Super Bowl Esnasında French Quarter, New Orleans
Efendim, bu satırları sizlere erteleye erteleye bir hâl olup da son üç günde hazırlandığım sunumdan çıkmış bir Meren olarak yazıyorum. Nedenini anlayamadığım bir şekilde ve hatta kendisini komik duruma düşürme pahasına sürekli her söylediğime muhalefet etmeye gayret eden bir istatistik profesörüne rağmen, sunumum mükemmel geçti.
Fakat işin biyoloji kısmını anlatırken bilgisayarcılar, bilgisayar kısmını anlatırken biyologlar uyuyacak gibi baktılar bana… Halbuki bir biyolokman hekim olan ve bilgisayar konusundaki birikimi oradaki biyologlardan çok da fazla olmayan Duygu kişisini Pazar gecesi alçıya alıp sunumumun provası için kobay olarak kullandığımda her şeyi çatır çatır anlamıştı… Peki bu gün insanlar uyumaya neden bu kadar hazırlardı?
Çünkü, hepsi akşamdan kalma idi…
Evet. Dün gece güzide New Orleansçığımızın biricik Amerikan futbolu takımı New Orleans Saints, tarihinde ilk kez Amerika içinde çok büyük bir anlamı olan Super Bowl‘u kazanmış ve adını tarihe altın harflerle yazdırmıştı. Eğlenceler sabaha kadar sürmüş, New Orleans bu geceyi uykusuz geçirmişti… İşte benim semineri dinleyen insanlar ben onlara soyoluş ağaçlarından, ya da eigenvector’lerden bahsederken bana “acaba sussan biz de iki dakika ağız tadıyla uyusak mı” diyen gözlerle bakmalarının ardında yatan sebep buydu.
Amerika’nın Kuzeyi de böyle midir bilemiyorum, fakat Güney insanları için futbol anormal mühim bir şey. New Orleans’ta yaşayan Amerikalıların istisnasız her birinin Beşiktaş’ın Çarşı taraftar kitlesi kadar takımının yanında, ona her koşulda destek olan, ortalarda sürekli takımının tişörtü, şortu, şapkası ya da saç bandı ile dolaşan insanlar olduğunu söyleyebilirim… Bu elbette, hayatının neredeyse hiçbir aşamasında takım tutmamış olan benim anlayabileceğim bir motivasyon değil.
Zaten tam da bu nedenle, insanlar TV’leri başında Saints’in Indianapolis Colts‘a karşı verdiği birincilik teli mücadelesini büyük bir heyecanla izlerken ben, laboratuvarda, bildiğiniz inek misali çalışıyordum. Maç filan da hiç umurumda değildi.
Fakat bir baktım Türkiye’den bir takım dostlar FriendFeed, Twitter, Facebook gibi sosyal mecralarda maçı takip etmeye, yorumlamaya başlamışlar. Bunu da görünce “acaba, ” dedim kendi kendime sevgili okur, ve devam ettim: “gerçekten önemli bir şey mi kaçırıyorum lan?” (kendi kendime konuşurken hep böyle sert bir mizacım vardır).
Neyse. Arabaya atlayıp eve gittim. Yol boyunca sokakların bomboş olduğunu, marketlerin, restoranların kapalı olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. Tam anlamı ile in cin top oynuyordu. Bir anda şunu idrak ettim: Bu kadar büyük bir azimle tek bir hadiseye odaklanmış bir şehrin içerisinde bu hadiseye hiçbir ilgi göstermeden gezmek, fırtına tehlikesi yüzünden boşaltılmış bir şehrin sokaklarında Avarel misali dolaşmaktan farksızdı. Bir fotoğraf sever olarak bu olayı belgelemek, bir nevî benim vazifemdi.
Duygu’yu da kandırdım ve beraber dışarı çıktık. Hedefimiz French Quarter idi. Fakat giderken arabayı durdurup bomboş Canal Street’in bir fotoğrafını çektim:
Canal Street hadi neyse, Cafe du Monde‘a ne demeli:
Bu arada Cafe du Monde’ın çalışanları mekânın tam karşısındaki bir lokantanın camından maçı izlemeye çalışıyorlardı:
“Vay anasını” diyerek French Quarter‘ın içlerine doğru gitmeye başladık. Bourbon Street‘e, çığlıklara ve ışıklara doğru ilerliyorduk. Yol üzerinde rastladığımız barlar hiçbir yerde olmayan insanların aslında nerede olduklarına dair fikir veriyordu:
Bourbon Street ise her zamanki havasında idi. Hatta yol boyunca edindiğim izlenimin bende yarattığı beklentinin aksine, normal kalabalıklığında bulduğumu söylemeliyim. Her zamanki gibi rengârenk, her zamanki gibi sarhoştu kendisi.
Sokak üzerindeki kalabalığa, içine adım atılamayacak kadar dolmuş olan barların pencerelerinden bakarak maç izlemeye çalışan güruhun da payı vardı muhakkak.
Bu arada ben de bir yandan fotoğraf çekiyor bir yandan da maçtan geri kalmıyordum (bu şüphesiz benim maçı hiç izlemeyip sırf fotoğraf çektiğimi düşünecek olan Erkan Tekman’ı ziyadesiyle utandıracaktı :p).
Başlarda geride başlayan Saints arayı kapatmakla kalmamış, neredeyse şampiyonluğunu garantiler şekilde öne geçmeyi başarmıştı. Maçın bitmesine sadece dakikalar vardı.
İnsanlar hafiften kutlama havasına girmeye başlamışlardı. Fakat ortama garip bir sükûnet hakimdi; dersiniz ki insanların üzerine “44 yıl sabrettik, maçın sonuna kadar da bekleriz” türünden bir sabır hasıl olmuştu. Herkes birbirine tebessüm ediyordu, fakat bağırıp çağırmacılık, puroları yakmacılık henüz yok, at hırsızı gibi dolanmak vardı.
Bu arada yoldan şu tişörtün geçtiğini gördüm (birileri, “birileri bu tişörtü kesin alır” diyerek girişimciliğin gözüne vurmuştu) (daha çekerken bu fotoğrafı çok beğendim ve içimden kendimi -şımartmadan- aferinledim):
Duygu bir ara içecek bir şeyler almak için yanımdan ayrılınca fırsat bu fırsat diyerek tavus kuşlarının dişileri etkilemek için tüylerini kabartması gibi 24-70mm f/2.8 lensimi havalarda sallamaya başladım. Tam ümidimi kesmek üzereydim ki bir dişi çağrılarıma kulak verdi. Fakat belli ki daha iyilerini de görmüştü.
Ona kıvrak bir hareketle boyun askımda yazan Nikon yazısını gösterince işler değişti (muhtemelen beni Canon’cu sanmıştı).
Tam kendisinde çektiğim fotoğrafları gösterecektim ki Duygu geri geldi. Belki bir kavgaya tutuşurlar diye umdum, lakin birlik ve beraberlik havası bir tavus kuşu yüzünden bozulamayacak kadar sağlamdı (belli ki kızların benim için kavga ettiği günler çook geride kalmıştı, eh, ne yapaydım, sağlık olsundu).
O sırada maç resmi olarak sona erdi. Bourbon Street’ten çığlıklar yükselmeye başladı. Ama öyle böyle değil. İnsanlar bir anda çılgına döndüler.
Barlardaki insanlar dışarıya çıkmaya başladılar.
Bir dakika sonra ise ortalık mahşer yerine dönmüştü. Adım atacak yer yoktu, zaten adım atmaya gerek de yoktu. Herkes olduğu yerde tuttuğuna sarılıyor, beraber bağırıp çağırıyordu.
Açıkçası dün gece Saints’in birincilik telini kazanması dışında başka bir takım “ilk”lere de tanık oldum. Arabaların önünü kesip “WHO DAT?! WHO DAT?! çak bi beş, çak çak çak wohoooooo yeaaaaah” diyen siyahlar, direklere çıkıp oralarda ağlayarak sevinen ablalar, vapurlar filan…
Bu arada bu ülkede en çok saygı duyduğum şeylerden birisi yaşlıların da en az gençler kadar eğlenceye kıymet vermeleri. Bir sürü yaşlı başlı insan dışarılarda deliler gibi eğleniyordu.
Dönüş yoluna koyulduğumuzda trafiğin tam anlamı ile felç olmasına sadece 5 dakika filan kalmıştı. Çünkü biz French Quarter’dan ayrılırken şehrin -içinde muhtemelen bir gün sonra katılacakları seminerde ‘o son birayı içmeyecektik yav‘ diyeceklerin de bulunduğu- geri kalanı, French Quarter’a doğru geliyordu.
Bu hadiseye dair asıl seçkim ise burada: http://meren.org/2010/02/super-bowl-night-french-quarter/