Düşüncenin Kenarları, Propaganda, ve Evreni Kapatma Arzusu
Problemin kaynağı insanın doğasında tabi. Tüm öğretiler bir yere kadar. Doğanı nereye kadar gizleyebilir, nereye kadar dizginleyebilirsin. Fakat kurallarına tabi olduğumuz evrenin niteliklerini göz ardı etmek de mümkün mü yani.. Vallahi değil bence.
***
Bi’ kere bizim evrende ne kadar çok boyut o kadar çok dert. Aynı kenar uzunluğuna sahip bir objeyi farklı boyutlarda nasıl ifade ederiz diye baktığınızda görüyorsunuz ki boyut sayısı doğrusal şekilde artarken hacim üstel şekilde artıyor… Bence bu gerçekten çok saçma olmuş bir kere.
- Bir kenarı 3 birim olan bir küpü 3. boyutta ifade etmek için gereken hacim 27 birim.
- Bir kenarı 3 birim olan bir küpü 4. boyutta ifade etmek için gereken hacim 81 birim.
- Bir kenarı 3 birim olan bir küpü 5. boyutta ifade etmek için gereken hacim 243 birim.
- Bir kenarı 3 birim olan bir küpü 6. boyutta ifade etmek için gereken hacim 729 birim.
- …
Düşünceler için de aynı prensip işliyor sanki.
Bir mevzuyu tek bir bakış açısı üzerinden düşünmek kolay. Fakat işin içine farklı perspektifleri de katmaya çalışmak çok pahalı. Eklenen her perspektif, sanki bir düşünceyi alıp bir üst boyuta taşıyor. Ama bu evrende ne kadar çok boyut, o kadar çok dert.
Kenar uzunluğu aslında değişmeyen bir düşünceye eklenen her perspektif, o düşüncenin ihtiyaç duyduğu hacmi üstel şekilde artırıyor. Karşındakine “bir de şu açıdan bak” diyerek, onu empatiye davet ediyorsun. Bir de o açıdan bakmaya çalışırken 7 birim oluyor, 49 birim. Tezgâh bedava, bedava da, bu haksızlığa tezgâh mı dayanır…
Bir düşünceyi değerlendirirken farklı perspektifleri hesaba katmak bu kadar masraflı iken her şeye yalnızca kendi perspektifinden bakabilen kalabalıkları suçlamanın keyfi kaçıyor benim için. Yaşım ilerledikçe, bir insanın “idrak edemeyişinin” ardında son derece masumane bir sebep olduğuna gönülden inanıyorum. İnsanların söyledikleri şeyden ölesiye tiksiniyor, fakat söyleyenlere pek kızamıyor, onları suçlayamıyorum.
İnsanları suçlayamamak elbette mutluluk ya da huzur yerine ciddi, ayakları yere basan bir üzüntü vaat ediyor. Zira “eh, düşünce katlanınca tezgâhtan taşıyor, sahibi ‘bir de o açıdan’ bir türlü bakamıyor, bu yüzden anlamıyor, anlamadığı ‘ötekinden’ nefret ediyor” filan diye normale bağlıyorsun insanların anlaşamama rutinlerini.
İnsanın zaten pis, korkunç bir doğası var; kendi gibi olmayana yabani olmaya, en çok kendisini ve kendisi gibi olanı sevmeye ve kollamaya yatkın. Evren ise farklı perspektifler konusunda son derece ketum, dolayısıyla “empati” çoğu insan için tamamen teknik sebeplerden ötürü olanaksız.
Peki bu tezgâhlar bu kadar mı küçük? Bence eldeki tezgâhlar değil problem. Asıl problem özünde 1 birim olan düşüncenin bize 7 birim olarak ulaşmasına sebep olan propaganda. “Tezgâhlar büyük de, propaganda kötü“. En saçma şeyleri de en aklı başında görünen insanlar söylüyor, propagandanın hayatımıza tam olarak nerede girip nerede çıktığı bir muamma.
***
Evet. Aynı düşüncenin kenar uzunluğunun kişiden kişiye değişmesine sebep olan katalizöre “propaganda” diyelim. Tezgâhlar sabit iken propaganda yüzünden genişleyen düşünceler, yeni perspektiflere karşı iyice mühürleniyor. Mesela birisi için 1 birim olan, diğeri için 7 birim olmuş oluyor, ilki tezgâhında dört ayrı nokta irdeleyebilirken, diğeri salt kendi görüşü ile baş başa kalıyor.
Bu yüzden koca tezgâhların başında hiçbir şeyi elden geçiremeyen propaganda mağdurlaru tornacılar görmek kimse için sürpriz olmasa gerek.
***
Propaganda ile şapşala dönmemiş berrak düşünceli insanları bir takım hadiseleri tek bir açıdan değerlendirirken ya da farazi detaylara takılıp kitleleri yargılarken görmeyişimiz de bir rastlantı değil. Fakat onlar gibi olmanın keyifli bir yanı da yok belli ki, çünkü işin içine “empati” girince hayat gerçekten daha bi’ zor.
© Reuters / Bob Strong |
Yukarıdaki fotoğraf benim yüreğimi dağladı. Günlerdir gitmiyor gözümün önünden. Olayla ilgili Amerikan askerleri “üç kişi kalaşnikoflarla ateş açtı, biz de karşılık verdik” diyorlar. Köylüler ise isyan ediyor, çünkü vurulan kişi yakındaki bir köyden kendi halinde bir çiftçi.
Fotoğrafa bir daha bakın. Bu kadar gelişmiş bilişsel yeteneklere sahip bir canlı ölürken aklından geçen son düşünce ne olabilir? Fotoğrafı çeken muhabirin ismini dahi not etmeye gerek duymadığı, şu yerde boylu boyunca yatan Afgan köylüsünün ölüyor olduğundan emin olduğu anda hissettiği hayal kırıklığı ve isyanı hayal etmeye kimin yüreği var? Belki yalnızca saniyeler sürmüş o hayal kırıklığı ve isyan bir kitap olsa, onu vuran askerin saçları daha ön sözün sonuna gelmeden beyazlar.
Onu vuran askere lanet edip geçmek ise bu ismi dahi anılmayan Afgan köylünün ölümünün ardındaki daha büyük ve daha acı gerçeği görmezden gelmek demek.
Çünkü onu vuran askerin de bir suçu yok. Onun karşısına geçip “vatan için” demişler. Adamı “ş_ehitlik_” ile, “gazilik” ile işlemişler. 7 birim olmuş 2 birimlik düşünce. 40 birimmiş askerin tezgâhı. Bakamamış olaya ikinci bir açıdan. Tek bir bakış açısına saplanmış. Asker, vatanı için, “kutsal” bir vazife ile gitmiş oraya. O sırada birileri kalaşnikofla ateş etmiş, o da karşılık vermiş. O sırada birisi mi ölmüş ne… Savaşmış bu. Kutsalmış ve vatan içinmiş. Olurmuş böyle şeyler. Hatta aslında herkes onun kadar iyi anlayabilse, bırak vurduğu Afgan köylünün köylü arkadaşlarını, ölen adamın çocukları bile askere hak verirmiş. Asker doğruyu yaptığından da bu kadar eminmiş. Bu gün o bir Afgan köylü öldürmüş, yarın yol kenarında bir şey patlarmış o ölürmüş. Dün Afgan köylüyü öldürdü diye askeri linç edenler, yarın asker ölünce durumun aslında 1-1 değil 2-0 olduğunu kaçırıp “adalet yerini buldu” diye, “insanlık kazandı” diye sevinirmiş, filan.
***
G. Gürkan Öztan’ın şu yazısını okumanızı rica ediyorum: Linç Manzaraları.
Yazı, aktörleri CHP, AKP, MHP, DTP/BDP, Ordu, PKK vesaire olan, artık yıllar boyunca pek iyi öğrendiğimiz bir problem ile ilgili. Problem 2 birimlik bir problem. G. Gürkan Öztan hali hazırdaki durumu gayet isabetli şekilde özetleyip insanları yapılması gerekene, bu işin “oluru” ne ise ona davet etmiş:
Bıkmadan usanmadan, “şartsız koşulsuz silahlar sussun” diyebilmeliyiz. Aba altından sopa göstermeden, tehdit etmeden, dışlamadan, bahane üretmeden sorunlarımızı çözme iradesini harekete geçirebilmeliyiz. Medyadan sokağa öfke kusan, şiddete çağıran, tahrik eden her türlü sloganı ve eylemi, taraf tutmaksızın itibarsızlaştırmalıyız.
Ama beni çok derinden üzen bir şey söyleyeyim, ne yazıda Öztan’ın tarif ettiği problem “yeni” ve “bize özgü“, ne de dile getirdiği çağrı. Fakat kayıtsız şartsız, hiç koşulusuz, aba altından sopa göstermeden, dışlamadan, “ama” demeden, karşı tarafın da insan olduğunu hatırlayarak çözüme odaklanmak için insanların göz önünde bulundurması gereken perspektifler ile ortaya çıkan düşünce, hali hazırdaki propaganda altında hiçbir tezgâha sığmaz.
Bu bağlamda Öztan’ın çözüme yönelik en önemli önerisi yukarıda yaptığım alıntının son cümlesi. Önce propagandanın ümmüğünü sıkmalı. Fakat medya savaş çığırtkanlığı ve “şok gelişmeler” üzerinden ticaret yapan bir sektör olduğu için, Öztan’ın en önemli önerisi ne yazık ki aynı zamnda en naif olanı.
Ülkenin siyaset arenası bir stadyum; içinde top koşturanlar da siyasetçiler, Ordu ve PKK. Medya da işte bu stadyumun kapısında bilet kesen memur. İçeride cips, kola, mısır satan delikanlı. Anonsları ile maçı kızıştıran spiker. Taraftarları galeyana getiren amigo. Otoparkı işleten değnekçi. Bayrak, kaşkol, üniforma satan işportacı. Taşkınlık yapanları tartaklayan polis.
Nasıl itibarsızlaştıralım medyanın çığırtkanlıklarını? Nasıl itibarsızlaştırıyoruz bu medyanın yaptıklarını?
***
Öztan’ın serzenişinin muhataplarından mütevellit bir örnek içinde toplumu şu şekilde üç gruba ayırıyorum:
- Kayıtsız şartsız kendi haklılığına inananlar grubu (CHP, AKP, MHP, DTP/BDP, Ordu, PKK gibi kendilerinin biçtiği rolün dışına çıkanları hemen “iyimser“, “naif“, “cahil“, “gerçek sorunlardan bi’haber“, “at gözlüklü“, “ahmak“, “gerçekleri görmekten aciz“, “beyni yıkanmış“, “ayrılıkçı“, “iç mihrak” ya da “hain” olarak nitelendirenler).
- Kayıtsız şartsız bu probleme kulaklarını tıkayanlar ve hiçbir şeyi umursamayanlar grubu (tamamen rastlantı eseri söz konusu problemler ile muhatap olmak zorunda kalmadıkları hayatlar sürdükleri için, -kimsenin suçlayamayacağı bir biçimde- ömrünü geyik ve eğlence ile geçirmeye çalışan ve pop, dizi, futbol, porno, araba, moda, magazin temalı hayatlar yaşayan apolitikler).
- Problemin tek çözümünün haklılık sloganlarının kayıtsız şartsız terk edilmesi, bu denklemin hem payında hem paydasında insan olduğunun kayıtsız şartsız kabul edilmesi olduğunun farkında olanlar grubu.
Üçüncü grup diğer iki grubun toplamı ile kıyaslandığında yüzdelik dilimde bir tamsayı ile ifade edilemeyecek kadar küçük bence.
Bu işlere uzun uzun kafa yormuş, günümüz problemlerinin farklı zaman ve coğrafyalarda aynı semptomlar ile defalarca ortaya çıkmasındaki örüntüyü iyice gözlemlemiş bu üçüncü grup kişilerinin bu kadar nadir olmasının sebebi, propagandaya maruz kalmanın dünya üzerinde neredeyse her yerde çok kolay, etkilerinden arınmanın ise neredeyse herkes için çok zor olması.
Propagandadan nispeten arındırılmış bir hayat ve bakış açısına sahip olmak herkese nasip olmayan bir lüks. Şanssız olanlar için ise, bir kenarı 2 birim olan düşünceler, propagandanın etkisinde kalanlar için bir kenarı 7 birim olan düşüncelere dönüşüyor, o şanssız insanlar için o düşünceyi ek bir perspektiften değerlendirmek artık imkânsız hale geliyor ve şanssız olan hepimiz oluyoruz. Çok basit önermeler bile gerektirdikleri empati ile insanların tezgâhından aşıyor. Karşı tez olarak herkes “çok mantıklı“(!) açıklamalar dile getiriliyor. “Bu olaya bakarak nasıl bu sonucu çıkarabilirsin, emin misin?” diye sorunca şaşkınlık içerisinde “eminim tabi, sen git kendi ezberini boz önce” filan deniyor. Gidin gazete haberlerine okuyuculardan gelen yorumları okuyun, gözünüz gönlünüz açılsın.
Mesela “PKK’lı cesetlerine işkence yapıp onları tanınmaz hale getirmek insanlık dışıdır” diyen, otomatikman “vatan haini” oluyor. Askere çağırırken ne yaptıracağının fotoğraflarını göstermek zorunda olmayan ordu, eşcinselleri askere gitmemek için yaptıklarının fotoğrafını göstermek zorunda bıraktığında bunu herkes “normal” buluyor. İzmir’de DTP arabalarına taş atan “vatansever” kızları durdurmayan polise Diyarbakır’da taş atan çocuklar “terörist” muamelesi görüyor. “İnsan hakları ihlallerinin ve işkencenin önüne geçmeliyiz” diyen “örgüt propagandası yapıyor“. “Hrant Dink’i öldürenler yargılanmalı, devlet onurunu ayaklar altından almalı” diyen birisi “Ermenilik yapıyor“. “Türban takmak bir haktır, insanların nasıl giyineceğine karışmak devletin haddine değildir” diyen “Atatürk ve laiklik düşmanı” oluyor. “Sansüre kayıtsız şartsız hayır” diyen “liboşluğundan” öyle diyor, “yaptırımsız ifade özgürlüğü” isteyen ise “naifliğinden” istiyor…
Nasıl ki çözümü ve ifadesi çok boyut gerektiren problemlere ev sahipliği yapan Öklid uzaylarının boyutları arttıkça bu uzaylar neredeyse “sadece kenarlardan” ibaret oluyor ve merkezde neredeyse hiçbir şey kalmıyor (Hughes effect), bu saçmalıklar toplum arasında beslendikçe ve normalleştikçe herkez kenarlara gidiyor, merkezde birine rastlamak iyice imkânsızlaşıyor.
Ama sakin sakin düşününce inanın normal geliyor. İnsan propagandanın düşüncenin kenarlarına ne yaptığını görünce “farklı bir bakış açısı ile bu düşünce hangi tezgâha sığar” diyerek insanın makus kaderine boyun eğiyor.
Yukarıdaki gruplardan üçüncüsünün tüm toplumun bu kadar küçük bir kısmından ibaret olması bir rastlantı değil elbette.
Belki de enerjisinin yegâne kaynağı her seviyede yıkıma dayalı olan evrenimizin öntanımlı davranışı bu. İnsanın doğasını da evrenden ayrı tutmak mümkün değil ki. Belki başka evrenlerde durum bambaşka, onu kestiremiyorum, fakat her geçen gün buradaki her şeyin rahatsız ediciliği bana çok daha normal geliyor.
***
Ben böyle efendi efendi, fotoğraf motoğraf derken yuvarlanıp gidiyor görünüyorum ama çok da doluyum, bildiğiniz gibi değil. Ve bir denk getirirsem, birinizi bile görmez gözüm, hiç acımadan kapatırım bu evreni. Onu da bilin yani. Sonra “aman efendim Meren fevri davrandı“, “yok efendim biz onu yanlış tanıdık” filan olmasın.