2010 Yılında Bisiklet İşkencesi
Değerli okur, yazı boyunca çok sinirli olacağım için şimdiden özür dilerim. Eğer moralinin bozulmasını istemiyorsan bence hemen bu sayfayı terk etmelisin. Hayat böyle üzüntülere şahit olarak geçecek kadar kıymetsiz değil.
Gerekli uyarıyı yaptıktan sonra artık başlayabilirim.
Efendim, mesleğim icabı vaktimin çok ciddi bir kısmını bilgisayar başında oturarak geçiren bir insan olduğumdan ötürü üzerimde yavaş yavaş artan, beni “sağlıklı yaşam” gereklerini yerine getiren bir insan olmaya telkin etmeye çalışan bir mahalle baskısı vardı. Ne kadar kaçsam da bu baskı, tabağımdaki domates, masamdaki mandalina, yenisi alınmayan diet kolalar şeklinde sık sık karşıma çıkıyordu. Bu güzel Cumartesi gününde ise tüm bunlara bir yenisi eklendi: işe bisikletle gitmek.
Karşı koymak için derman da bir yere kadardı sevgili dostlar. Bir şey 40 kere söylenince insanın kaçacak yeri kalmıyordu. İşte bu gün işler öyle bir noktaya geldi ki “iyi, peki, tamam, bisikletle gideceğim, yeter ki beni rahat bırakın!” demek zorunda kaldım. Hatamı kabul ediyorum ve biliyorum, onlar kazanmıştı.
Fakat boş durmaya niyetim yoktu. Belki o kör vicdanlarının gönül gözü açılır da, beni böylesine bir ızdıraba bir daha mahkûm etmeye yeltenmezler ümidi ile bu deneyimi fotoğraflamaya ve başıma gelenleri hem onlara hem de örnek olması için sizlere aktarmaya karar verdim.
***
Aşağıdaki fotoğraf evden yeni çıkmış halim. Ne kadar sinirli olduğumdan daha önemli bir şey daha var bu fotoğrafta: o da arkadaki cenaze arabası. Ben bu fotoğrafı çekerken arkadaki cenaze arabasının orada olmadığına yemin edebilirim. Bilmem mesajı alan tek kişi ben miyim…
Yol o kadar dardı ki yukarıdaki fotoğrafın solunda gördüğünüz park halindeki arabaya neredeyse çarpacak kadar yakından geçmiştim. Yoldan gitmenin çok tehlikeli olduğunu anlayınca kaldırıma çıkmaya karar verdim. Fakat bu da çare olmamıştı. Az ileride şu korkunç ağacı gördüm. Geçerken kafamı çarpabilir, hemen soldaki sivri şeyin üzerine düşebilirdim. Dış dünyadaki her şey bana karşıydı, dikkatli bakınca ortalık özenle hazırlanmış tuzaklar ile doluydu:
Eğilerek, büyük bir dikkatle geçtim. Bir yandan bisiklet sürüp bir yandan fotoğraf çekmek ne zor işti. Beni bu hallere düşürenler utansındı.
Ara yollarda bir kaç ağaçla daha karşılaşınca St. Charles üzerinden gideyim dedim.
Fakat insanlarda bisikletliye saygı yoktu. Bir anda yola atlayıveriyorlardı. Oysa güzelim arabamın içinde hem kalorilerim bana kalıyor hem de insanlardan mecburi bir saygı görüyordum. O saygıdan eser kalmamıştı:
Saygı görmek benim için hayattaki en öncelikli şeylerden birisi olduğu için bu saygısızlığa daha fazla müsaade edemeyeceğimi anladım. Rotamı parka doğru çevirdim. Kendimi nasıl bir tehlikenin içine attığımdan henüz haberdar değildim. Yerlerin çamurlu olması bir kenara her yer sağlı sollu çok tehlikeli ağaçlar ve dalları ile doluydu.
Bir kaç ağaç dalı, bir iki su birikintisi ve çok büyük bir çakıl taşından kıl payı kurtulmuş bir şekilde ilerliyordum. Fakat tam “galiba başarıyorum” derken karşıma ilkinden çok çok daha tehlikeli bir ağaç çıktı. Kafamı vurup bisikletten düşmeme ramak kala keskin bir manevra ile bisikletin önünü kaldırarak dalın üzerinden geçmeyi başardım. Benim yerimde bir başkası olsa ne yapardı bilemiyorum :(
Daha fazla risk alamayacağımı anladığım için çareyi “kendi enerjileri ile ilerleyen aptallar” yoluna çıkmakta buldum. Burası araba yoluna benziyordu, fakat bir yarış parkuru gibi başladığı noktaya dönen bir daire idi aslında. Bu insanlar muhtemelen bir balığın akvaryumu turlaması gibi aslında bir yere gittiklerini filan sanıyorlar, fakat sadece daireler çiziyor olduklarını fark etmiyorlardı. Acıdım. Durup bir tanesine söyleyecek gibi oldum. Sonra vazgeçtim. Aptal insanlara hiç tahammülüm yoktu.
Sırf aptal olsalar neyseydi. Aptal oldukları kadar saygısızlardı da :(
Saygı konusundaki tutumumu artık biliyorsunuz. Bu yüzden çok ciddi bir risk alarak yolun karşısına geçmeme şaşırmamış olabilirsiniz. Fakat tüm yolculuğun belki de en tehlikeli anı bu karşıya geçiş idi. Fakat insan ölecekse onuru için ölmeliydi. Ben şahsen başardım. Fakat bisiklet sürmenin ne kadar riskli bir şey olduğunu anlayın artık diye tam geçerken bir fotoğraf çekmeyi ihmal etmedim. Şu arabalara dikkatle bakmanızı istiyorum, vızır vızır geçiyorlardı (hem de sadece bir bisikletliye karşı onlarcası gelmişti (ayrıca dikkatle bakarsanız bu araçların direksiyonlarında kimsenin olmadığını siz de görebilirsiniz)):
Karşıya geçmekle dertlerimin sona erdiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Nerede. Şimdi de etrafım üzerilerinde İspanyol yosunu denen bitkilerin sarktığı korkunç meşe ağaçları ile çevriliydi. Her zamankinden daha çok dikkat etmeliydim.
O sırada korktuğum başıma geldi ve İspanyol yosunlarından birisi boğazıma dolandı. Önce biraz karşı koydum. Fakat artık enerjim kalmamıştı, zaten yaşamın da pek bir anlamı yoktu. Tünelin sonundan beyaz bir ışık geliyordu. Ona doğru gitmek istiyordum, fakat ona bile enerjim yoktu. Tam her şey bitti derken Naruto gibi kendimi toparlamayı başardım ve fotoğraf makinem ile vura vura boğazıma dolanmış olan o işgalci İspanyol yosununa dersini verdim. Bir sonraki sefere bu kadar şanslı olabilir miyim, bilemiyorum… Arabayla giderken hiç böyle dertleri olmuyor insanın.
Artık yol kenarından gitmem en doğrusu olacaktı. Fakat yol kenarından gitmenin de kendi riskleri vardı. Bisiklet üstünde insan iki dakika huzurlu hissedemiyordu. Çok hayati bir manevra esnasında sırf o anı belgelemek adına büyük bir risk alarak çektiğim aşağıdaki fotoğrafa bakmanızı istiyorum. Kırmızı pikapı görüyor musunuz? Korkmayın. İyiyim. Kıl payı ile kurtardım ve korkunç bir hızla yanımdan geçip gitti (emin değilim ama bana direksiyonunda kimse yokmuş gibi geldi)…
Tam o sırada hava açmaya başladı. Hep ya evde ya da laboratuvarımın korunaklı ortamında yaşadığım için cildimi güneşin korkunç ışınlarından korumalıydım. Çaresizce nereye saklanabileceğime bakınmaya başladım. Uzaktan aşağıdaki ağacı gördüm. Denize düşen yılana sarılırdı. Acele etmeliydim. Artık güç kalmamış olan bacaklarımla pedallara asıldım.
Muhteşem bir zamanlama ile ağaca vardım. Yukarıdaki fotoğraf ile aşağıdaki fotoğrafın arasının 11 dakika olduğunu da söylemek isterim (nasıl bir yorgunluk, nasıl bir işkence siz hayal edin). Ağacın altına girdiğimde güneşin korkunç ışınları çoktan yeryüzüne ulaşmıştı. Ağaç onları tamamen durduramıyordu, fakat orada olmak hiç yoktan iyiydi.
Bununla beraber ağacın altında bir katman haline gelmiş yapraklar kim bilir ne tür korkunçluklara ev sahipliği yapıyor, altında kim bilir neleri saklıyordu. Bu yüzden kendimi korumaya almak için ağacın bir dalına çıkıp orada saklanmaya karar verdim. Fakat tam içimden “Güneş kaybolana kadar burada dinlenebilirim” diye geçirirken bisikletimin devrildiğini duydum. Moralim çok bozulmuştu. Bu hem çok yorgun hem de çok moralsiz olan benim:
Kalan yol sağlıklı bir insan için çok fazla bir şey sayılmazdı. Fakat yorgunluk ve Güneş katlanılır gibi değildi. Hayatın vücudumdan çekilmeye başladığını hissedebiliyordum. Hastanenin otoparkına girdiğim zaman “medeniyet, nihayet” dedim. O an bisikletten inip asfaltı öpesim geldi, fakat tekrar binecek güç bulamam diyerek bunu başka bir zamana erteledim. Enerji konusunda dikkatli davranmalıydım.
Sevgili okurlar, yukarıdaki fotoğraf ile aşağıdaki fotoğrafın arası tam 17 dakika. Aşağıdaki yazının yukarıdaki fotoğrafta nerede olduğunu görebilirsiniz. Ne kadar yavaş ilerlediğimi ve ne kadar yorgun olduğumu hayal etmenizi istiyorum.
Muazzam yorgunluğun sebebi ile yavaş yavaş transparan olmaya başladığımı, bu evrendeki varlığımın ne kadar ince ipliklerle hayata tutunduğunu görebiliyor musunuz:
Laboratuvara sonunda varmıştım. Başta buna inanmakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim (acaba halâ o ağaç dalında uzanıyor olabilir miydim?!). Yanılmadığımı çalışmaya başladığımda anladım. Çünkü kainat “Meren bunca yolu bisikletle geldi, çok yorulmuş olabilir” diyerek müsamaha göstermiyor, karşıma yüz türlü engel çıkarıyordu. Necrotizing enterocolitis monitörümden bana bakıyor, toplanan örnekler içerisindeki bakteriyel kompozisyonundan yola çıkarak neler döndüğünü anlayabilelim diye geliştirdiğim uygulamayı bitiremeyeyim istiyordu.
Uzun ve yorucu bir çalışmanın ardından dönüş yolu da engeller ve tehlikelerle doluydu. Bazılarınız buna inanmakta güçlük çekebilir ama yorgunluktan etrafımda olan bitenler ile bağlantımı yitirmiştim. O anlardan birisinde az ilerideki tramvayın son hızla bana doğru geldiğini bile fark etmemişim, düşünün:
Yolcular çığlıklarıyla kendime geldiğimde her şey için çok geç olduğunu düşündüm. Fakat son anda gidonu sağa kırarak bu kaçınılmaz tehlikeyi kıl payı atlatmayı başardım. Aşağıda gidonu nasıl da son salisede sağa kırdığımı görebilirsiniz:
Evet. Daha sonra ilk hatırladığım ise evde olduğum…
Başımdan geçen her şeye rağmen burada oluşumun, tamamen tehlikelerle başa çıkmaktaki üstün yeteneğimin bir sunucu olduğunu, benim yaptıklarımı başkalarının da yapmasını beklemenin büyük bir haksızlık olacağını düşündüğümü bilmenizi istiyorum.
Lütfen tüm bunlardan bir ders çıkarın; çıkarın ki çektiğim acılar boşa gitmesin:
- Araba varken bisiklete binerek ya da bir yerlere yürüyerek hayatınızı tehlikeye atmayın ve sevdiklerinize “bisikletle gitsene, hiç spor yapmıyorsun” filan diye baskı yapmayın.
- Başladığı yere geri dönen parkurlarda koşturup duran zavallı tanıdıklarınıza kendilerini ne kadar aptal duruma düşürdüklerin anlatıp onlara ilgi gösterin.
- Sebze ve meyvenin sağlıklı filan oluşu açıkta kalmak istemeyen manavların bir uydurmasıdır, tüm sevdiklerinize sadece Nutella yedirin ve diet kola içirin.
- İspanyol yosununun bana nasıl saldırdığını hatırlayın ve doğadan, özellikle de ağaçlardan uzak durun.