French Quarter, Bugün.
Arabamızın vites kutusu bozulduğundan beri laboratuvar’a gidemiyorum. Bunun yerine son haftamı geçenlerde bulduğum buluşu geliştirmeye çalışarak, evde geçirdim (profesörüm de ben de yeni bir veri kümeleme yöntemi geliştirdiğimi düşünüyoruz, göreceğiz zamanla). Fakat bugün evde oturmamaya, dışarı çıkıp fotoğraf filan çekmeye karar verdim.
Bizim muhitte yaşayan ve arabası olmayan kişilerin French Quarter’a gitmek için hem en nostaljik hem de en ekonomik alternatifi meşhur “Streetcar”lar. Bu nostaljik trenciklerin bizim Taksim’deki tramvaylardan pek bir farkı yok aslında. Ben de bir tanesine atladım bu gün.
Kabul etmek gerekir ki bu tramvayların içleri, insanların uzay mekikleri ile zırt pırt “o uydu tamiratı senin”, “bu uzay istasyonu onarımı benim” şeklinde oradan oraya gittikleri bir dönemin standartları için ziyadesiyle eski.
Yine de buralarda ülkemizi ve şanlı Türk gençliğini temsil eden bir birey olarak bu ironik durumun bende yarattığı gülme isteğini bastırmam gerektiğinin farkındaydım. Ciddiyetimi takındım ve gün boyunca ciddiyet konusunda hiç ödün vermedim.
Bir saat gibi bir süre sonra French Quarter’a vardım. Hızlıca bir şeyler atıştırdım.
New Orleans sokak müzisyenleri ve onların icra ettiği kaliteli müzik ile meşhur bir şehir; zaten bir çoğunuzun çoktan izlediğini düşündüğüm şu harika projeye New Orleans’ın üç sokak müzisyeni sokmuş olması bir rastlantı değil yani.
Benim de Ne zamandır aklımda New Orleans’ın sokak müzisyenlerini fotoğraflamak, bu konuda küçük bir belgesel hazırlamak gibi bir proje vardı. Zaman alacak bir şey olduğunun, bir günde halledebilecek bir şey olmadığının farkındayım. Fakat yine de “fırsat bu fırsat, bu günkü hedefin ortalığı kolaçan etmek, deneme çekimleri yapmak olsun Meren” dedim kendi kendime. Hepinizin bildiği gibi en büyük yolculuklar “bir adım” ile başlar (genelde de ilk adım atılması en zor olanıdır). Nitekim bu gün bir başlangıç olabilir, bundan sonra da her ay bir-iki günümü bu projeye pekalâ ayırabilirdim. Bende bu ciddiyet olduktan sonra elimden hiç bir şey kaçamazdı.
Hemen St. Louis katedralinin önüne gittim. Günlerden Cuma olmasına rağmen müzisyenlerin döktürme yeri olan bu mekân yine kalabalıkidi ve şansıma da Dirty Dozen isimli bir jazz grubu düşmüştü.
Vokal işlerinden tromboncu abimiz mesul idi. İkisini de pek iyi beceriyordu açıkçası. Fotoğrafları çekmeye başlamadan önce bir yarım saat filan oturup kendilerini dinledim. Kâh emprovize, kâh jazz standartlarını yorumlamak sureti ile döktürüyorlardı.
Kendisi üstüne bir de yakışıklıca bir eleman olunca genç kızların ilgisi bir türlü dinmedi. Bizimki de her sokak müzisyeninin sevecenliği ile ilgi alaka göstermekte cimri davranmıyordu elbette..
Klarnet’in Tuba Sousaphone ile uyumu ise büyüleyici idi (bu arada bir bilen lütfen beni aydınlatsın, o arkadaş ne Tuba ne French Horn ne de Trombon, Trombon ailesinden geliyor gibi görünüyor ama bilemedim) (Güncelleme: ülkemizin aynı zamanda evrim çalışkanı olan en önemli yan flüt isimlerinden birisi olan riemann bey beni aydınlatmış ve bu aletin trombon ailesinden gelen sousaphone olduğunu söylemiş yorumlar kısmında. Sousaphone, 1890 yılında icat edilmiş ve pratik sebeplerle bandolarda Tuba’nın yerine geçmiş. Ben de önce Tuba olduğunu sanıp sonra da Trombon ailesinden geldiği konusundaki şüphelerim ile sonuca epey yaklaşmışım aslında. Meren Bey, sonuca o kadar güzel yaklaşmışsınız ki üflemeli çalgılar konusundaki cehaletinizi unuttuk bile. Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz, yüreğime su serptiniz. Rica ederiz, o sizin nezaketiniz, o ciddi görünüşünüzün altında altın bir kalp yatıyor. Ahah. Kikirt. Yazıya dönelim mi? Elbette, muhakkak).
Böyle bir grubu canlı canlı dinlememiş birisine nasıl şahane bir müzik yaptıklarını anlatmak güç. Fakat bir video kamera almaya karar verdik geçenlerde Duygu ile, belki New Orleans müzisyenlerini duyabilmeniz için bir kaç klip de eklerim ilerleyen zamanlarda. Bu arada o klarnet ağladı orada, etraftaki yaşlıları da ağlattı..
Sonra yavaş yavaş eve döndüm.
Abstract görünce dayanamıyorum, ne olacak benim bu halim…