Evet. Doğru okudunuz. Ben bu soysuz ateş karıncasılarına laflar hazırladım. Özünde bu yazı ne tartışmaya değer düşünceler ne de bakmaya değer fotoğraflar içeriyor. Bu yazıyı artık burama gelmiş ve içime dert olan bu mevzudan bahsedip, müflis ateş karıncalarına olan nefretimi kusmak için yazıyorum. Vaktinizi harcayacak daha iyi şeyleriniz olduğuna eminim, yol yakınken dönün, kendinizi kurtarın.

Kalan sağlar ise benim şahidim olsun.

Konu ile zerre kadar ilgisi olmayan not: Sevgili Google’da “zincirli kafasının yanan ateşli fotorafı” arayarak bu yazıya ulaşan arkadaşım, senin aradığın şey bu yazıda yok. Fakat aradığın şey aslında Ghost Rider olabilir, onun için de buraya bakacaksın. Saygılar.

Efendim. Bendeniz bu lanet yaratıkların varlığını sadece bilim dergilerinden filan bilirdim; ta ki 8-9 ay öncesinde o uğursuz Pazar gününde kendileri ile bizzat tanışana kadar. Bu tanışma macerasına hemen döneceğim, fakat önce dünkü karşılaşmamızda bunlardan minicik bir tanesinin kolumu ne hale soktuğunu görmenizi ve yazının kalanını ona göre okumanızı istiyorum (aşağıdaki kızarıklık ve şişkinlik ne kadar belli oluyor bilemiyorum, ama nasıl kaşındığını, kaşıyınca ne kadar acıdığını anlatmam mümkün değil):

Aslında ateş karıncası denen bu terbiyesiz mahlûkatlar Arjantin ve Brezilya orijinli (yani yarın bir gün bunlar yüzünden ölecek olursam Hürriyet/Milliyet gibi gazetelerin yaratıcı metin yazarları “Sambacı karıncalar can aldı” türünden bir başlık atabilirler). Her ne kadar Güney Amerika kökenli olsalar da Avrupa’nın bir kısmı ve Kuzey Amerika’yı da istila etmeye başlamış durumdalar artık. Çok saldırgan bir tabiata sahip olan bu mendebur ateş karıncaları diğer karınca türlerini gördükleri yerde haşamat edip yuvalarını tarumar ederek yayılıyorlarmış (hatta istila ettikleri yuvalarda bazı karıncalar diğer karıncaları sistematik şekilde öldürürken, bir diğer grup da yuvadan yiyecek ve larva çalmak ile yükümlü oluyormuş filan (Osmanlı ordusu gibi düzenli, Timur’un ordusu gibi acımasızlar anlayacağınız)). Geçtiğimiz süreçte haklarında öğrendiğim birkaç ufak tefek bilgiyi paylaşmak isterim:

  • Ateş karıncaları 1918 yılında yanlışlıkla bir gemi ile Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya taşınmışlar (bu da Güney Amerika’dan gelen bir yük gemisinin ağırlık olarak kullandığı toprak yığınını Alabama’da bir limana boşaltması ile gerçekleşmiş). O zamandan beri Kuzey Amerika’da doğal bir düşmanları olmadığı için muazzam bir hızla ürüyor ve istila ediyorlarmış.
  • Kendileri çok enteresan şekilde elektrik akımına karşı bir ilgi duyuyorlar ve sürekli toprak altından geçen elektrik kablolarını, alet ve makinelerin oralarını buralarını kemiriyor, olmadık kısa devrelere sebep oluyorlarmış (sadece Teksas’ta sebep oldukları zarar yılda bir milyar dolar civarındaymış (beni de 7 dolar zarara soktular, gittim ilaç aldım bunlar yüzünden)).
  • Ortamda doğal düşmanları olmadığı gibi son derece saldırgan ve yayılmacı da olduklarından bulundukları yerdeki ekolojik dengeyi bozuyorlarmış (Kuzey Amerika’nın Güney kesimindeki doğal karınca türlerinin %70’inin, doğal böcek türlerinin ise %40’ının hakkından gelmişler (gelmişlerdir vallahi, utanmasalar benim de hakkımdan geleceklerdi)).
  • Sadece ABD’de her yıl 25.000 kişinin hastanelere gitmesine neden oluyorlarmış.
  • Ateş karıncalarının üstesinden gelmek için bilinen neredeyse tüm ilaçlar ve haşere zehirleri kullanılmış. Hiçbirisi bir işe yaramamış (şu andaki ilaç çözümleri de çok çok etkin değilmiş).
  • Buradaki videoda su baskınlarından kurtulmak için nasıl suyun üzerinde yüzen botlara dönüştüklerini görebilirsiniz, bu kadar da delirmiş tipler, oraları su basmış, efendi gibi oturayım öleyim demek yok (aslında bu “süperorganizma” davranışı sadece ateş karıncalarına özgü değil; neredeyse tüm karınca türlerinde bireyler çeşitli altruistik davranışlar sergiliyor bildiğim kadarı ile, itiraf ediyorum, video güzeldi o yüzden bağlantı veresim geldi).

***

Şimdi sıra bu iffetsiz ateş karıncası hayvanı ile nasıl karşılaştığımı anlatayım. Anlatayım da tarih yazsın bunları.

Bundan neredeyse bir yıl kadar önce New Orleans’taki City Park’a gittim (City Park, isminden de tahmin edebileceğiniz ağaçlı-mağaçlı leziz bir yer (ben diyeyim Ankara Kuğulu Park, siz deyin İzmir Fuar)). Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra arka koltuktan fotoğraf makinemi filan alıyordum ki bacağımda bir şeyler hissettim. Bir baktım bastığım yerin bir metre kadar ilerisindeki son derece sıradan görünen bir karınca yuvası bana savaş ilan etmiş, öncü birliklerden 8-9 tane karınca da üstüme tırmanmış ısırmaya çalışıyor. Bir de o kadar komikler ki, spor ayakkabıyı ve çorabı hızla geçip deriye denk geldikleri ilk yerde ısırmaya çalışıyorlar. Öyle çorabı ısırmaya çalışmakla filan vakit kaybetmek yok.

Daha önce de karınca yuvasının üzerine -çok afedersiniz- oturup orada dakikalarca ortalığı seyretmiş bir insan olduğum için karınca ısırığının bana pek bir şey yapmadığı konusunda bir inanç hasıl olmuş bana. Bu yüzden başta ısırıklara çok sert müdahale etmedim (bizim Türk polisi gibi copla girişmek yerine muasır medeniyet polisi gibi diyalog yoluna gideyim dedim önce). Fakat bunların alçak ateş karıncası olduğunu, memleketimin kurban olduğum  karıncasından olmadığını bilmiyordum tabi. Ben halâ ziyadesiyle naif bir şekilde “dur öldürmeyeyim, ısırır ısırır giderler” filan diyorum, onlar ise bu sırada hababam ısırıyorlar (meğer adamlar kamikaze imiş, dönmeye değil, eş-dost ile filan vedalaşıp bildiğin ölmeye gelmişler).

Bir süre sonra baktım olmuyor -bir yandan da ciddi şekilde acıyor- elimle bacağımdan uzaklaştırmaya çalışmaya başladım bu haysiyetsizleri. O esnada o güzelim Pazar günü gezmesi birden B sınıfı bir korku filmine dönüştü. Zira elimle vurduğum karıncanın kafası kopuyor, kopan kafa bacağıma asılı filan kalıyordu (bu nasıl bir nefret, nasıl bir azimdi, sanki “ateş karıncası” değil “Ulubatlı ateş Hasan karıncaları” idiler, bacağıma bayrak dikmiş, bırakmıyorlardı (bu arada daha sonra öğrendim ki bu arkadaşların poposunda bir iğne varmış, ısırmak sadece hasımlarına kuvvetlice tutunmak amacı ile yaptıkları bir şey imiş (ısırıyorlar, sonra da var güçleri ile iğneyi batırıyorlar, sonra da zehri pompalamaya başlıyorlar))).

Neyse. Tek tek elimle temizledim bu kafaları, baktım yaklaşık 6-7 ısırık var küçük bir bölgede. “Hadi” dedim, “sizi affediyorum“. Yoksa arabayla üç beş tur yuvalarının üzerinden geçip, pati-mati, spin-mpin -artık o noktada araba neye müsaade ediyorsa- döktürecektim. Büyüklük bende kaldı. Fazla da kalamadı ama. Çünkü eve gelene kadar bir şişti o bacak, bir kaşınmaya başladı, bir su topladı anlatamam. Gittim Google’a, “karınca ısırığı“, “çok acayip oldu bu dostum bildiğin gibi değil” filan türünden üzerinde uzun uzun düşünülmüş arama kriterleri yazarak ısırıkların neye benzediğini görmek için aramaya başladım. Hiç hoş şeyler çıkmadı karşıma:

http://images.google.com/images?q=fire+ant+bite

Ertesi gün ilacını buldum aldım. Ama ben bir meren kişisi olduğum için ve her türlü saçmalık beni bulmalı olduğu için ve aksi bir durumda yavru kediler filan öleceği için ilaç da hiçbir işe yaramadı. Olayın üzerinden iki ay geçtiğinde dahi ısırılan yerler halâ kaşınıyor, kaşıyınca da hemen kanamaya başlıyordu. 2 ay. İnsaf. İnsanım ben…

Hayır, yuvanın üstüne bassam tamam, sadece yaklaştım diye oldu bunlar, amma kıymetli yuvanız varmış be” diye düşünürken öğrendim ki kifayetsiz ateş karıncalarının saldırılarının ardındaki motivasyon  yuvayı koruma güdüsünden ziyade bir nevi “amanın, yuvanın yanına yiyecek gelmiş, bunu devirirsek buradan içeri taşıması da kolay olur ki” yaklaşımı imiş. Kaç gece kaşıntıdan uyuyamayıp, kaç sefer “sabah o yuvaya gidip üstlerine beton dökeceğim” diye yemin ettim, kaç sabah vazgeçip “çocukla çocuk olma merenbeyciğim” diyerek kendimi yatıştırdım bilemiyorum.

6 ay sonra filan yaraların kaşıntısı geçmiş, geriye ise hayatımın sonuna kadar bir yere gitmeyeceğini anladığım, karşıdan bakınca Eyjafjallajoküll’ün yukarıdan görünüşü gibi görünen izler kalmıştı.

Peki. Gelelim düne.

Dün okula bisikletle gitmeye karar verdim (okul her gün gittiğim hastanedeki laboratuvarım gibi yakın değil, neredeyse 20 kilometrelik bir mesafede (ilk kez gidecek olduğum için ayrı bir heyecan var bende)). Gidiş yolunun onuncu kilometresini geride bırakmış sakin sakin bisikletimi sürerken, okumuş olanlarınızın Otostopçunun Galaksi Rehberi’nden hatırlayabileceği Sonsuz Olasılıksızlık Motoru beni ne zamandır boş bıraktığını hatırlayıp “hmm, tam şu anda olsa olsa bisikletin zinciri kopmaz bence” ihtimalsizliğine kanaât getirmiş olacak ki güçteki bu dengesizlik bisikletimin zincirinin çotanak diye ikiye ayrılmasına sebep olan yanlış yönde bir kuantum sıçramaya vesile oldu (bisikletle ilgili serzenişlerimi abartılı bulanların artık bana hak vermesi için daha ne gerekiyor bilemiyorum). Neyse. Bisikleti ve kendimi yoldan toplayarak yan taraftaki çimenlerin üzerine bıraktım. Tam Duygu’ya telefonda başımdan gelenleri anlatıp gelip beni araba ile almasını rica etmeye hazırlanıyordum ki bir de ne göreyim, kolumda cibilliyetsiz bir ateş karıncası, gene tutunmuş çenesi ile koluma bildiğin saydırıyor…

Daha akşam bile olmadan kolum aylar önce bacağımın ısırıklardan sonraki görüntüsüne bürünmüştü. Fakat makus kaderim fazla mesai yapıyordu ve beni bu kadarı ile bırakmaya niyetli görünmüyordu. Çünkü işte bu işler böyleydi.

(alkışları ve tezahüratları güçlükle yatıştıran spiker kolunu epey tedirgin görünen yarışmacının omuzuna yalancı bir samimiyet ile koyarak sorar) Sevgili Merenbey, kolunuzun hali ortada :)
– Evet efendim. Dostlar sağ olsun (seyirciler arasında gülüşmeler, diğer seyircilerden gülenlere ‘şşş’ tepkileri)
– Peki. Şimdi çok önemli bir soru geliyor Merenbey, hazır mısınız?
– Bilemedim ki. Kesin konuşmayı da hiç sevmem aslında, ne zaman kesin bir şey söylesem döner dolaşır … (göz ucu ile seyircilere döner, seyirciler fırsat bu fırsat diyerek “HAA-ZIR, HAA-ZIR” diye bağırmaya ve alkış tutmaya başlarlar, yıllar boyu takıştığı toplum ile yaşanan bu sıcak gelişmenin verdiği rehavet ile Merenbey patlatır cevabı) Ne olacaksa olsun, hazırım efendim! :) (alkışlar, kamera atik bir hareket ile kafasını sallayarak Merenbeyi onaylayan yaşlı teyzelere zoom yapar (teyzelerin arkasında oturan gencin kendisini monitörden kontrol ederek kare içerisine yerleştirmeye çalışma çabaları dikkatli izleyicilerin gözünden kaçmaz))
– Peki, madem hazırsınız sorumuz geliyor, lütfen dikkatle dinleyin: “Kolunuzun deli gibi su toplamış olmasının, cayır cayır yanıyor olmasının, deli gibi kaşınmasının ve kaşımaya kalkınca yaralı bir hayvan gibi acımasının yanında bir de ne olsa beğenirdiniz?
(hangi kameraya bakacağını şaşırmış olan Merenbey daha sonradan izlediğinde “amma da saçmalamışım” diyerek kendisine kızacağı bir tutukluk ile yanıt vermeye çalışır) Hehehe yav ben şimdi aslında bilemedim ki .. ne olsa beğenirim yani (yeniden seyircilere döner, az önceki destekten eser yoktur) … hmm .. vallahi bilemedim :) Çok da heyecanlı oldu bu ne olsa beğeniyim :) Sürpriz mi? Çok mu güzel? :)
(spiker yılların şempanzelik deneyiminin getirdiği rahatlık ve akıcı Türkçesi ile lafa girer) O aylar önce karıncalar tarafından ısırılan ve daha yeni geçmiş olan ısırıklar vardı ya :)
– Eee? :) (salon bu anda mutlak bir sessizliğe gömülmüştür)
– Bu ısırıktan sonra, (o sırada seyircilere dönerek ve avazı çıktığı kadar bağırarak) ESKİ ISIRIKLARIN DA YENİDEN ŞİŞMİŞ VE KAŞINMAYA BAŞLAMIŞ OLDUĞUNU SÖYLESEK NE HİSSEDERDİNİZ??? :) (jenerik müziği girer, seyirciler arasında bir kıyamet, bir tezahürat, yarışma salonu yıkılıyor, millet gülmekten yerlerde sürünüyor (tüm bu muazzamlığa rağmen diğer yarışmacıların arka taraftaki stantlarında efendi bir şekilde alkışladıkları ve sakin tebessümlerini profesyonel bir şekilde korudukları görülüyor)).
– NEA??!!! AMA!!! :((( FFFFFFFFUUUUUUUU!!1 (stüdyodaki duygu selinin arasında Merenbeyin hüzün dolu serzenişleri pek duyulmaz, duyulduğu kadarı da birlik ve beraberlik havasını bozmaya yetmez; kutlamalar ve kaşıntılar geç saatlere kadar devam eder).

Evet. Douglas Adams’a bu sürpriz için de ayrıca teşekkür ediyorum.

Son olarak buradan o haysiyetsiz ateş karıncasına seslenmek istiyorum: Doğa sana PI3-K sinyal patikasını inhibe eden, sitotoksik, hemolitik ve hatta nekrotik özellik gösteren lanet olası bir zehri üretmen için gereken genetik kodu yanlışlıkla hediye etmiş olabilir. Fakat bu sana küçük hayvanları öldürmekte kullandığın bu kimyasal bileşeni -çok afedersin- kıçından çıkan bir iğne ile benim masum koluma zerk etme hakkı vermemeli :( Aptal geri zekâlı :( Soyoluş ağacında senin olduğun yerden benim olduğum yere gelmek için kaç vesait değiştirmek gerektiğini biliyor musun sen? :(