Savaş Alanı
Benim Oğuz Dinç isimli, son derece sakin, son derece insan gibi insan bir dostum var; tanısanız çok seversiniz. Oğuz’un renkli kişiliklerinden birisi de yazar kimliği. Kendisinin Çitlembik Yayınları tarafından yayınlanmış Maria’nın Yıldızları (2005) ve Yalnızlığın Kırmızı İzi (2007) isimli iki öykü kitabı, Karlar ve Adımlar (2008) isimli bir şiir kitabı var (Karlar ve Adımlar aynı zamanda e-Kitap olarak da indirilebiliyor).
En son sessiz sedasız, kendi başına bir e-Kitap daha yayınladı: Gün İzleri.
İçinde 11 kısa öykünün yer aldığı kitabı yüzümde bir tebessümle okudum. Muhakkak okumaktan keyif alan, yeni insanlar keşfetmek isteyen birilerinin ilgisini çeker diyerek bir öyküsünü yayınlayayım istedim.
Oğuz’un bu günlük yazısını görünce mahcup olacağından adım gibi eminim. Fakat kendisini sizinle tanıştırmak adına onu bu şekilde rahatsız etmeyi göze alıyorum. Diğer taraftan Internet’le arası pek olmadığından görebilir mi, görürse ne zaman görür ondan da pek emin değilim açıkçası :)
***
Savaş Alanı
– Ateş edebileceğim bir oyun var mı?
Internet kafeyi işleten genç beni süzüyor.
Canım çok sıkkın, yüzüm gergin.
Ortamın yabancısı olduğumu haykıran ipuçları; şortumun modası geçmiş, kolumun altında ciddi bir gazetenin kitap eki, oyun adı bile bilmiyorum.
– Tabii, diyor, bir sürü oyun var, istediğiniz makineye geçin.
Kafenin boş bir saati. Bir kaç makinede ilginç, ekranla birleşmiş tipler. Ortalık dökülüyor, makineler sararmış, kapıdaki oyun ilanları sararmış. Kasada yaşlı, devasa bir adam, cüssesinin altında kaybolan sandalyesine tepe gibi yığılmış. Kafe adamın eteklerine kurulu sanki. Beyaz saçları, kahvede tavla oynamaya daha uygun. Yeşilçam bıyığıyla ve boşalmış gözleriyle bana bakıyor.
Birden aklıma apartmandaki liseli çocuklardan duyduğum savaş oyunu geliyor.
– Var efendim, diyor genç.
“Efendim” hitabının altında yatan gerçekler; yabancıyım, yaşım ilerliyor, somurtuyorum, her an hizmet bekleyen tatsız bir tip olup çıkmışım.
– Sizi en iyisi alt salona alayım…
İstanbul güvensizliğimle tereddüt ediyorum. Uyuşturucu yaşı beşe inmiş, haplar, tozlar… Ya aşağıda sopa yeyip soyulursam… Ya organ mafyası damağımı alırsa , bir daha da Bolulu Hasan Usta’da kazandibi yiyemezsem?…
– Tamam, inelim…
Yamuk yumuk merdivenlerden dehlize iniyoruz. Salon dediği, daracık bir yer, salondan çok bidona benziyor. Çöp kutusu ağzına kadar dolu. Duvarlar dökülmüş. Her köşeye bu delikte heba edilen gençliklerin izmarit sarısı sinmiş.
– Şöyle buyurun efendim.
İyi, hala organlarım tamam. Soyulmadım da. Makine başına marş.
– Kulaklık yok mu?
– Yok efendim, maalesef…
Nasıl kopacağım o zaman dünyadan… Kulağımın dibinde nasıl vızıldayacak mermiler?
– Hoparlörden ses veririz, ortamda duyarsınız.
İyi…
– Ben ayarlarından anlamam, başlatabilir misiniz oyunu?
– Tabii efendim…
Hyatt Regency otelinin masaj salonundayım sanki.
Heeyt, oyun açılıyor.
İkinci Dünya Savaşı. Az kaldı, çatır çatır saydıracağım şimdi Nazilere.
Rusya görüntüleri geliyor.
– Rus cephesi mi?
– Galiba efendim.
– Rus muyuz, Alman mı?
– Amerikalı ya da ngiliz galiba…
Neyse, harp tarihi münazarasına değil, kafamı dağıtmaya geldim.
Oyun başlarken şef garson edasıyla soruyor genç;
– İçecek bir şey alır mısınız?
– Ayran var mı?
Gencin saygısı birden sarsılıyor. Rusya’da savaşırken ayran mı içilir…
– Ayranımız yok maalesef…
Saldırganlığı arttıran bir şey mi içsem acaba, Vietnam’da Amerikalı askerler içiyormuş ya… Veya enerji içeceği mi içsem? Red Bull içip kızıl boğaya mı dönüşsem, Burn içip ateş topuna mı?
– Neyiniz var?
Şunlar, şunlar.
– Soda lütfen…
Genç merdivenlerde kayboluyor.
Cephedeyiz. Rus’muşum. Almanlar Moskova’ya yaklaşmış, savaşın en kızgın dönemi. Adım Vasili. Ekranda anneme yazdığım mektup çıkıyor, adımı oradan öğreniyorum. Mektup ngilizce yazılmış. Belki Vasili, Moskova Üniversitesi ngiliz Dili ve Edebiyatında okuyordur, annesi de bölüm başkanıdır… Hoop, başlıyoruz.
Bir kamyondayım. Kamyonun arkası açılıyor. Önce talim alanına gelmişiz. Eğitime verilen öneme bak. Sıkılır mıyım ki, geçsem mi burayı… Neyse, şimdi savaşta yanlış düğmeye basarım, ateş edeceğime su içerim, dalağım şişer.
Başımda kalın sesli bir Rus subayı var. Kamyondan cevval bir şekilde atlayacağıma aval aval etrafı seyrettiğim için basıyor fırçayı; “Vasili, hızlı ol, adam ol, kafanı kırarım.”
Talime tabanca-tüfekle başlıyoruz. Adam Vasili diyor, başka bir şey demiyor. Gözüne battık bir kere.
Tüfeği de öğrendik. “Şimdi el bombası eğitimi…” ki kasa patatesin yanına gidiyoruz. Karşıdaki yıkıntılara patates atıp eğitim yapacağız. Herhalde tarihte böyleydi. Durumu sineye çekip, hedefe üç tane kumpirlik patates fırlatıyorum. “Almanları böyle yenemeyiz yalnız…” diye fikir vereceğim sırada saldırı haberi geliyor. Nihayet savaş başlıyor.
Moskova yakınlarında bir sürü yoldaşla beraber koşturuyorum. Elimde tamburalı makineli. Naziler yıkık bir binadalar. Yan binadan ateş açıyoruz. Tamburalıyla saydırıyorum. Tatatata! Tatatatatata!… Tetiğe asıldıkça ekran titriyor.
Oh be, nasıl rahatladım.
Karşılıklı bağrışmalar bile çok gerçekçi, inşallah kaptırıp bağırmam.
Dibimde el bombası patladı, ekran kızardı, hay Allah, hop, yan yattık. Neyse, hadi bi daha…
Savaşın en kritik anında, genç salona iniyor.
– Affedersiniz efendim, biraz sesi kısabilir miyiz? diyerek hoparlörün düğmesini çeviriyor. “Yukarı çok ses geliyor da…”
Bakışlarımı ekrandan alıp gencin yüzüne dikiyorum. Durumun ciddiyetini anlıyor.
– Yani, siz savaşın içinde olduğunuz için, hissetmiyorsunuz tabii…
Cevap vermiyorum.
Savaş tüm hızıyla sürüyor. Karlar üzerinde koştura koştura yıkık binaya taarruza geçiyoruz. Önümde Dimitri diye bir yoldaş var. Ses kısılınca Almanların gürültüsü azalıyor tabii. Makinelisiyle bizi dağıtan Naziyi dürbünlü tüfekle deviriyorum.
Ses yüksekmiş efendim…
Savaşın sesi kısılır mı? Beyefendi, şu makinelinin sesini biraz kısar mısınız? Bombayı sonra atsanız, çocuk uyuyor, diyebilir misin?
Yukarıda kim şikâyetçi olmuştur ki… Çet yapan tipitip bir kız vardı, belki odur.
Gözlerim ekrandaki macerayı izlerken, sakinleşen zihnimden son günlerin haber bültenleri, Ortadoğu’daki savaşların fotoğrafları geçmeye başlıyor.
Ölen bebeklerin resimleri gözlerimin önüne çakılıyor.
Sakat kalan çocukların cevaplanamayacak sorularla dolu bakışları.
Resimlerdeki dehşetin yanında can sıkıntılarım küçücük kalıyor.
Çocuklar öldükten sonra, savaş nerede, kim haklı, ne önemi var.
Binanın içlerinden çatışma sesleri geliyor hala.
İlerlemem gerekiyor ama kıpırdamıyorum. Az önce makinelinin başında vurduğum askerin sanal cesedini seyrediyorum.
Farenin üstünde tetik çekmekten kasılmış parmaklarım gevşiyor.
Bu sırada başka bir Nazi askeri koşarak makineliye geçiyor.
Kıpırdamıyorum.
Asker bana nişan alıyor.
Silahımı bırakıp sonumu bekliyorum.
Makineli, mekanik bir sesle beni indiriveriyor.
Gözlerimde cevaplayamadığım sorular, resimlerdeki bebeklerin yanı başına düşüyorum.
2006