Eel Pond’un Kenarında Kelimeler Albayım
Günlerden bir Pazar. Hava nasıl güneşli. Bunca zamandır çanına ot tıkayan insanlardan intikamını Kuzey kutbunu işgal etmişgillere yaşattığı soğuk ile almakta olan Dünya gezegeni, iki fırtına arası mola vermiş.
Ben bu aralar öyle dışarısı seven bir insan değilim. Beni bırak hayatımı laboratuvardaki ve evdeki sekiz duvar arasında geçireyim. Ama o gün içeride geçirilecek bir gün de değil. Yani dışarısı insanı değilim, ama içerisi de yerini bilecek. her şey sevdiklerim şımarmasın diye. O kadar şey arasından babam oldum çıktım şu kısa ömrümde.
***
Ben Woods Hole’da yaşıyorum. Biliyoruz Meren. Boston’a birbuçuk saat uzaklıkta şirin bir kasaba burası. Bunu da biliyoruz? Dört tarafı denizlerle çevrili bu Woods Hole’un. Düzenli okura zerre saygı yok arkadaşım :( Hehe_._ Ciddi bi’şey yazıyorum ama, bi’dur… Giriş önemli. İyi ne halin varsa gör.
Neyse. Ben bu Woods Hole’u epey seviyorum. Meğer burası benim evimmiş filan gibi bir durum sanırım. Diğer taraftan buradaki yaşantımın, dünyanın gerçeklerinden çok uzak olduğunun da farkındayım. Bazı sabahlar işe yürürken dünya nüfusunun %99’unun nasıl koşullarda çalıştığını düşünüp adını koyamadığım bir sıkıntı yaşıyorum. Ben burada olmayı hak ediyor değilim. Başka yerlerde olanlar da oldukları yerlerde olmayı hak ediyor değiller. Hasbelkader ‘prestijli’ addedilen konumlara gelmiş kişilerin buradaki rahatsız edici gerçeği göz ardı etmek için kullandıkları bir “çalıştım, hak ettim” savunması var. Fakat “çalışabilecek” konumda olmak bile tamamen raslantısal bir durum. Kimin nerede olduğunun ya da olmadığının tatminkâr hiçbir açıklaması yok, ve bu epey kalp kırıcı bir hadise. Bazı dillerde çok güzel ve spesifik kelimeler var. Misal Bantu dilinde ‘ilunga’, “suistimali ilk kez yapıldığında affedip unutan, ikinci kez yapıldığında müsamaha gösteren, fakat üçüncü sefer gerçekleşmesine asla izin vermeyen kişi” anlamına geliyor. Ya da Japonca’daki ‘Koi No Yokan’ (‘恋の予感’), “birisi__ ile ilk karşılaşmanızda, gelecekte bir vakit bu kişi ile aşık olmanızın kaçınılmaz olduğunu idrak etmenize sebep olan his” anlamına geliyor. Almanca’nın ‘waldeinsamkeit’ diye bir kelimesi var mesela, “bir ormanda yalnız iken deneyimlenen doğa ile birliktelik hissi” anlamına geliyor. Bazı diller bazı konularda diğerlerinden çok daha iyi bir iş çıkarmış. Fakat korkarım hiçbir dilde “tek hükümdarın raslantı olduğunu idrak eden bireyin hasbelkader kendisini içinde bulduğu huzura mukabilen yaşadığı utançla karışık karamsarlık” anlamına gelen bir kelime yok. Bir sürü gereksiz kelime varken buna sıra gelmemiş muhtemelen. Bu utançla karışık karamsarlığa sebep olan karşıtlıkların tamamını koşullardan ziyade perspektif seviyesindeki farklılıklar ile açıklamak mümkün değil, fakat perspektifin de önemli bir rol oynadığını gösteren örnekler bulmak mümkün. Zira aynı manzaranın birine anlamsız bir mutluluk verirken bir başkasına gereksiz bir sıkıntı vermesi bir perspektif mevzusu değilse nedir, bilemiyorum.
Neyse. Ne diyordum? Valla oradan girdin buradan çıktın, biz de kaybolduk biraz. Tamam. Açıkçası bir istikametim yok, ama sonlara doğru toparlayacağım belki de. Hayırlısı. Evet. Güneşli bir Pazar günü idi, dışarı çıkmıştık. Yürüyoruz. Yürüşümüzün bir noktasında MBL‘in otoparkına geliyoruz (benim çalıştığım enstitü oluyor kendisi). Sol tarafımızda meşhur Eel Pond. Manzara bildiğin waldeinsamkeit. Hava öyle güneşli ki, kaset satılan her dükkanda 24 saat Loreena McKennitt çalındığı dönemlerine taş çıkartır hayatın. Loreena McKennitt da bilmez şimdiki nesil. Loreena McKennitt bilen neslin çocukları oldu artık. Ne çok yaşamışsın Meren. Evet ya, çok yaşadım. Neyse. Ne diyordum? Solda meşhur Eel Pond diyordun. Hah. Solda meşhur Eel Pond. MBL’in otoparkında yürüyoruz. O sırada sağımızdaki binanın geniş kanatları simsiyah otopark asfaltına açılan kapısından kirli sakallı, ortaya yaşlı, saçlarının bir kısmı dökülmüş, dökülmemiş olanları ise yer çekimine hangi tarafa yatarak biat edeceğine dair anarşik bir tutum sergileyen, siyah deri ceketli, tıknaz bir amca çıkıp bize doğru yürümeye başlıyor. Genetik açıdan bir Yunan, Ermeni, Türk esintisi var amcanın. Adamın sigarasını yakmanın arefesinde olduğunu görünce bizimle bir işi olmadığını anlıyorum. Sigara yakmanın arefesinde olan insan heyecanı. Hemen tanırsın bak bunu mesela. Ama bunun için de bir kelime yok albayım. Neyse. Adamı öyle görünce sigara içtiğim günler geliyor aklıma. Yıllar önce bıraktım, ama çok erken yaşta başlamıştım ben sigara içmeye. Yıl 1788 filan. Bir şeylere ait olma arzumu dünyanın en serseri insanları ile serserilik yaparak tatmin edebileceğime inandığım, Loreena McKennitt’in şarkıcılığının Cuma’dan Cuma’ya istiklal marşı okumaktan ibaret olduğu zamanlar bunlar; yani Loreena ilk okulda, ben ortaokuldayım, takıldığım serseriler lisede, Fransa da devrim hazırlığında filan işte. Yıl 1788 filan. Demiştiniz bunu Merenbey. Olsun. Tekrar olsun. Tarih önemli. Ekipte birisi olan herkesin bir takma adı var. Benim yok. Takma ad sahibi olmak çok önemli bir sosyal gösterge. Benim gösterge sıfıra yaslanmış, ışığı yanıyor kenarda. Birisinin adı Appap. Diğeri Dımbıl. Biri Delo. Biri Kürt. Bir diğeri Paço, ve daha hatırlayamadığım nicesi. Akşamları İzmir’in Evka II’sinin bilimum parklarında buluşuyor, sigara filan içiyor, başka mahallelerdeki serserilerin hikayelerini birbirimize anlatıyoruz. Bir akşam kara ve tombul yüzünü köfte dudaklarla tamamlayan Appap, küçük cep çakısı ile tırnağının altındaki pislikleri temizliyor. En az iki numara büyük ayakkabıları ile serserilik müessesesinin en kâmil temsilcilerinden birisi olan Appap kardeşimiz, iki tırnak arası aldığı mola esnasında grubun sessizliğine benim nicedir beklediğim bir öneri ile son veriyor o akşam: “bu Meren’e de bir isim lazım len“. Evet ya, lazım tabi. Sonunda. Serserilik ağacına yaptığım onca yatırım, bana olan kayıtsızlığın yeter, hakkım olan meyveleri ver artık! Takma ismim olsun tabi. Şöyle Appap gibi sakil, ya da Delo gibi sevimli bir şey filan olsun bence… Ama olmuyor. Bu kitle içindeki en yakın arkadaşım Dımbıl, kendisini masum taşları ile süzen kaldırıma ön dişlerinin ortasından incecik bir tükürük aşkettikten sonra Appap’ın çağrısına bir görev bilinci ile yanıt veriyor: “armut gibi çocuk .. bence Armut olsun bunun adı“. Gülüşmeler. Kabul edenler. Etmeyenler. Oy çokluğu ile kabul edilmiştir. Azınlıklar oy çokluğu ile ezilsin diye icat edilmiş olan demokrasi böyle bir şey işte genç Armut. Geçmiş olsun canım. Eh, o noktadan sonra sigaraları Armut içmesindi de kim içsindi. Birisini söndürüp ötekisini yaktım. Neyse. Ne diyordum? Oha Meren, insaf .. adam sigarasını yakıyordu. Hah, siyah ceketli adam sigarasını yakıyordu işte, ve ben de sigara içmişliğin bizi buluşturduğu paydadan seyrediyordum kendisini. Çok severim aynı paydada buluştuğum insanları ben. Buluşmadıklarımı da severim. Açıkçası kesir işaretining hayatımdaki önemi ÖSS’den sonra git gide azaldı.
Günlerden o kadar Pazar, hava o kadar güneşli, Eel Pond o kadar efendiydi ki, yolları böyle bir günde kesişen her yabancının yapacağı gibi adama selam verip “sen de havanın keyfini çıkarmak için mi buradasın?” diye sordum. Adam bana sanki “senin adın bundan sonra Armut olsun” demişim gibi baktıktan sonra “ben burada güvenlik görevlisiyim, eğer burada olmak zorunda olmasam burada işim ne ayol” dedi. İçimden Eel Pond’a dönüp “sen üzerine alınma ciğerim, o ne dediğinin farkında değil” diyesim geldi. Böyle durumlarda hep ortamı yumuşatmaya çalışan muhlis bir kimliğe bürünürüm. Ama adam ne dediğinin pek de farkında gibiydi. Utançla karışık bir karamsarlık bastı yine beni. Adam üzgün, Armut şaşkın, Eel Pond dalgın.
Bu kısa değiş tokuş üzerine epey düşündüm sonradan. Böyle işte. Üzerinde düşünmeye değmeyecek kadar basit ve rutin mevzular familyasından “farklı insanların aynı şeylere bakıp farklı şeyler görüyor olmaları” mevzusu. Perspektif diyorlar ona Meren. Evet. Eminim kimileri çözmüştür bu işleri, fakat ben bazen düz yolda kayboluyorum. Hep çok basit şeylere takılıyorsun Meren. Evet, hep çok basit şeylere takılıyorum. Atom mühendisi bile olabilirdim, ama “mevzular” bitmedi. Defterleri kapat! Yazılı sözlü: Armut, insanlığın yolculuğunun içine eden mevzuları say bakalım. Sayıyorum, bir, “farklı insanların aynı şeylere bakıp farklı şeyler görüyor olmaları mevzusu“; iki, “bizi isteyenleri bizim istemiyor, bizim istediklerimizin ise bizi istemiyor oluşu mevzusu“; üç “bir bekleyen olunca erken geleceği olanların geç kalıyour, kesin geleceklerin bile tutup gelemiyor oluşu mevzusu“; dört “çok istediğimiz şeylere ancak onları istememeyi öğrendiğimiz ölçüde sahip olabiliyor oluşumuz mevzusu“; beş…Tamam tamam, otur! Say say bitmez bu mevzular öğretmenim. Anladık orasını.
Örüntüleri görmek ile onların içinden çıkabilmek bambaşka şeyler elbet. Yeterince soyutlarsak her şeyi ifade edebilecek tek bir teori ile yaşamak mümkün olabilir mi? Bu mevzuları çok iyi kavrasak, otoparktaki amcanın algısını temelden değiştirmek mümkün olabilir mi? Soru retorik değilse yanıtlayacağım? Soru retorik, ama düşünmen yeter._
_
***
Özü, kişinin doğduğu an ile öldüğü an arasındaki tüm süreyi girişinde “ben” yazan karanlık bir odanın içindeki tek bir pencereden dışarıya bakarak geçiriyor. Kimse ile tanışmıyor, kimse ile konuşmuyor. Ömrünün ilk gününden son gününe değin ne içinden çıkıyor bu odanın, ne de içeriye bir başkasını alıyor. Ben işte orada, yansımasız bir odanın içinde, kendisine dair bildiği her şeyi pencereden bakarken gördüklerinden derlediği bir varlık sürüyor. Pencereden girenlerin ham haliyle başa çıkmak kimsenin haddine değil, bu yüzden önünde bir kutu var _ben_in, röntgen kağıdı gibi görünen ‘perspektifler’ ile dolu bu kutu. Pencereden görünen karmaşık dünya ancak bir perspektifin süzgecinde başa çıkılabilir hale geliyor. Kimse açık açık kabul etmese de hayat aslında çok zor ve çok karışık: “mevzular” bitmek bilmiyor, ve aslında yaşayan herkes elinden gelenin en iyisini yapıyor. Misal, Eel Pond bizim gibi değil; onu izleyenlerin ona dair düşünceleri onun tekilliğini ve kupkuru objektifliğini zerre kadar etkilemiyor. Bize dair yalın bir kayıtsızlık içinde olan Eel Pond’un tekilliği ise pencerelerdeki perspektiflerden geçerken şekilden şekile giriyor.
Belki de en başta kutu bomboş değil; içinde genetik ya da epigenetik perspektifler var belki evvela. Ama çoğu kişinin perspektif kolleksiyonunun aslan payı yakın çevresinin erken yaşlardaki katkılarından mütevellit bence. Babası geliyor misal bir gün çocuğun: “bunu taktığında seni gerçekten sevenlerin her yaptığı gözüne batacak yavrum” diyor davranışlarıyla. Ben alıyor perspektifi, atıyor kutuya. Bir arkadaş geliyor öbür gün, “bu benimle iletişim kuran herkesin beni küçük gördüğünü gösteriyor; abim bana iki tane verdi, al biri senin olsun” diyor farkında olmadan. Ben alıyor perspektifi, atıyor kutuya. Tarih öğretmeni geliyor, sıraların üzerine saçtıklarını işaret edip “bu kendinizi büyük, sizden olmayanları ise küçük ve hakir görmeniz için” diyor. Kimileri alıyor, kimilerinin ise önceki perspektifleri ayıklıyor bu mizanseni pencereden girenler arasından. Ben_in başka bir işi olmadığı için zamanla perspektiflerinin üstadı oluyor. Perspektiflerin çeşitli kombinasyonları ile daha da basitleştiriyor pencereden görünenleri. Bu analoji mukabilinde “_bir de bununla bak Eel Pond’a güvenlikçi amca, beğenirsen sende kalabilir” demek de mümkün olabilirdi belki, ama zamanla odanın duvarları kalınlaşıyor, kutuların içeriği sabitlenmeye başlıyor. Kutuyu yerle yeksan edip sıfırdan başlamak da mümkün beki, fakat ben tembel, ve kendi haline bırakıldığında yola küçük rötuşlar ile devam etmeyi yeğliyor (mesela gün geliyor, tutup tarih öğretmeninden miras perspektifin isim boşluğundaki Kürt’ün yanına bir virgül koyup Ermeni ekliyor).
Kimse açık açık kabul etmese de hayat aslında çok zor ve çok karışık, üstüne “al bir de bununla bak” denebilecek yaşlar da her ne hikmetse çok çabuk bitiyor. Sonra birisi kupkuru bir manzarada huzur bulurken, diğeri onu neredeyse kendisine bir hakaret olarak addediyor. Fakat kişi bu deneyimlerin tarihçesini çözmek için varoluşunun özü olan _ben_den soyutlanıp yıllar boyu bir araya koyduğu perspektiflere göz gezdirmeye bir türlü güç bulamıyor. Çünkü hayat hiç de kolay değil, ve her birimizi her gün onlarca “mevzu” ile karşılıyor. İnsanın işi çok zor.
Kurt Vonnegut “her birimiz sürekli uçurumlardan atlayıp olmayan kanatlarımıza düşerken sahip olmaya çalışıyoruz” demiş bir keresinde. Yeterince soyutlayınca kızıp darılacak bir kimse de bulamıyor insan.
Dünyayı ele geçirdiğim zaman görev vereceğim kurumlardan birisi doğum günü gelen her vatandaşa şöyle bir mektup gönderecek (yeni düzende herkesin adı Pelin olacak, dolayısıyla dilerseniz üzerinize alınabilirsiniz):
Sevgili Pelin,
Eğer dayanamasaydınız kimsenin sizi suçlamaya hakkı olmazdı, fakat tüm ihtimalleri utandırıp bir yılı daha çok güzel yaşadınız. Lütfen kendinizi geçen bir yıl boyunca yaptığınıza inandığınız hataların utançlarından azad edin, ve kendinizi samimiyetle affedin. Geriye kalan her tür kızgınlık ve dargınlıklarınızı bize yöneltebilirsiniz. her şey bizim suçumuzdu, ve her şey için özür dileriz.
Her koşulda sevgiler,
Pelin.
Herkesin ihtiyacı olan bu kadar basit bir hizmetin bile benim dünyayı ele geçirmeme kalmış olması utanç verici tabi. Ama biraz daha sabır.