Geçtiğimiz Cuma günü, Meksika Körfezi’nde meydana gelen bir kaza neticesinde başlayan ve kısa sürede bir çevre felaketine dönüşecek kadar ciddi olduğu anlaşılan petrol sızıntısının kıyı şeridindeki etkilerini kendi gözlerimle görmek ve fotoğraflamak için kanolarla Meksika Körfezi’nin Louisiana kıyılarındaki bataklıklarla buluştuğu bölgeye gitmeye karar vermiştim.

Bu yolculuğa, birkaç aydır birlikte mikrop toplulukları ekolojisi çalıştığım dünya tatlısı Mike Ferris kişisi ile çıkacak olmak da ayrıca keyifli idi benim için. Mike aşağıdaki gibi geldi, her şey hazır idi:

Planımız Louisiana eyaletinin en Güney noktası olan, dört tarafı bataklıklar ve sularla çevrili ve ismini komik birilerinin seçtiği aşikâr olan Venice şehrine gitmek, yolun bittiği yerde ise kanolara atlayıp Mississippi Nehri’nin kaybolup yerini tatlı su ile tuzlu suların birbirine karıştığı bataklıklara bıraktığı kıyı şeridinde dolaşıp durumu gözlemlemek idi.

Fakat Venice’e vardığımızda bir gün evvel hava raporunda bahsedilen çok şiddetli rüzgâr başlamıştı bile ve açıkçası hiç de şakası yoktu (dersiniz Venice değil Çanakkale sanki).

Gitmek belki çok sorun olmayacaktı, fakat dönüşte hem akıntıya hem de rüzgâra karşı kürek çekmek durumunda kalacaktık. Bunun bizi ne kadar zorlayacağını görmek için kanoları suya indirip şöyle bir tur attık (ben o sırada anladım ki rüzgarı arkaya almak da öyle keyifli bir şey değilmiş (çünkü meğer kanonun bisiklet gibi direksiyonu ve freni yokmuş ve “müsait bir yerde kaptan, tşk” deyince durmuyormuş bu meret)).

Rüzgâr ve akıntıya karşı kürek çektiğimiz anlarının hatırı sayılır bir kısmında ilerlemek şöyle dursun, bulunduğumuz yeri bile korumak için muazzam enerji harcamamız gerektiğini görünce bu rüzgârda kano ile dolaşma fikrinin pek de sağlıklı bir fikir olmadığı konusunda üzülerek uzlaştık (esmediği bir an yakalayıp aceleyle su geçirmez çantamdan fotoğraf makinesini çıkarıp yukarıdaki fotoğrafı çekebildim sadece kano üzerinde iken, onda bile fotoğraftaki geminin ağının nasıl gerildiğini görebilirsiniz).

Bu aksilik yüzünden petrol sızıntısına dair fotoğraf ihtiyacınızı şuradaki müthiş seçkiden karşılamanızı salık vermekten başka çarem yok (otur Meren, sıfır).

Bu arada yukarıdaki seçkide yer alan 21 numaralı fotoğrafa ve dün çektiğim aşağıdaki fotoğrafa bakarsanız rüzgarın şiddeti yüzünden suların ne kadar yükseldiğini de görebilirsiniz (rüzgâr şiddetli estiğinde körfezde büyük bir basınç yaratıyor, sular da bataklıklara kaçıyorlar (kaçıyorlar ama saklanamıyorlar, bakınca kendilerini görüyoruz (hehe (oralara kadar git, fotoğrafları çekeme, ondan sonra bunlarla yırtmaya çalış … yek yeeee)))):

Tüh, rüzgâr bizi mahvetti” filan diye düşünüp halimize üzülürken bataklık kenarında enteresan bir hareketlilik olduğunu fark ettim. Minik minik karaltılardan oluşan koca bir ordu bir yerden bir yere gidiyordu sanki. “Makkuro kurosuke!” diye bağırıp üzerlerine doğru koşmam bir oldu, fakat yanlarına vardığımda bunların makkuro kurosuke değil bildiğimiz yengeç olduğunu gördüm (önceki cümlede okuyunca “makkuro ne suke?” dediğiniz şey Hayao Miyazaki’nin Honai no Totoro‘sundan (halâ izlemediyseniz belki izlersiniz diye bunların hepsi)).

Yanlarına gidince gördüm ki bu yengeç arkadaşlarımız simetriden nasibini almamış, son derece sevimli yaratıklarmış:

Daha sonradan araştırınca bunların Uca pugilator türü yengeçler olduğuna kanaât getirdim. Kendileri Kuzey Amerika’nın Doğu kıyıları ve Meksika Körfezi kıyılarında yaşayan yengeç hayvanlarıymış.

Türkçe isimlerinin “kemancı yengeci” olduğunu ise Arpat’ın yıllar evvel Florida’da çekip Fotokritik’e gönderdiği -ve bu sayede çok faydalı ve çok harika eleştiriler aldığı- fotoğrafını bana göstermesi ile öğrendim (“e Arpat Uca pugnax demiş sen Uca pugilator diyorsun, koskoca biyoekoistatistique profordinaryüsüne mi inanalım senin gibi bir bilgisayar bilimleri çapulcusuna mı?” diyenlere “bu Uca pugnax, bu da Uca pugilator, göz var nizam var, aaa” diyerek karşılık vermeyi deneyebilirim (eğer verirse aristokrat zooloji insanları bendenize ayar / görürler ki benim zeytinyağından mütevellit bir serhaddim var)).

Kendilerinin neden son derece muntazam bir şekilde ve sabit bir hız ile aynı yöne doğru ilerlediklerini bilmiyorum (araştırdım, mamafih bulamadım, bilen varsa ve üşenmeyip yazarsa harika olur). Durum Arpat’ın fotoğrafındakinden farksızdı. Fakat tele lensim olmadığı için kendilerine yaklaşmak zorunda kalıyordum, yaklaştığımda ise hepsi kaçışıyorlardı.

Neden hepsi aynı yöne doğru hareket ediyorlardı acaba” sorusunun yanıtını bulamamış olsam da kendileri ile ilgili enteresan bir iki şey öğrendim. Mesela hiç saldırgan değiller. Parmağını kıskacının arasına koysan dahi sıkıştırmıyor kıskacını (biraz saldırgan olsalardı o cibiliyetsiz ateş karıncalarının üzerine salardım bu orduyu, fakat bu mülayimlikle anca o soysuzlara yemek olurlar). Bu sakinlik, bu efendilik, bu anlayış koca doğada bir tek bende var sanırdım, meğer bir de bu yengeçlerde  varmış (gülücük buraya):

Öğrendim ki dişilerin kıskaçları küçük ve aynı boy iken erkeklerin kıskaçlarının bir tanesi fazla gelişmiş oluyormuş. Kıskaç boyundaki bu anormal farklılık, temelinde dişilerin büyük kıskaçlı erkeklere hayır diyememelerinin neden olduğu bir doğal seçilim baskısının sonucu imiş (her türün dişileri bizim türümüzün dişileri gibi aklı başında ve şekilcilikten uzak değil gördüğünüz gibi, insan bayanları öpün de başınıza koyun).

Erkekler kimi zaman bir dişi uğruna kavgaya tutuşup büyük kıskaçlarını dövüştürebiliyorlarmış (gördüğünüz gibi erkekler her yerde aynı). Bazı bilek güreşleri sırasında erkekler kollarının tamamını kaybedebiliyorlarmış. Fakat kemancı yengecinin anormal bir rejenerasyon yetisi olduğu için kopan kıskacın yerine yenisi aynen uzuyormuş. Fakat yenisi uzayana kadar eskiden küçük olan kıskaç hızla büyüyerek büyük kıskacın yerini alıyormuş (böylece büyük kıskacı solda olan bir yengeç kavgada kıskacını kaybederse, bir süre sonra büyük kıskacı sağda olan bir yengeç olarak hayatına devam ediyormuş). Rejenerasyon açısından ne kadar enteresan olursa olsun sosyal olarak çok sıkıcı bir durum olmalı.

– Aa Halil abi! Hangi rüzgâr attı? :) Vallahi Nurten yenge ile bir evlendin bizi filan hep unuttun ha! :)

– …

– Aaa hem sen solak değil miydin abi yahu? :) Görüyorum ki Halil abimiz sağlak olmuş hehe. İyidir iyidir. Ee, Nurten yenge ne diyor bu değişikliğe? Hehehe

– … Serdarcığım … rica ediyorum.

– Rica?

– …

– Ayyy. Dilim kopsun benim ya :( Neyse. Üzülme abi. Zaten yakışmıyordunuz :(

– …

– Bak ne diyeceğim. Gel Onur’u dövüp sana Gülçin’i alalım abicim. Ne dersin abim? :(

– Serdar!

– Peki abi. Tamam. İyi. Anlaşıldı. Destek olalım dedik, azar işitiyoruz. Suçlusu da biziz yani sanki herhalde. O zaman çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu tamam mı.

***

Aşağıda kahvede eski bir dostu ile arasında geçen keyifsiz bir sohbetin verdiği can sıkıntısı ile eve dönmekte olan Serdar’ı görüyorsunuz:

Mississippi Nehri ve kolları üzerindeki kano maceralarım devam edecek (hatta petrol sızıntısı hadisesini belgelemek için bir sorti daha bile yapabilirim).

Gainesville’de yaşadığımız Manati sürprizinin benzerinin burada yunuslarla yaşanabileceğine dair duyumlar aldım, çalışmalarımız devam ediyor.