Oğuz Atay’ı çok severim ben. Şu gezegenin topraklarını çiğnemiş bir numara insanlardan birisidir. Gerçek okur kitlesine öldükten sonra ulaşmış kendisi. Bir gün Necdet Yücel, Oğuz Atay’ın ölümünden neredeyse 33 yıl sonra elime “Korkuyu Beklerken” isimli öykü kitabını tutuşturup “bunu oku” demişti. “Peki” demiş, okumuştum. Oluyor bazen öyle. Sıradan bir günde, Oğuz Atay ile tanışıveriyorsunuz.

Kurt Vonnegut’ı da çok severim ben. O da Oğuz Atay gibi birisi (ikisi de benin lûgatında baba özlemine tekabül ediyor).

Amerika’da dünyaya geldiği ve İngilizce yazdığı için Oğuz Atay gibi sessiz olmamış onun çıkışı. Hoş insanın sözlerinin o ölmeden duyulması makus kaderden midir yoksa zengin talihten midir pek bilemediğim yaşlarımdayım. Ama Vonnegut öyle. Siz mesela tutup “Kurt Vonnegut ayrı, Oğuz Atay ayrı” diyebilirsiniz. Bir kulağımdan girer, diğerinden çıkar. Ben de sizin gibiyim işte. Bazen gerçekten umursamıyorum. Keşke sizin gibi olmasam da ikimiz de farklılıklarımızla mutlu olabilsek… Mesela.

Dün gece Vonnegut’ın Slaughterhouse Five isimli romanını okuyordum. Bir yerinde şuna rastladım:

(…)

Yıllar boyunca tanıştığım insanlar bana sık sık ne üzerine çalıştığımı sordular ve ben de çoğunlukla Dresden ile ilgili bir kitap üzerine çalıştığımı söyledim.

Bir keresinde bunu film yapımcısı olan Harrison Starr’a söyeldiğimde, kaşlarını kaldırıp sordu: “bu savaş karşıtı bir kitap mı?”

“Evet”, dedim, “sanırım”.

“İnsanların savaş karşıtı kitaplar yazdıklarını duyunca onlara ne diyorum biliyor musun?”

“Bilmiyorum. Ne diyorsun Harrison Starr?”

“Diyorum ki, ‘neden bunun yerine tektonik hareket* karşıtı bir kitap yazmıyorsun?’”.

Elbette kast ettiği şey savaşların her zaman olacağı, onları durdurmanın olsa olsa tektonik hareketi durdurmak kadar kolay olduğu idi. Buna ben de inanıyorum.

Hem ayrıca savaşlar buzullar gibi gelmeye devam etmeselerdi dahi, bizim yaşlı ölüm orada olmaya devam edecekti.

Bunu söylemiş olan birisinin bile ölüyor olduğunu bilmek insanın kalbini kırıyor.

Neyse.

Aslında geçtiğimiz günlerde referandum ile ilgili bir yazı yazmaya niyetli idim. Teması da kafamda hazırdı: Bilenlerin duymaya ihtiyacı olmadığı, bilmeyenlerin ise büyük olasılık saçma bulacağı şeyler söylüyor olma olasılığını boşverip referandum üzerine çok şeyler söylemek teması.

Mesela “Sevgili bu referandumun ardından rezilliğinden pek bir şey kaybetmeyecek olan militarist, seksist, azınlık hakları ve özgürlükler ucubesi olan Türkiye Cumhuriyeti anayasasının üç-beş maddesine çekilecek makyaj ile bir şeylerin gerçekten daha iyiye ya da gerçekten daha kötüye gideceğine inandığı için omuzlarına ulvi bir sorumluluğun yükünü yüklenmiş bir derviş edası ile her yerde herkese ‘işin doğrusunu’ anlatan futbol severler,” gibisinden bir giriş yapacaktım belki. Sonra dargın bir gelişme, kucaklayıcı bir sonuç da yazacaktım muthemelen. Alıntılar yapacaktım. İthamlarda, atıflarda bulunacaktım. Başınıza Noam Chomsky dede kesilecektim. Sonra yazıyı günlüğe gönderecektim. Belki bir yerlerden tıklayıp gelecektiniz. Okuyacaktınız. Okuyanlarınızın biraz kafası karışacaktı. “Şimdi bu evet mi diyor yoksa hayır mı diyor?” diyecektiniz. Bir kısmınız okumayıp sadece resimlerine bakacaktı. Onların kafası daha çok karışacaktı. Sonra anlayacaktınız.

İki kamp da hayal kırıklığında birleşecekti. Herkes hep bir ağızdan başlayacaktı anlatmaya. Mesela benim gibilerin nasıl da X ve Y’den bile bi’haber olduğunu, başıma ne geliyorsa bilmediğimden geliyor olduğunu söyleyecektiniz. Sizin çok içinde olduğunuz ve çok iyi anladığınız ülke siyasetinden benim gibilerin ne kadar uzak olduğunu, eğer şöyle şöyle olsaydı zaten en başta sizin J diyecek olduğunuzu ama şöyle değil böyle olduğu için ülkesini seven birisi için J demenin artık imkânsız olduğunu (ve elbette benim bunu göremeyecek kadar dar görüşlü olduğumu), eğer biraz daha akıllı olsa idim sizin gibi düşünebileceğimi ve bu yüzden benim için en büyük dileğinizin akıl fikir olduğunu (ve bunda çok samimi olduğunuzu çünkü beni gerçekten sevdiğinizi) söyleyecektiniz. Benim gibi -artık işinize hangisi gelirse- Atatürkçülerin / dincilerin  / ulusalcıların / MHP’cilerin / AKP’cilerin / CHP’cilerin / fetocuların / apocuların / anarşistlerin / militaristlerin / statükocuların / liberallerin / bölücülerin / faşistlerin zaten hep böyle olduğunu ama olayın aslının şöyle olduğunu (ve bunun bir türlü kabullenilmek istenmediğini) anlatacaktınız. 2+2’nin 4 ediyor olduğunu (benim gibilerin ise 2’nin çok büyük değerleri ile 5 bulmaya çalışıyor olduğunu), BİZ’in ötekileştiren, haksızlık yapan değil, bilakis aslında ötekileştirilen ve haksızlığa uğrayanların ta kendisi olduğunu (ama artık halkın bunları yutmadığını), çünkü zaten eğer hatırlayacak olursak Münevver Karabulut’un kesik başının çöp tenekesinde bulunduğunu (ama bunun bazılarının işine gelmediğini), mensup olduğumuz siyasi görüş ne diyorsa doğrusunun o olduğunu (ama halkın diğer görüş tarafından kandırılmaya devam edildiğini (şunun ve onun da zaten bunun apaçık ispatı olduğunu)), başbakan dediğimiz kişinin bir keresinde attan düştüğünü, mevzi arkasında çömelmeyip ayakta duranın ise attan düşen çömeşik başbakanımız değil vasıfsız mülayim Gandi dedenin ta kendisi olduğunu, bunların boy boy gazetelerde çıktığını ama benim gibi işi tıkırında olanların bunları hep görmezden geldiğini, bak kendisine denileni dinlemediği için Sergen’e ne olduğunu, Perelman’ın parayı bir vakfa bağışlamak dururken kabul etmeyerek hata etmiş olduğunu, ve tüm bu nedenlerle bu referanduma verilmesi gereken yanınıtın -artık işinize hangisi gelirse- EVET / HAYIR oldğunu, ve bu referanduma EVET / HAYIR demek yerine bu referandumu protesto etmenin HAYIR / EVET demek yerine geçtiğini, ve EVET / HAYIR demeyen herkesin aslında bilmeden de olsa HAYIR / EVET diyor olduğunu, çünkü Türkiye’nin ihtiyacı olan EVET / HAYIR yanıtı bu referandumdan çıkmadığı taktirde EVET / HAYIR deme hakkını kullanmamış herkesin ONLAR ile iş birliği içerisinde sayıldığını, ve gelecek nesillerin başına geleceklerinden de ONLARIN ve BENİM GİBİ OLANLARIN sorumlu olduğunu söyleyecektiniz…

Ben bu olsun istemedim.

Dün gece Harrison Starr’a “referandum ile ilgili bir yazı yazmayı planlıyorum” dediğimde kaşlarını kaldırıp “saçmalık karşıtı bir yazı mı olacak?” diye sordu. “Eh“, dedim, “sanırım“. “İnsanların saçmalık karşıtı yazılar yazdıklarını duyunca onlara ne diyorum biliyor musun?” diye sordu. “Bilmiyorum” dedim. “Ne diyorsun Harrison amca?“. “Bunun yerine neden ‘brown hareketi karşıtı bir yazı yazmıyorsun?‘”…

Elbette kast ettiği şey saçmalığın her daim hem de herkes için olacağı idi. Yani diyordu ki “boşver, aşikâr olanın tantanasını edip lâf-ü güzâf etme, bırak kim ne istiyorsa onu yapsın“. İçimden bir ses bu elitist-konformist bunağa kulak vermek istedi, bir diğer ses ise bağırıp çağırıp kalp kırmak filan (bu satırları yazarken o itkiyi hatırlayıp kendimden hicap duyuyorum). Acaba bütün bunların bir orta yolu bulunur muydu. Bilge Vonnegut’a döndüm. Yardım istercesine baktım yüzüne. Cevap vermedi: NE EVET NE HAYIR (büyük harfler bana ait).

Bir cenazenin kavgası, sinemalarda.

YETMEZ AMA EVET.

vs.

HAYIRDA HAYIR VAR.

Adam çirkef analojiler ile şu güzel ortamı bozuyor beyler. Bozmuyorum. Tamam. Ama bir şey var yani söylemezsem patlayacağım: Taraf olmak problemin gerçek kaynağına gözlerini kapatıp, naylon torba yerine kese kağıdı ile marketten çıkan kadının yüzündeki eşsiz gurur ifadesi gibi. Eline tutuşturulan seçim ile sorumluluk bilinci ayağına yatıp üç kuruşluk tatmin satın almak yerine markete gitmeyi reddedecksin teyzeciğim, baş parmağını işaret ve orta parmağının arasından geçirip yüzlerine yüzlerine sallayacaksın! Sallayacaksın ki herkes bilecek sende bunlarla yetinecek göz olmadığını. Kurt Vonnegut: “Meren!!!”. Teyze: “Haydaa”. Harrison Starr: “Teyze hanım, ben dedim buna, ama söz dinlemiyor (gençlik işte)”. Meren: “ağzımdan kaçtı, tek isteğim sükûnet idi :(“. Teyze: “Ama laylonlar binlerce yıl doğayı kirletiyorlar, madem sükünet bu da kayıtlara geçsin”. Feynman: “cevaplarınız içerisinde Pi’yi üç alabilirsiniz arkadaşlar”. Oğuz Atay: “ben cevap vermek istiyorum”. Kurt Vonnegut: “Herkes sussun Oğuz bir cevap verecek!!”. Oğuz Atay: “NE EVET NE HAYIR!”. Meren: “ahaha çok güzel dedin ama o cevap olmuyormuş işte”. Kurt Vonnegut: “@Oğuz, +1”. Harrison Starr: “@Oğuz dede cCc”.

Geçen yıllar bana yanılıyor olma olasılığımın haklı olduğuma inandığım oranda arttığını öğretti (eğitilemeyen, ahmak bir doğaya sahip olduğum için “geçen yıllar” epey zorlandılar). Fakat şu anda bir kısmınızın kanının nasıl kaynadığını, “abi ne diyorsun sen, bunun cevabı elbette X, var mı bunun ötesi” dediğinizi tahmin ediyorum (bu halinize sempati de duyuyorum). Bir diğer kısmınız da artık etliye sütlüye karışmak, siyaset uykusundan referandum ile uyanmak, ülkenin talihsizliklerine “bi’ dur” demek istiyor; onu da hissediyor ve anlıyorum. İşte bu yüzden (yani kötü bir insan olmadığım için) Evet ya da Hayır’da ısrarcı kardeşlerimi eli boş göndermek işime gelmiyor. Sizleri bir referandum ameliyatı daha geçirecek olan ülkem anayasasının operasyon sonrasındaki muhtemel durumunu inceleyen fotoğrafçı dostum Ufuk Kıray‘ın fotoğrafı ile uğurlamak istiyorum. Tavsiye edilen kullanım şekli şöyle: YETMEZ AMA EVET ise Evet’in üzerini, HAYIRDA HAYIR VAR ise Hayır’ın üzerini karalayarak Facebook’a, Twitter’a filan gönderebilir, çevrenize Evet ya da Hayır dedikleri durumda başımıza ne geleceğini gösterebilirsiniz. Dilerim bir cenaze üzerinden yürüttüğünüz konvansiyonel tartışmalarınızda bu çalışma size ışık tutar.

</p>

© Ufuk Kıray</td> </tr> </tbody> </table>

Kalabalık böyle. Azınlığın denk gelmemiş olanları için ise şunlar var (Harrison Starr: “yok deve. bırakın diyorum, laf diyorum, güzaf diyorum, el insaf lan“):

***

PS: Özellikle Ece Temelkuran’ın yazısının ilk birkaç paragrafı benim de içinde olduğumu hissettiğim bir durumdan bahsediyor (sevmezdim kendisini, bu yazı özelinde sevmeye karar verdim (siz de çok zorlanırsanız beni bu yazı özelinde sevmeyip diğerleri için sevmeye devam edin (Vonnegut: “adam bildiğin yan çiziyor“. Teyze: “laylon“))).

PPS: Vonnegut’tan çevirdiğim alıntıda aslında “tektonik hareket” değil “glacier” diyordu. Glacier’ın tek Türkçe karşılığı “buzul” olarak geçiyor. Oysa buzul, glacier’ı da içine alan çok geniş bir tanım. Glacier aslında dağlardan aşağıya doğru ağır ağır fakat sürekli bir biçimde hareket etmekte olan buz nehirlerine verilen isim. İki saat bunu açıklayacağıma herkesin bir seferde anlayacağı bir şey kullanmak istedim. Tektonik hareket geldi aklıma. “Tek-to-nik Ha-re-ket En-gel-le-ne-mez” önemli bir sloganımızdır en nihayetinde.

PPPS: Ufuk Kıray’a çok teşekkürler. Hem yaratıcılığını hem de girişken kişiliğini imrenerek takip ediyorum. Fotoğrafın modeli de Hüseyin Yılmaz imiş.