Freya & Webb
Freya ve Webb ile birkaç ay önce tanışmıştım. Kendileri çektiğim Krewe Du Vieux serisini görmüş, çok beğenmiş ve benim düğünlerini fotoğraflamamı istiyorlardı. Açıkçası o seriyi görüp, beğenip, “düğünümüzü bu adam çeksin” diyen bir çiftin düğününü fotoğraflamak benim için olsa olsa şeref olurdu.
İlerleyen dönemde ise ne kadar renkli kişilikler olduklarını keşfedecektim. Freya da Webb de son derece sakin, kendine güvenli, inanılmaz tatlı bir enerji sahibi kişilerdi. Freya birkaç gün sonra Connecticut eyaletindeki bir hapishanede psikolog olarak işe başlıyor. Şu anda burada bir okulda çalışan Webb de buradaki işlerini bitirdikten sonra onu takip edecek. Haliyle biz de bunca yıl aynı şehirde yaşadığımız iki tatlı insanı tam giderlerken tanıma başarısının bize kazandırdığı madalyalar ile idare edeceğiz.
Düğün günü plan şu idi: Aile portreleri, kilisede evlilik, kilisede yemek, second line halinde resepsiyona gidiş, dans etmek, sohbet etmek, pasta yemek, kapanış. Eminim neredeyse her okuyan “second line da ne ola ki?” diyecek. Yanıtı aşağılarda bir yerlerde sizi bekliyor.
***
Düğün gününü aylar öncesinden belirlemenin en tatsız taraflarından birisi belirlenen tarihte hava koşullarının nasıl olacağından emin olmanın mümkün olmaması. Nitekim düğün günü yaklaştıkça o gün New Orleans’a bardaktan boşanırcasına yağmur yağacağına dair hava tahminleri de ciddileşmeye başladı. Son gün bile benim içimde “belki de yağmaz” ümidi vardı. Fakat bir yağmur yağdı ki o kadar olur.
Dolayısıyla aile portrelerini önceden hayalini kurduğum gibi dışarıda değil içeride yapmak zorunda kaldık. Aslında bana son derece samimi bir şekilde “sen nasıl istersin?” diye sordular. Aklıma sucuk gibi ıslanmış aile fertlerinin gülümseyen fotoğrafları geldi. Fakat hemen silkelenip “içeride yapalım” dedim. Tarihi bir New Orleans evinden bozma olan tatlı otelin yeterince geniş olan tek bir yeri vardı ve orası da kafeteryası idi. Masaları sandalyeleri olay mahallinden uzaklaştırıp mecburen oraya konuşlandık.
Ailelere dair bir rahatsızlığım olmasa da aile portreleri çekmekten çok yoruluyorum. Çok iyi tanımadığım insanlar bana bakarken onların fotoğraflarını çekmek zaman zaman bana askeri bir heyet önünde soyunuyormuşum gibi hissettiriyor. Arkasına saklanılabilecek bir yaratıcılık yok, bir imza yok. “İnsan düğün fotoğrafı çekiyorsa bunu kendisi için yapmadığını da hatırlamalı” diyor olabilirsiniz. Eh, haksız değilsiniz ve size laflar hazırlamadım. Fakat ben önemli bir kısmını kendim için yapmadığım bir şeyler yaptığımda ortaya çıkan şeyin kimseyi memnun etmediğini anlayalı epey oluyor. Bu yüzden bir fotoğrafın içinde ben yoksam benim için o fotoğraf da yok, dolayısıyla öyle bir fotoğrafı “bunu ben çektim” diye birilerine gönül rahatlığı ile vermem mümkün değil. Neyse. Aşağıdaki fotoğrafta, mesela, beni despotluğum ve barbarlığım ile bilenler görür görmez tanısın diye gözümü bile kırpmadan resimdeki kadının kafasını kestim ve fotoğrafı içindeki her şey ile, daha çekmeden evvel sahiplendim (“ĞFSAD örgütlerinin üstüne basa basa öğrettiği kuralları çiğneyen fotoğrafçı özel bir operasyon ile kıskıvrak yakalandı, fakat kendisi deli çıktı: ‘kötü bir amacım yoktu, aile portrelerine yalnız aileden olanları dahil etmek istemiştim’..“).
Aile portrelerinden sonra kiliseye gittik. Çok küçük, pek kendi halinde bir kilise idi. Öyle ki anahtarı bizimkilerde idi, açıp girdik. O derece. Zaten davetli sayısı da öyle çok değildi. Zaten aile bireyleri de son derece hafif giyinmişlerdi. Binin üzerinde davetlinin katıldığı büyük düğünlerden sonra bu değişik bir deneyimdi benim için.
Bana kaba hatlar dışında gidişata dair hiçbir detay verilmemişti. Resmen ayak altında dolaşma özgürlüğü olan bir yabancı olarak gitmiştim düğüne (bundan kesinlikle bir şikayetim yoktu). Kimse stresli değildi, kimse bir şeyler yolunda gitmeyecek ve düğün zebil olacakmış gibi gergin yüz ifadeleri ile ortalıkta dolaşmıyordu. Ben de yavaş yavaş insanları tanıyor, olan bitenin fotoğraflarını huzurlu bir şekilde çekiyordum. Mesela Freya ve Webb’i, Freya’nın büyükbabasının evlendireceğini muhtemelen en son ben öğrendim (daha önce orada tek başına otururken “yaşlı adamcağız, yorulmuş herhalde” filan diye düşünüyordum, meğer adam sahibiymiş). Müthiş tatlı, son derece komik bir amca idi kendisi. Hatta bir ara çok duygulanıp gözlerinden yaşlar süzüldüğünde, kazık kadar adam makineyi filan bir kenara bırakıp boynuna sarılasım geldi.
Büyükbaba kendisine verilen yetki ile (hakikaten kendisinde böyle bir yetki vardı) Freya ve Webb’i karı koca ilan etme faslına geçmeden önce, arkadaşları Freya ile Webb’in sevdiği filmlerden bir takım sahneleri tiyatro şeklinde yeniden canlandırmak sureti ile çok tatlı bir sürpriz yaptılar. Bu kısa skeçleri ise daha sonradan pek meşhur bir tiyatro sanatçısı olduğunu öğrendiğim aşağıdaki kardeşimiz sundu (mevzu tiyatro oldu mu cahilin önde gideni olduğum için “maşallah, diksiyonu da pek hoş keratanın” filan diyerek kendisini dinliyordum):
Tek tek sahne alan çiftler o film sahnelerini o kadar güzel canlandırdılar ki kağıttan kopya çekiyor olmaları filan hiç batmadı göze. Bu süreçte ben de kâh kikir kikir gülerek kâh “aman yaleppi bir sonra ne olacak acaba” diye şaşkın şaşkın ortalarda dolanıyordum.
Bu arada oynanan her sahne, bir çiftin sonunda sarılıp öpüştükleri bir tartışmalarını konu ediyordu. Önce kızcağızın kalbini kır, ondan sonra öp. “Hem severim hem döverim” temalı skeçler.
Fark ettim ki kilise küçük olduğu için nereye gitsem olay mahallini görebiliyorum. Ben de olayı biraz da üst kattaki balkondan izlemeye karar verdim (zaten fotoğrafçı dediğin kedi gibi her yere bir göz atmalı şöyle, her perspektifi değerledirmeli). Ama yukarı çıkınca bir de fark ettim ki, aşağıda işler ciddiye biniyor; gerisin geriye aşağı indim. İnerken de merdivenlerin oradan dışarıyı bir baktım, yağmurun durmaya pek niyeti yoktu.
Freya ile Webb’in resmen karı-koca ilan edilmelerinin ardından kilisenin alt katında düğün davetlilerinden bir takım insanların pişirdiği yemekler yendi (normalde avluya çıkılacaktı, fakat yağmur yüzünden içeride idi herkes (sanki doğal bir felaketten ötürü bir yere hep beraber sıkışmış grup psikolojisi de insanları birbirine iyice yakınlaştırdı sanırım)), davetlilerden birisi piyanonun başına geçti, insanlar onun çaldığı tatlı ve hafif şarkılar eşliğinde sohbet etti, bir ara birisi piyanistin yanına oturup çaldığı şeyler üzerine solo attı… Zaten davetliler arasından beş çift küçük tiyatro oyunları sahnelemiş, iki çift şarkılar söylemiş, bir çift de şiir okumuştu. Ben de fotoğraf çekiyordum. Düğüne gelip de düğün için bir şey yapmamış kimse kalmamıştı neredeyse. Binin üzerinde davetlinin olduğu o büyük ve ihtişamlı düğünlerde yakalanmasının pek kolay olmayacağını tahmin ettiğim bir hava hakimdi, bu hem çok garip, hem de Freya ve Webb’e yakışan türden bir şeydi.
***
Kiliseden resepsiyona gitme vakti geldiği zaman yağmur halâ devam ediyordu. Fakat kimsenin yağmur yağıyor diye etkinliğin yürüme kısmını iptal etmeye niyeti yoktu. Ben de asistanımdan (iki nokta üst üste kapa parantez) hazırlıklara başlaması için araba ile resepsiyon alanına gitmesini rica ettikten sonra şemsiyem ve fotoğraf makinemle yağmurun altında beklemeye koyuldum.
Her şey tam bir geleneksel New Orleans etkinliği şeklinde ilerliyordu. Yürüyemeyecek kadar yaşlı olanları resepsiyona götürmek için dışarıda bir at arabası bekliyordu.
Kalanları peşine takıp bir second line oluşturmak için ise çalgıcılar kapının önündelerdi.
Buraya kadar okuyanlar için soru ve yanıtı gelsin, “nedir bu second line?“:
New Orleans belki bildiğiniz gibi festivallerin ve kutlamaların şehri. Mardi Gras denen festivalin Amerika’da en canlı yaşandığı yerlerden bir tanesi. Mardi Gras denen bu büyük festival esnasında kostüm giymiş insanlar süslü püslü araçların üzerinden etkinliği izlemek için gelmiş olan insanlara boncuklar atıyorlar. İçinde olmak için bir sürü paralar dökülen bu geçitlere “main line” deniyor. Bu geçit törenlerinin asil katılımcısı olmayan, fakat kenarda da durmak istemeyenlerin oluşturduğu korsan geçit törenlerine de artık tahmin edebileceğiniz gibi “second line” deniyor :) Second line denen geçitler, genellikle davul, sousaphone (şu kocaman çalgı), trompet, trombon ve saksafondan oluşan nefesli ağırlıklı bir grup caz müzisyenini dans ederek ve eğlenerek takip eden bir kitleden oluşuyor. New Orleans’ta son derece geleneksel olan bu eğlencelerin kaçak, yolları kapatan ve sisteme inat olanları makbul. Çünkü second line olayının özü bir isyana, para ile elde edilen mevkiyi (“main line“) tanımazlığa dayanıyor. Meşhur New Orleans cenazelerinde bile second line’lar görmek, zenci abi ve ablalarımızın kökleri ta Afrika’daki kabile/komün kültürüne kadar uzanan “hayata gözlerini yuman kimseyi ölene değin topluma olan katkısını kutlama” anlayışı içinde eğlenirken görmek mümkün.
Tüm bunların ardından yağmur ve çamurun neden yukarıdaki kitleyi durduracak güçte olmadığını anladığınızı ümit ediyorum ;) Zaten şemsiye de, mendil gibi, seond line geçitlerinin bir parçası. Yağmur kusura bakmasın artık.
Sırf second line müzisyenlerini konu alan bir belgesel projesi yapmayı düşünüyorum ne zamandır, o akşam kendileri ile vakit geçirirken yeniden aklıma geldi. Şu tembellik olmasa taykonot bile olabilirim de, bakmayın.
Sıcak bir New Orleans gecesi, yağan yağmur, ve bir saçağın altında yağmurdan korunmaya çalışırken yanımdaki sousaphone’cunun etrafındaki herkesi susup kendisini dinlemeye ikna edecek bir caz melodisini çalmaya başlaması… Bazen hayat ne güzel.
Cazın melodisine dalmışken bir anda irkilerek soluma döndüğümde Freya’nın kilisenin kapısından çıkmış olduğunu gördüm. Bir refleks ile fotoğraf makinesini kendisine doğrultup hızlı bir ışık ayarı ile deklanşöre bastığım anda o da şans eseri bana doğru dönmüştü. Bir-iki saniyenin içine sığan bu sürpriz, öncesinde provası yapılsa ancak bu kadar olabilirdi sanırım. Bu fotoğrafın sadece birkaç saniye sonrasında ise Freya’nın buketini kalabalığa doğru atması ve benim yine deklanşöre basmam bir oldu.
Ardından Rampart üzerinden Esplanade Caddesine doğru yürümeye koyulduk. Derken yanımda güzel mi güzel bir Asyalı abla elinde über profesyonel bir video kamera ile belirdi. Birbirimize selam verdik, fakat bir şey konuşmadık önce. İkimiz de birbirimizin önüne geçmemeye filan dikkat ediyor, second line’ı görüntülüyorduk. Neden sonra yanına yaklaşıp “kimin için çekiyorsun bunları?” deme cesareti gösterdim. Yanıt aynen şu: “Time dergisi için çekiyorum, videolar Time dergisinde yayınlanacak bir yazının materyali olarak Time.com adresinde yayınlanacak“.
Ben elbette çok akıllı bir insan olduğum için bu durumu son derece büyük bir olgunlukla karşılayıp bu ablamıza “aa, ne hoş, bu da benim kartım, bir e-posta atarsan bu gece çektiğim fotoğrafları gönderebilirim, belki içinden kullanmak isteyebileceğiniz bir tanesi çıkar” demedim. Çünkü çok akıllı olduğum için (fakat Freya daha sonra, bu abla ile konuştuğunu, ikinci görüşmelerinde beni onunla bağlantıya geçireceğini söyledi (bakalım)).
Freya’nın ve etrafındakilerin keyfine diyecek yoktu tabi. Bir fotoğraftaki herkes mi gülümser.
***
Yağmurun altında uzun ve keyifli yürüyüş sona erip de resepsiyonun olduğu yere varınca biraz hayal kırıklığına uğradım. Eğlenmek için harika bir yerdi, fakat fotoğraf çekmek çok güç olacaktı.
Arka taraftaki şu çirkin perde fotoğrafların çok büyük bir kısmının arka planını teşkil edecekti. O anda aklıma daha sonra kendi kendimi tebrik edeceğim bir fikir geldi ve ışıklarımdan birisini perdenin arkasına koyup perdeye doğrulttum. Böylece o çirkin perde muazzam büyüklükteki bir soft box’a dönüştü. Diğer ışığa da yumuşatıcılı şemsiye (brolly box) takıp piste bakacak şekilde ters köşeye koyunca “bu iş tamam” dedim.
Second line cazcıları gidip de DJ perdenin önünde yerini aldığında yukarıdaki perdeye doğru çektiğim fotoğraflar yaklaşık olarak şöyle görünmeye başladı:
Dans pisti bilmecesi böylece çözülmüş oldu. İstediğim fotoğrafik yalıtıma ulaşmıştım.
Sonra mekanın diğer ucunda pastalar kesildi.
Ardından da geç saatlere kadar dans edildi.
Yorucu olduğu kadar keyifliydi de. Ertesi gün fotoğrafların tamamını Freya’ya göndermiştim.
Bu arada gece boyunca her fotoğraf çekişimde ışık banyosu yapan DJ’in de daha sonradan kendisine hediye etmek için aşağıdaki fotoğrafını çektim:
Bu düşünceli davranışımın karşılığında en azından bir Gençkan çalar mı diye bekledim.
Çalmadı (insanlık ölmüş abi, başımız sağ olsun).