Çok Yoğun Olduğumuzda Ne Yaparız? Yaşamak Şakaya Gelir mi?
Zaman zaman önümü alamıyor, büyük bir ciddiyetle yaşıyorum hayatı. Bir sincap gibi mesela. Hayır, sincapları taktir ediyorum, o ayrı, fakat hayatın gözü de doymuyor ki arkadaşım. Hayata karşı ne kadar ciddi isen, hayat senden o kadar daha çoğunu istiyor. Sırtında bir ciddiyet çomağı, ucunda bir tatmin. Bir tedirginlik, ciddiyet. Daha fenası bir tedirginlik, bir ciddiyet…
Düşünün ki işleriniz başınızdan aşkın, onlarla uğraştığınız o masadan bir daha kalkmamak ihtimali de var. O an oradasınız, o hengâmeyi yaşıyorsunuz. İşler orada, onlar da var, ve size bakıyor. Muhtemelen birkaç sene sonra “hiçbir anlamı yokmuş, boşuna ne kadar zorlamışım kendimi” diye hatırlayacağınız bir koşturmaca içinde dalmış gitmişsiniz, bir tedirginsiniz, bir ciddi. Ne yaparsınız? Bilemiyoruz efendim. Bilemiyorsunuz tabi. Kimse bilemiyor. Yuvarlanıp gidiyoruz.
Bir haftadır anormal derecede yoğundum ben. Klinisyenler var beraber çalıştığım, bir takım sonuçlar bekliyorlardı benden. Katkılarımı bekleyen makaleler vardı, irili ufaklı -ve çoğunlukla gereksiz- toplantılar, -keyifli/keyifsiz- projeler içinde yüzüyordum. Üstüne üstlük elimde bir konu var, o kadar heyecanlı ki göz açtırmıyor kerata, her dakika onunla uğraşayım istiyorum. Velhasılı, son bir haftadır günde 14-15 saat laboratuvardayım. Gençmişçesine çalışıyor; “Meren yaşlandı artık” diyenleri utandırıyorum. Ama hiçbir şey bitmiyor gibi. Böyle bir sıkışıklık içerisinde, her şeyin üstüne, bir de bir sunum hazırlıyorum geçen gece; sunumun sayfaları bana bakıyor, ben onlara bakıyorum (hafif tedirgin “bitmeyecek bu, vallahi bitmeyecek :(” bakışları, hafif ciddi “bittin dostum sen, bittin, defterini düreceğim senin” tehditlerine karışıyor; sunumun da kafası karışık … kendisi de karışık zaten, bir türlü toparlayamıyorum).
Bu yoğunluğa ve bu ciddiyete çok darıldım ben. Sunum karşımda açık, hasbelkader o esnada hikâyesini az sonra anlatacağım bir figüre bakıyorum…
“Tamam”. “Bu kadar“, dedim. Baktığım sayfanın çıktısını aldım yazıcıdan. Kalktım. Bizim oralardaki bir dövmeciye gittim. “Bunu koluma istiyorum” dedim. Yarı şaşkın “şimdi mi?” diye sordu. Saat gece 9:00. “Evet şimdi, ve acelem var” dedim. “Kanda alkol ya da uyuşturucu filan var mı?” dedi. “Bildiğim kadarı ile yok” dedim. “Şunu imzala, 10 dakika şurada bekle, hemen başlayalım madem” dedi. 10 dakika orada oturdum. Dövmemi oldum. 50 dakika sürdü. Çok da acıdı üzerinize afiyet. Sonra eve geldim, sunumumu hazırlamaya devam ettim. Bu da ertesi gün; tanıştırayım, ben ve Staphylococcus aureus dostlarım:
Staphylococcus aureus, deri üzerinde bolca bulunan, kimi zaman ölüme sebebiyet veren enfeksiyonlara da sebep olan bir bakteri türü (bir ara haklarında uzun uzun yazmak farz oldu artık).
Mesela eğer bu dövme sebebiyle kolumda bir enfeksiyon ortaya çıksa idi bunun sorumlusu derim üzerinde yaşayan Staphylococcus aureus kardeşler olacaklardı muhtemelen (eğer bu olsaydı nereden baksanız dövme yaptırmaya en yoğun olduğu zamanda karar veren birisinin sebep olduğu ironi kadar ironi çıkardı oradan).
Dövme yaptırmaya karar verdiğim sırada bakmakta olduğum sunum sayfası da aşağıdaki idi:
Sunum sayfasında görünen iki çizim de Kevin Simpson isimli bir arkadaşıma ait. Bu çizimlerin ortaya çıkmasının aslında tatlı bir de hikâyesi var.
Birkaç hafta evvel çalıştığım enstitüde bir sunum yapmam istendi. Ben de Kevin’a gidip bana sunumumda kullanmak üzere kara kalem mikrobiyal canlılar çizmek isteyip istemeyeceğini sordum (kendisi bir bilim insanı, aynı zamanda da amatör bir çizer). Proje çok hoşuna gitti. Çizdiklerini çok beğendim. Sunumumda kullandım. Hatta o kadar çok beğendim ki bu sunumuma da ekledim. Hatta onunla da yetinmedim, koluma da ekledim.
Çizdiklerinden iki tanesi yukarıda. Bir başka çizimini ve hikâyesini Prenses’e Mektuplar’a göndermiştim, dilerseniz Toxoplasma gondii ve hikayesini buradan okuyabilirsiniz (hatta bence okuyun, çok enteresan çünkü). Kevin’ın dövmeden haberi yoktu tabi. Görünce de epey şaşırdı haliyle (ama epey şaşırdı yani, öyle böyle değil) (ben bile şaşırmıştım, o nasıl şaşırmasındı).
Tabi benim dövmemin Duygu’nun muazzam dövmesi ile kıyaslanamayacağının da farkındayım. Dövme deyince onu anmadan duramadım. Aşağıdaki fotoğrafı kendisinin bu özgün tasarımına yer vermek isteyen ve yakında çıkacak olan bir kitapta yer alması için çekmiştim, Duygu’nun dünyanın en güzel dövmesinin hikayesi de burada: Sırtıma dört ispinoz kondu.
Evet. Çok yoğun olduğumuzda dövme yaptırıyoruz. Bir nevi silkelenip kendimize geliyor, efendi oluyoruz. Herkes haddini biliyor.
***
Tamamen alakasız bir not: Yukarıdaki Mac bilgisayarı görenlerin “eee? hayırdır Meren efendi? Linux defterini kapattın mı yoksa?” demesinden korktum açıkçası. Yok öyle bir şey! Vallahi. Geçici olarak kullanıyorum (uyumuyor, gözlerimi dinlendiriyorum). Hem bu arada yapabildiğim yerde Pardus reklamı yapmaktan da geri kalmıyorum mesela (gülücük):
Yukarıdaki makale de aşağıdaki kitabın on ikinci kısmını teşkil ediyor mesela:
Böyle.
Geçen sene bu günden bu yana bir sene daha geçti mesela. Ona göre.