde ceylan, rakun, armadillo, kaplumbağa, ördek gibi son derece yırtıcı ve tehlikeli hayvanlar olduğunu bildiğim için kamp ateşi yaktım ve Duygu’ya çadırda saklanmasını salık verdim. Dinlemedi.
  • Her fırsat bulduğunda kitap makale filan okuyan Duygu’ya “olur olmadık yerlerde kitap okuma, timsahlar filan gelebilir, seni yiyebilirler, ben bile kurtaramayabilirim” dedim. Dinlemedi.
  • Bazz ve Pamela isimli, sürekli kamp yapan bir aile ile tanıştık. Bize farklı kamp yerleri tavsiye ettiler. Duygu hepsini not aldı :(
  • İlk gece çöpümüzü tarumar eden rakun ikinci gece ortalıkta bıraktığımız kemikleri yemek için saat 04:00 gibi çadırımızın yakınlarına gelince yakayı ele verdi. Ay ışığında gizli gizli kendisini seyrettim. Hiç keyifli değildi. İki metre ötede katır kutur kemik yiyen bir rakun hayvanını gizlice izlemenin nesi keyifli olabilir…
  • Yolda bir armadillo ölüsünün başında bekleyen bir akbaba gördüm. Aklıma o meşhur fotoğraf geldi.
  • Richard Feynman’ın ölümünün ardından verdiği ders notlarından derlenmiş olan Feynman Lectures on Computation isimli kitabı okudum. Feynman çok akıllı bir insan olduğu için hiç kampa filan gitmemiştir diye düşündüm. Halime daha da çok üzüldüm.
  • Dönüş yolunda kahve molası verdiğimiz kafenin önündeki çimenlere oturup kahvemi orada içmeye karar verdim. Bir süre sonra bacağımın bir kaç yerinde acı hissetmeye başladım. Meğer bir karınca yuvasının üzerine oturmuşum ve belki 50 tane karınca bu tehdide cevap vermek için tüm güçleri ile bacağıma saldırıyorlardı. Öyle ki bir karıncayı tutup çekince bedeni elimde kalıyor ve kopan kafası bacağımı ısırmaya devam ediyordu. Beni yerimden kaldırmayı ve yuvalarının daha fazla zarara uğramasını engellemeyi başarmışlardı. Bu da doğanın bana attığı son kazık olsundu, bir daha da nasip olmasındı.