Dijital müdahalelerin dijital fotoğraf makineleri ile fotoğraf çekenler tarafından bile sık sık eleştirildiğine tanık oluyorum. Bu konuda ne düşündüğümü açıkça yazarsam sadece bu konu üzerine düşünmemiş olanları düşünmeye teşvik etmekle kalmaz, bu konu üzerine yapılan tartışmalarda referans olarak gösterilebilecek bir yazı da ortaya çıkmış olur diye düşündüm.

Bu günlükte “en güzel manzara fotoğraflarının nasıl çekileceğini” öğrenmek isteyenlere teknik ipuçları vermiyor, “fotoğrafla ilgili şunu diyene nasıl bir cevap vermenin uygun düşeceğinin” kısayolunu arayanlar için kerameti kendinden menkul önermeler sunmuyorum, bu yüzden de derdimi anlatmam biraz uzun sürüyor, yazdığım yazıları okumak biraz emek istiyor. Maalesef bu yazı da bir istisna değil.

Oysa “hayır, dijital müdahale fotoğrafı öldürmez, ve en iyi manzara fotoğrafları da f/8 + ISO 50 + tripod + polarize filtre + optik aberasyonu düşük geniş açılı lens ile çekilir” diyebilmeyi ben de isterdim. Böylece hem daha çok okurum olurdu, hem bu tip yazıları yazmaya daha az vakit harcardım, hem de burası kızların kendileri teklif ettikleri, erkeklerin teraziye tıkladıkları müthiş bir paylaşım ortamı olurdu. Fakat biliyorum ki siz beni böyle seviyorsunuz (smiley).

Tatlı yiyelim tatlı konuşalım” konseptine hürmeten, yazı öncesi bir fotoğraf (sabredenler için yazı sonunda da bir tane olabilir):

Dijital fotoğrafçılık ile ilgili eleştirilerin sahipleri ve eleştirileri bir kaç farklı grupta toplanabilir.

Ben bu gruplar içerisindeki en geniş iki grubu şunlar olarak görüyorum:

  • Analog fotoğraf makineleri, film ve karanlık oda ile çalışan ve dijital fotoğraf makineleri, dijital baskı, dijital işleme ve bu gibi dijital fotoğraf tekniklerini eleştiren, bunların fotoğrafa zarar verdiğini, bu yöntemlerle elde edilen şeylerin fotoğraf olmadığını iddia eden fotoğrafçılar.
  • Dijital fotoğraf makineleri ile çalışan ve dijital fotoğraf işleme tekniklerinin fotoğrafa zarar verdiğini ya da bunların fotoğraf olmadığını, yapılan dijital müdahalelerin fotoğrafın değerini düşürdüğünü iddia eden fotoğrafçılar olarak görüyorum.

Bu grupları yazının iki noktasında hatırlamanız gerekecek.

Her iki grubun iddialarına dair ne düşündüğümü yazmaya başlamadan önce “fotoğraf bir nedir?” sorusuna yanıt aramalı. Zira ben tanım yapmasını çok severim. Düşüncelerimi toparlamama ve herhangi bir konuda tartışırken saçmaladığımı fazla uzaklaşmadan fark etmeme yardımcı olur. Bununla beraber fotoğraf konusunda tartışıp, kendisine “peki fotoğrafı nasıl tanımlıyorsun, fotoğraf nedir?” dendiğinde önce şaşkın şaşkın bakıp, sonra sorunun anlamsızlığından yakınmak ve hemen ardından konuyu değiştirmek taktiğinin de başarılı şekilde icra edilebildiğine defalarca şahit oldum, tercih meselesi. Bunu yapmak istemeyenler için gelsin o zaman: Fotoğraf nedir? Neye “fotoğraf” diyoruz? Fotoğrafı nasıl tanımlayacağız?

  • Fotoğraf, fotoğraf makinesi ile elde edilen midir?
  • Fotoğraf bir optik düzenek vasıtasıyla çekilen midir?
  • Fotoğraf bir film ya da sensör üzerine düşen ışık ile oluşan mıdır?

Bir çoğunuzun bu tanımların yetersizliğini görebildiğini tahmin ediyorum, her birinin çizdiği sınırın dışında kalan fotoğraflar ya da fotoğraf çekim araçları hayal etmek mümkün. Ben böyle hassas konularda sınırlayıcı değil kucaklayıcı tanımlar yapmanın faydasını çok görmüş birisi olarak fotoğrafın tanımını “fotoğraf” kelimesinden yola çıkarak yapıyorum. Bu durumda fotoğraf bence şudur:

Işık etkisi ile iz bırakmak eyleminin sonunda ortaya çıkan şey

Çünkü kavram olarak fotoğraf optik düzeneklerin, ışığa duyarlı kimyasal yüzeylerin ya da ışık sensörlerinin oluşturduğu düzeneklerin üzerinde bir şeydir ve tanımı ortaya çıkarılması esnasında kullanılan araçlar ile sınırlandırılamaz. Ben tanımın kısa, öz ve kucaklayıcı olanını severim.

***

Bu tanım ile beraber yukarıda bahsettiğim gruplardan ilkine verdiğim yanıt kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Çünkü onlarla görüş ayrılığımız henüz tanım noktasında başlıyor. Dar bulduğum bir bakış açısı ile ışığın etkisinin ancak film üzerinde saklandığı koşulda o şeyin fotoğraf olacağını, sensör üzerine düşen fotonların oluşturduğu görüntünün fotoğraf olmayacağını iddia ediyorlar (bunu bu şekilde dillendirmiyorlar tabi, böyle deseler işin içindeki anlamsızlığı kendileri de tespit edebilir).

Bu grup ile hayatını mum ışığında geçirmiş birisinin kendisine Edison’dan bahsedildiğinde “heee onunki ışık deyil” demesi arasında bir benzerlik var, hem hüzünlü, hem komik, hem de can sıkıcı bir benzerlik… Tanımlar farklı olduğu için zaten tartışmaya gerek yok. Bendeniz eğer bir tartışmanın bu noktaya geldiğinden şüphelenirsem ninjaların ortadan yok olmadan önce küçük bir duman bombası atmasına benzer bir şekilde “bir tartışma esnasında argüman olarak ‘hıhı evet’ demek” saldırımı gerçekleştirip kafası karışıklığını fırsat biliyor ve olay mahallinden uzaklaşıyorum.

Ansel Adams’ın şöyle bir sözü var mesela:

Fotoğraf, ifadenin ve iletişimin güçlü bir ortamı olarak, sonsuz çeşitlilikte algı, yorum ve uygulama şekli sunuyor.

Ne kadar “abstract” bir yaklaşım. Zaten nedense büyük adamların böyle küçük detaylara takıldıklarını hiç görmezsiniz, takılsalar nasıl cevap verdiklerine bakıp onları taklit etmek ne kolay olurdu.

***

İlk grup böyleyken ikinci grup çok daha iyi bir noktada sayılmaz bence. Çünkü bu gruptaki insanlar dijital bir fotoğraf makinesi ile fotoğraf çekip, dijital müdahaleyi yanlış, fotoğrafın ruhuna aykırı buluyorlar.

Oysa dijital müdahale çok geniş bir kavram ve -sıkı durun- Photoshop ile sınırlı değil.

Bir fotoğrafta dijital müdahale olduğu durumda onun değerinin düştüğüne inananların bu sanrısının, ellerindeki dijital fotoğraf makinesinin nasıl çalıştığını bilmemelerinden ileri geldiğini düşünüyorum. Aslında hepimiz dijital bir fotoğraf makinesinin nasıl çalıştığını az-çok biliyoruz: 1. ışık lens yardımı ile kırılarak sensör üzerinde görüntünün bir projeksiyonu oluşur, 2. bi’ şeyler olur, 3. LCD ekrandan ne çektiğimize bakar, çevirip arkadaşlarımıza filan gösteririz. Bununla beraber o arada olan bi’ şeyler, pek de öyle geçiştirilecek türden şeyler değil. Daha önce karşılaşma fırsatı bulamamışlar için dijital bir fotoğraf makinesi görüntüyü nasıl oluşturduğunu özetlemeye çalışayım:

Perde kalktığı anda -kullanılan fotoğraf makinesine göre CCD (charge-coupled device) ya da CMOS (complimentary metal oxide)- sensör üzerinde bulunan ultraviyole ve kızılötesi filtrelerinden süzülen “görünür ışık” photo-site isimli hücreciklerin üzerine düşer (bu hücrecikler sensör yüzeyinin tamamına yayılan, bir kenarı -fotoğraf makinesine göre- 11.8 mikrondan 2 mikrona kadar değişiklik gösteren kareciklerdir. Bu hücrecikler içerisinde ise foto-diyot (photo-diode) isimli ışığa duyarlı bölgeler vardır (ve bu “gerçek anlamda ışığa duyarlı” bölgeler photo-site’ın, dolayısıyla sensör yüzeyinin tümünü kaplamazlar (hatta tüm sensör yüzeyinin yarısından daha azını kaplarlar ve bu da makinemizden çıkan “fotoğrafın”, sensör üzerine düşen görüntünün büyütülmesi ile elde edilmiş bir görüntüden çok daha fazlası olduğu anlamına gelir (çünkü sensör yüzeyine düşen görüntünün yarsından fazlası bir anlamda yoktan var edilmekte, bu eksik kısım elde edilen analog veri kırıntılarından yola çıkılarak dijital olarak hesaplanmaktadır))). Her bir photo-site, üzerine düşen ışığın -yani dalga+parçacık birlikteliğinin- içerisinden enerjiyi -yani fotonları- seçerek foto-diyot vasıtasıyla foto-elektronlara dönüştürür (hayal edebileceğiniz gibi bu foto-diyot’lar ne kadar büyükse o kadar daha fazla fotonu o kadar daha kısa sürede toplar (foto-diyotların boyutlarının fotoğraf makinesinin ISO ve noise başarımı ile doğrudan ilgisi var bu arada). Perde açık kaldığı sürece foto-elektron biriktiren her bir foto-site, çekimin sona ermesi ile beraber biriktirdiği foto-elektronların miktarına bağlı olarak bir değer üretir. Bu değerler interline isimli bir yöntemle tek tek okunurken çeşitli algoritmalar çapakları (noise) azaltmak için ışık verisini mütemadiyen işler. Bu işlem sonucu elde edilen yeni veri analog-dijital dönüştürücüler (ADC) tarafından kullanılır hale getirilir. Bu aşamada elde edilen, piksel başına ışık şiddeti ve dalga boyu bilgisini tutan bir matristen ibarettir (veri bu kadar işlenmiştir ama ortada hala gerçek anlamda bir görüntü yoktur). Ardından devreye görüntü işlemcisi (örneğin Nikon için EXPEED gibi) devreye girer ve matris içindeki veriyi analiz ederek her bir pikselin renk bilgisini çevresel piksellerden yola çıkarak hesaplamaya başlar. İnterpolasyon işlemi esnasında görüntü işlemcisi renk bilgisinin yanında kontrast, keskinlik, renk doygunluğu gibi değerler ile ilgili hesaplamaları da gerçekleştirir ve fotoğraf bu işlemin sonunda ortaya çıkar.

Dijital müdahale mi demiştiniz?

***

Yukarıdaki eğreti açıklamadan çok daha ayrıntılı olan ve aslında kimsenin tüm ayrıntılarını bilmek zorunda olmadığı bu “dijital fotoğrafın oluşum süreci” sonunda ortaya çıkan şey, zaten fena halde dijital müdahaleye maruz kalmış bir fotoğraftır.

Bu noktada dijital fotoğraf makinesi ile fotoğraf çekip “dijital müdahale fotoğrafın değerini düşürür” diyen, “benim fotoğraflarım makineden çıktığı gibi“, “fotoğrafımda hiçbir dijital müdahale yok“, “renkler tamamen orijinal” diyerek övünen kişiler korkarım aşağıdaki gruplardan en az birisine dahildirler:

  • Dijital fotoğraf makinelerinin nasıl görüntü oluşturduğuna dair bilgileri yoktur.
  • Hitap ettikleri kitlenin dijital fotoğraf makinelerinin nasıl görüntü oluşturduğuna dair bilgisi olmadığını varsaymaktadırlar.

Örneğin Nuri Bilge Ceylan‘ın Seitz Roundshot D3’ü görüntü oluşturma sürecine HDR’yi de dahil etmiştir; fotoğraf makinesinden çıkan fotoğraf çoktan HDR işlemine tabi tutulmuş bir fotoğraftır. Nuri Bilge Ceylan çıkıp “benim fotoğrafım makineden çıktığı gibi” diyerek övünse biraz komik olmaz mı?

Dilerim bu yazı bu şekilde düşünen kişiler için bahsettiğim mevzu üzerine tekrar düşünmek için bir fırsat olur.

***

Bir ara Fotokritik’te “bu fotoğrafı çekmek için 45 dakika doğru ışığı bekledim, ben sizler gibi Photoshop başında fotoğrafın orasını burasını değiştirmiyorum” diyen birileri ve onları fena halde destekleyen mazoşist bir kitle vardı. Bu kişiler insanları paylayıp durulardı.

– Siz Photoshop başında kontrast ayarlayıp renk doygunluğunu değiştirirken ben şu fotoğrafı çekmek için 27 saat uykusuz kaldım, öbür fotoğrafı çekmek için -19 derecede yalnızca bir gömlek ile dolaştım, diğer fotoğrafı çekmek için ise şeytana iki yavru kedi bağışladım, ciğerim yandı.

– Bambaşkaymışsınız, saygılar.

Bu şekilde düşünen başkaları da olduğuna eminim.

Fakat benim bu insanların motivasyonlarının nereden geldiği ile ilgili bir tezim var (ay bir konuda da tezin olmasın be)(hehe).

Bence bu kişiler fotoğraf çekmek ve fotoğrafı işlemek çok kolay olduğu için çok basit bir şey yaptıklarını hissediyor ve ortaya koydukları şeyin bir kıymeti olmadığını düşüncesi altında eziliyorlar. Bu düşünceden kurtulmanın yolu ise fotoğraf çekme işini kendilerine bir işkence haline getirmek (ama bu Amish’lerin inançları teknoloji kullanımını yasakladığı için klimanın düğmesine tahta çomakla basıp evdeki ampulleri kendiliğinden açıp kapasın diye karanlığa duyarlı ışık detektörleri kullanmalarından pek farklı değil bence).

Bir şey ortaya koymuş olmaktan alınan tatminin, ortaya konan şeyin zorluğu ile doğrudan bir ilgisi olabileceğine katılıyorum, fakat bir fotoğrafın ortaya çıkış sürecini deklanşöre basmaya ve onu paylaşmaya indirgemek Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı yazmak için girdiği zorluğu daktilo başında geçirdiği süreye indirgemeye benziyor.

Fotoğrafı çekme işlemi kolay olsa da, “fotoğraf“, hiçbir zaman fotoğraf çekmekten ve çekileni işlemekten ibaret değildir. Her bir fotoğrafın iki yüzü vardır; bir yüzü gördüğümüz fotoğraf, diğer yüzü ise fotoğrafçıdır.

Bununla beraber gerçekten ortaya konulan bir eser kıymetsiz, basit, güçsüz olabilir. Fakat yaptığı işten memnun olmayan ya da basit bir şey yaptığını inanan ciddi fotoğraf severlerin yapması gereken şey sürecin rastgele noktalarına mazoşizm serpmek değil, daha çok düşünmek, daha çok öğrenmektir.

Son olarak öğrenilmesi ve üzerine düşünülmesi gereken şey çok nadiren fotoğraf ya da fotoğraf teknikleri ile ilgilidir, çünkü fotoğraf çekmek -gerçekten de- basit bir hadisedir.