New Jersey’de Havanın Kendine Yakışanı Giymesi
Geçen hafta, eski dost Çağlar’ı kısa bir süre önce çalışmaya başladığı Princeton Üniversitesi’nde ziyaret etmek için New Jersey’e gittim. Fakat hava bize öyle bir oyun oynadı ki anlatamam. 3 gün boyunca yağmur yağdı, seller aktı, Meren ve Çağlar da camdan baktı. Öyle böyle değil.
Çağlar ile Pardus‘ta çalıştığımız dönemde aynı evde yaşamış, bu birkaç yıllık süreçte hafta sonları filan da dahil olmak üzere neredeyse tüm vaktimizi bir arada geçirmiş, daha sonra hasbelkader ayrı yollara gidince araya giren mesafeler yüzünden uzun süre görüşememiştik. Şimdi ise kendisi -neredeyse- ayağıma gelmişti. Dolayısıyla hava koşullarına, işlerin yoğunluğuna filan aldırmadan yarattığım ilk boşlukta kendisini görmeye gittim.
Çağlar’ı görmeye gidince anladım ki Amerika’nın en eski dördüncü üniversitesi olan Princeton Üniversitesi’nin kampüsü de çok leziz imiş. “Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı” diyebilirsiniz, fakat neo-gotik mimarinin izlerine kampüs içerisinde her yerde rastlamak mümkün. Belki biraz da havanın mendeburluğunun etkisi ile olacak, kampüs içinde her yürüyüşümüzde az ilerden bir şövalye atı ile geçecekmiş tedirginliğini üzerimden bir türlü atamadım (bu süreçte John Nash‘e daha bir kanım ısındı).
Mesela aşağıdaki fotoğrafta Çağlar büyücü okulunun önünden huzursuz bir şekilde geçiyor (ikimiz de o tarafa bakmak istemiyoruz, kadrajın fenalığı da fotoğrafı bakmadan çekmemden ileri geliyor zaten):
Bu da Princeton Merkez Camii (rektör beyler burada ikamet ediyorlarmış):
Aşağıdaki bina da Nassau Hall. Princeton’ın en eski binası. 1754 yılında inşa edilmiş olan bina Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında büyük rol oynamış (“bir bina bir savaş sırasında nasıl bir ‘rol’ oynayabilir meren? tarih öğretmeni mi oldun başımıza?” dediğiniz duyar gibi oluyorum, fakat durmayacağım, evet, tarih öğretmeni oldum ben artık). Evet. Zamanında bizi de kuşatmaya kalkışmış olan pis İngiliz kuvvetlerine karşı yürütülen Amerikan Bağımsızlık Savaşı, henüz emperyalist olmayan Amerikan askerinin üstün gayreti ve kahraman mücadelesi ile 1783 yılında sona erip de “Şanlı Amerika Birleşik Devletleri” ilk kurulduğunda, Princeton bu genç ülkenin başkenti ilan edilmiş. Nassau Hall da devlet erkanına ev sahipliği yapan senato binası olmuş. Tabi Amerika emperyalizm yolunu tercih edince Ş harfi düşmüş, ŞABD, bildiğimiz ABD halini almış ve Nassau Hall da kaderine terk edilmiş (dikkatli bakarsanız kullanılmaya kullanılmaya nasıl da yosun tutuğunu görebilirsiniz):
Sevgili okur, New Jersey’de geçirdiğim süre boyunca hangi camdan dışarı baktıysam aşağıdaki sahne ile karşılaştım:
Üzerinde su damlacığı olmayan bir cam bulmak gerçekten imkansızdı. Yağmur ya yağmış, ya yağmakta, ya da yağmak üzere idi. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kipleri yağmurun tahakkümü altında kalmış ezilmekte, bizi de kendileri ile beraber aşağıya çekmekteydiler. İşte bu hüznü ve karmaşayı aşağıdaki ve yukarıdaki sanatsal çalışmam ile sizlere aktarmaya çalıştım (heheh).
Bununla beraber, zamanında nice badireler atlatmış bir ikili olarak yağmurun bizi durdurmasına müsaade edemezdik… Aslına bakarsanız pek de güzel ederdik de, konuştuğumuz herkesin ağız birliği etmişcesine dile getirdiği “evde ne işiniz var“, “ben kar fırtınası olsa bile çıkardım” türünden eleştirilerine daha fazla dayanamadık. Biz de eskilerin bir öğretisi olan “yemek buldun mu ye, dayak gördün mü kaç” anlayışını “yağmur yağdı mı saklan, durdu mu gez” şeklinde uyarlayıp yola düştük. Hedefimiz trenle bir buçuk saat uzaklıkta olan New York idi (her şeyin yanında bu yolculuk bana, yeni sahip olduğum fakat kendisinden biraz daha kullandıktan sonra bahsedeceğim lensimi de deneme fırsatı verecekti. Zaten takip eden üç fotoğraftaki karşıtlık, keskinlik ve ton farkının dikkatli gözlerden kaçacağını sanmıyorum).
Times Square’de şöyle bir etrafımıza baktım. Fotoğraf makinesinden memnun olmayan bir amca, Fotokritik’e gönderdiği koşulda “bunun kadrajı eğri -2/-2/-2/-2” şeklinde yorumlar alma ihtimali olan fotoğraflar çekiyor, ismi belki de Kâmuran olan eşi içinden “Behsat bey, artık çeksen de gitsek” diyordu. Belki Kâmuran teyze ve Behsat amcanın Ayça isminde bir kızları da vardı. Ama o kadarını bilmem mümkün değildi tabi (çünkü kadraj içerisinde Ayça olabilecek birisi yoktu):
Diğer tarafta ise olay yerine bir adet profesyonel fotoğrafçı ve onun reflektör tutan asistanı ile gelmiş olan bir model vardı. Onun da adı Berke idi. Behsat amca fotoğraf makinesinden, Berke bey ise fotoğrafçısından memnun değildi. “Yani ben sana daha ne yapayım bilemiyorum ki Muzafferciğim” diyordu sanki. Muhtemelen bir poz alma / poz verme durumu söz konusu idi. Eh. New York büyük bir şehirdi, burada kimse kimsenin gönlünü yapamıyordu. Alışmak lazımdı. Berke beyden çok daha deneyimli olan Muzaffer bey ona anlayışlı bir ifade ile bakıyordu.
Bu tip şeyler Çağlar’ın canını sıkmaya elbette yetmiyordu.
Sonra yine yağmur başladı. Sonra yine durdu. SoHo’ya gittik. Oradan China Town’a yürüdük. Yerini yolda “merhaba, burada yaşıyorsunuz belli ki, acaba bize yemek yemek için nereyi tavsiye edersiniz?” diyerek öğrendiğim salaş bir restoranda Çin yemeği yedikten sonra kendimizi Brooklyn Köprüsü’nde bulduk. Biz donarken kısacık şortlu abla ve abilerin nasıl da koştuklarına bakıp “vay be” dedik (“merenbey de hep bikinili fotoğraf koyuyor” diye kızmayın diye onları koymuyorum).
Sonra döndük. Gelme sırasını Çağlar’a başarı ile devrettikten sonra New Orleans’a döndüm. Meğersem bir ton iş beni bekliyormuştu.