Bu Cumartesi son zamanların en dolu dolu Cumartesi günü idi dün benim için. Normalde hepimizin bildiği gibi Cumartesi günleri evde paşalar gibi bilgisayar başına kurularak geçirilen bir gündür. Son iş gününün bir gün sonrasına, son tatil gününün ise bir gün öncesine denk gelmesi nedeni ile Alacakaranlık olarak da adlandırılabilir aslında: Perşembe, Cuma, Alacakaranlık, Pazar.

Duygu ile sabah bisikletimize atladığımız gibi yeni tanıştığımız Matthew isimli saksafoncu arkadaşın evine kahvaltıya gittik. French Quarter’da yaşayan, saksafon çalan, aynı zamanda gümüş takılar yapan, hayatı müzik ve gece hayatından ibaret gibi görünen, son derece yakışıklı, bekâr bir adamın hazırlayacağı kahvaltıdan ne beklenebilirdi. Fakat bu vejeteryan şahsiyet karidesli maridesli, yanarlı dönerli öyle bir kahvaltı hazırladı ki bize, yolda giderken “hiç bir şey bulamazsak bunları yeriz” diyerek aldığım croissant’ları çıkarıp masaya koyduğuma utandım açıkçası (zaten onlar da o kadar utandı ki pısss diye söndüler, kimse yemedi kendilerini). Velhasılı Matthew çok acayip bir tip çıktı. Bu kadar “olgun” ve “serseri” öğenin bir arada bulunduğu insanların hastası oluyorum. Zaten kendisi hakkında bir foto-röportaj planladığım için burada kendisini daha fazla detaylandırmayacağım.

Kahvaltıdan sonra bir ara konu grafiti ve grafiti sanatçılarından açıldı. Hemen “Banksy’yi biliyor musun?” diye sordum. “Hayır” dedi. Hayır dediğine çok sevindim aslında. İnsanları Banksy ile tanıştırmak bana çok büyük bir gurur veriyor. Banksy anonim bir grafiti sanatçısı ve dehşet işler ortaya koyuyor, belki de işlerindeki o “anonimlik”, o “haklarından feragat etmişlik” yüzünden, kendisi ile tanıştırdığım insanların Banksy’nin çalışmalarına bakıp bakıp iç geçirmelerinden kendime bir pay çıkarıyorum. Siz de tanımıyorsanız tanıştırayım, Banksy. Lütfen inceleyin, kesinlikle ilham verici bir kişilik.

Matthew’a “bu arada bu adam New Orleans’a da uğramış bir ara” deyip New Orleans’ta bıraktığı izleri gösterirken “aa ben bu grafitiyi biliyorum, daha önce görmüştüm” dedi. Atladık bisikletlerimize ve bize nerede gördüğünü gösterdi. Ta kendisi idi, Banksy idi:

İşte New Orleans’ı bu yüzden seviyordum: birileri tutup bu grafitiyi koruma altına almıştı (grafiti üzerine vidalanmış olan saydam plakaya dikkat ediniz). Orada burada kamu malına zarar verdiği için hakkında davalar açılan, ertesi gün belediye işçileri tarafından yaptıklarının üzeri boyalarla kapatılan grafiticilere duyurulur.

Günün ikinci etkinliği Richard Cheese konseri idi. Gittiğimizde konsere daha iki saat vardı, bu yüzden hemen yakınlarda olan ve bağımsız filmler yayınlayan bir sinemaya girdik. Ne izleyeceğimizi bilemedik, hakkında hiç bir fikrimiz olmayan Sugar isimli filme girdik. Böylece Sugar günün ikinci etkinliği, Richard Cheese konseri ise üçüncü etkinliği oluverdi. Sugar Müthiş bir yapıt. Çıldırmış şekilde çıktık dışarı (fazla bir şey yazmayacağım ama eğer izlemek istiyor ve spolier okumak istemiyorsanız bundan sonraki iki paragrafı atlayınız).

Hikaye Amerika’daki baseball takımları için oyuncu yetiştiren Dominik’teki bir okulda sivrilen bir gencin Amerika’ya gelişi ve işlerin nasıl gittiği üzerine kurulu. Köleliğin evrim geçirerek geldiği noktalardan birisi. Dominikli bir genç Amerika’da baseball oynama hayali ile okulunu bırakıyor, baba mesleğini bırakıyor, tüm vaktini bu işe adıyor, bir şekilde başarısız olduğunda ise artık tutunacak hiç bir şeyi kalmamış oluyor..

Ben gençken, İzmir’de yaşadığım muhitte bu sistemin bir benzerinin Türkiye içinde de var olduğuna şahit olmuştum. Mahallede güzel top oynayan gençlerin en büyük hayali bir şekilde Karşıyaka ya da Göztepe spor kulüpleri tarafından keşfedilmek, sonra da Fenerbahçe’ye, Galatasaray’a transfer olmak idi. Her mahallede de yarı ciddi bir mahalle takımı ve bu takımların başında da “tamamen şans eseri Fenerbahçe yerine bu mahallenin takımını çalıştırmakta” olan antrenörler olurdu: işi gücü olmayan, bir zamanlar bu gençler gibi yola çıkıp becerememiş, şimdi küçük bir takıma satacak oyuncu yetiştirmek tek geçim kaynağı kalmış çapulcular. Bu adamlar bir şekilde çocukları öyle gaza getirirlerdi ki bir kısmı okula, derslere vakit ayırmak yerine var güçleri ile futbolcu olmaya çalışmaya karar verirlerdi. Ondan duyulacak bir iltifat, o çirkin yüzde belirecek bir gülümseme etrafında pır pır dönen çocuklar için dünyaya bedeldi. Fakat Muhsin yetenekli/yeteneksiz ayırmazdı. Herkese gülümser, her gence ümit verirdi. Çünkü ne kadar çok çocuk tüm gücüyle denerse içlerinden birisinin gerçekten bir kulübün ilgileneceği noktaya gelme olasılığı o kadar artardı; kafası pek çalışmazdı Muhsin’in fakat olasılıktan pek iyi anlardı. Küçük olmama rağmen bu durumu fark ettiğimde kendime yakın bulduğum arkadaşlarıma okulu bırakmamaları, bir meslek sahibi olmak için çabalamaları, futbolu hobi seviyesinde tutmaları için yalvarıp rahatsızlık veren bir insana dönüşmüştüm. İçlerinde iyi oynayanlar da vardı, hatta bir tanesi Karşıyaka Spor Kulübü ile bir yıllık sözleşme bile imzaladı.. O mahalleden ayrıldığımda lise birinci sınıf öğrencisi idim. Annem halâ aynı yerde oturduğundan arada bir gidip geldiğim bir yerdir, dolayısıyla rastlantı eseri de olsa kendilerini görürüm, haberleri bir şekilde kulağıma çalınır. Bir dönem aynı okulda okuduğum bu gençlerin birisi en son gördüğümde Migros’ta kasiyer, diğeri bir sanayi sitesinde çaycı, bir diğeri ise uyuşturucu, mafya mevzularına bulaşmış Belçika’ya gitmekten, milyoner olmaktan bahseden bir andaval idi. Bana bir kaç defa benim bir gün harika bir futbolcu olacağımı, muhteşem bir tekniğim olduğunu fakat biraz daha fazla çalışmam gerektiğini söylemiş olan, okulun önümdeki en büyük engel olduğunu ima eden Muhsin ise halâ oralarda idi. Ne “ben sizi yetiştireceğim” diyerek hayatını bellediği çocuklar ne de 6’lı ganyanlar onu kurtarabilmişti. Çark dönmeye devam ediyordu. Futbol sektörü işleyen bir saat, böyle küçük çarklar da Fenerbahçe, Beşiktaş gibi büyük çarklar ile aynı sistemin bileşenleri. Hepsi kokuşmuş, pislik içinde işleyen bir sistemin parçaları. Hoş futbol günümüzde işleyen, içine bir sürü insanın para, emek ve zaman akıttığı ve sonucunda yalnızca bir kaç kişinin cebini dolduran sistemlerden sadece birisi olduğundan o kadar üstüne gitmenin de alemi yok belki. Sugar işte bir yerde bu mevzuyu bir baseball oyuncusunun gözünden işliyor. Müthiş oyunculuk ve güçlü senaryo da cabası.

Richard Cheese konserine fotoğraf makinesi almıyorlardı. Bu “fotoğraf makinesi sokmak yasak“, “vidyö kamera sokmak yassah” mevzusunun beni ne kadar tiksindirdiğini anlatamam. Bir gün beyin sinyallerini algılama ve işleme metotları iyice geliştiğinde, mesela daha önce gördüğümüz bir şeyi başkaları tarafından da görülebilir bir formata dönüştürmek mümkün olduğunda ne olacak? Ya da fotoğraf makinesi teknolojisi suyunu çıkarıp insanların kornealarına gömülebilen fotoğraf makineleri yaygınlaştığında nasıl olacak bu “video yasak”, “fotoğraf makinesi yasak” insanları bilemiyorum (ben şahsen sarı beneğimin olduğu yere bir CCD sensör koydurmak için resmi başvuruda bulundum, göz kırpacağım fotoğraf çekecek sonra USB ile bilgisayara aktaracağım (tek problem -çok afedersiniz- USB portunu nereye taktıracağım, sonra her şey tamam)). Diğer taraftan bir şeyi anlatmanın tek yolu fotoğraf ya da video mu? Madem derdiniz bu, edebiyatçıları da almayın o zaman konserlere. Adam öyle güzel anlatır ki gördüklerini okuyan herkes konseri görmüş kadar olur. Üstüne üstlük Richard Cheese başkalarının şarkılarını alıp yorumlayan birisi, birisinin ortaya koyduğu bir şeyi yorumlamanın sınırı nerededir? Richard Cheese Britney Spears’ın şarkısını alıp yorumlayabilir fakat ben onun sahne düzenini fotoğrafını çekmek sureti ile yorumlayamam. Bu mudur? Nitekim içeri bir girdik ortalık point-and-shoot fotoğraf makineleri ile fotoğraf çekenler, iPhone’ları ile video kaydedenler ile dolu idi. Ben ne bu kadar tutarsızlığı ve bu kadar dangalaklığı kaldırabiliyorum ne de resmi olarak yasaklanmış bir konsere fotoğraf makinesi sokma yüzsüzlüğünü ortaya koyabiliyorum. Bu yüzden bir daha fotoğraf makinesi resmi olarak yasak olan hiç bir konsere gitmeyeceğim.

Bunun ötesinde Richard Cheese konseri de pek güzeldi. Kendisini tanımıyor etmiyorsanız bunu izleyin, hemen anlarsınız nasıl bir tip olduğunu (Tabi o bağlantıyı verirken Radiohead’ın Creep isimli şarkısını daha önce duyduğunuzu var sayıyorum :)).