Üç hafta önce Montana’nın Bozeman şehrine gitmiştim. Sebep Montana Eyalet Üniversitesi’nde gerçekleşecek küçük bir topalntıya katılmak idi. Toplantı sonrasında hemen geri dönmek yerine Bozeman çevresinde ve Yellowstone Ulusal Parkı’nda birkaç gün geçirdik. Daha dönüş yolunda Montana’yı özlemeye başlamıştım.

Nitekim Montana benim çocukluk günlerimden beri özlemi ile yaşadığım Artvin gibi dağlara, derelere, ormanlara, vahşi yaşama ev sahipliği yapan, tatlı insanlarla dolu bir eyaletimiz idi.

Döndüğümden beri hem neresinden başlayacağımı bilemediğim için hem de çok yoğun olduğum için bir türlü Montana gezisi hakkında yazamadım. Bu geceyi bekliyormuş.

Ayrıca bu yazı son zamanlarda epey sıklaşan “meren kardeşimiz artık özet geçsin” serzenişlerine istinaden bol fotoğraflı, az yazılı, kısa cümleli filan formatında olsun. Sonradan gelen ekleme: Elimden geleni yaptım, iyi de başlamıştım aslında ama bu kadar oldu :(

***

Aşağıdaki fotoğrafı yolculuğun ortalarında çekmiştim. Tam da “galiba Montana’da kendimi kaybetmek üzereyim” derken karşıma çıkmış olması çok manidar idi. Montana müthiş bir eyalet. Haritadaki yeri de şurada.

Uçaktan indiğimiz gibi Montana Eyalet Üniversitesi’ne gittik. Aşağıdaki fotoğrafta üniversite kampüsünde yürüyoruz. Sağdan yürüyen kişi Mike, kendisi bir mikrobiyoekolog (mikrobiyal topluluk ekolojisi üzerine çalışan bir biyolog), soldaki de Chris, bilgisayar bilimleri profesörü, epey yetenekli ve kafalı bir istatistiksel analiz ve biyoenformatik insanı (ikisi ile de yürüttüğüm projeler olsa da Mike ile çok daha fazla vakit geçiriyorum). Gitmekte olduğumuz yer ise Mike’ın eski profesörünün ofisi (teorik olarak benim de akademik büyükbabam sayılıyor kendisi).

Yaklaşık 6 saat süren toplantının yarısı üzerinde çalıştığım projenin sonuçlarını göstermek, diğer yarısı ise metagenomics / metatranscriptomics / metaproteomics gibi -hakkında konuşmak için can attığım fakat bir türlü fotoğraf bağlamına oturtamadığım için bu günlükte ele almak istemediğim- konularda ne tür ortak projelere girişebileceğimizi tartışmak amaçlı idi. Bu küçük gruptan karşıda oturan iki kişi kendi alanlarında çok çok kallavi isimler olduklarından toplantı özellikle benim için epey eğitici oldu (aşağıda sunumunu Mac bir bilgisayarda yaptığı için çok sinirli olan ben kişisini net alan derinliğinin dışında görüyorsunuz (hemen önümde de küçük bir hack ile kalemini yanında taşıyan Moleskine defterimi havada asılı şekilde dururken görebilirsiniz)).

Toplantı bittiğinde aslında Montana’daki işimiz de bitmişti. Hemen New Orleans’a dönüp çalışmaya devam edebilirdik. Fakat Montana’ya kadar gitmişken öyle hemen dönmek olmazdı.

Hedefimiz Yellowstone Ulusal Parkı’na gitmek, Bozeman şehrinin içini ve dışını gezmek idi. Zaten Mike doktorasını ve doktora sonrası çalışmalarını Yellowstone Parkı’ndaki mikrop katmanları üzerinde yaptığı için bu bölgeyi avucunun içi gibi biliyordu (onun Yellowstone’daki araştırma sahasının fotoğraflarını çektim, belki o fotoğrafları mikrobiyoloji konusunda yazmak için kullanırım diyerek bu yazıda yer vermeyeyim dedim (kazık kadar adam oldum, çakallıktan vazgeçmiyorum (neyse))).

Toplantıdan sonra herkes aç olduğu için önce bir lokantaya gidildi. Bira olayını kavradığımdan beri (şurada biraz ele almıştım) her gittiğim yerde yerel biraların tadına bakıyorum (bünyem günde bir biradan fazlasını kaldırmadığından her gün sadece bir bira deneyebiliyorum). Montana da çok değişik biralar ile dolu bir memleket. İsimler filan da çok acayip burada. Aşağıdakinin ismi “Dans Eden Alabalık” mesela  (bunu seçtiğim menüde “Alabalık Katili” ve “Şişko Lastik” isimli biralar da vardı). Şişenin üzerinde de kocaman bir alabalık ile dans eden bir balıkçı var (“bundan süper Brockfish Mountain filmi çıkar hacı“). Dans Eden Alabalık kesinlikle dünyanın en güzel birası değildi. O sırada bilmediğim şey ise dünyanın en güzel birası ile tanışmama sadece birkaç gün kalmış olduğu idi! (O bira ve ismi … az sonra!).

İlk gece Mike’ın bir arkadaşı olan Clara’nın evine gittik. Ertesi sabah Yellowstone Parkı’na doğru harekete geçmeden Clara ile evinin bahçesine uzun uzun sohbe etme şansım oldu. Yaşını başını almış insanlarla sohbet etmeyi oldum olası zaten çok sevmişimdir ama Clara da ekstra süper bir insan ve üstüne sağlam bir fotoğraf sever çıktı. Bir ara “ver bakayım şu makineni” dedi. Verdim. Çat diye çektiği fotoğrafa bir bakın, şimdi bu tatlı bir insan değilse nedir:

Bozeman ile Yellowstone dolaylarında durduğumuz her bar, her lokanta son derece otantik ve sıra dışıydı. Ayrıca her biri ayı, kurt, vaşak postları, duvarlara monte edilmiş bizon, kanada geyiği, elk, antilop kafaları ile dolu idi. Normalde çok rahatsız olacağımı tahmin ettiğim bu durum bölgeyi tanıdıkça benim için normal ve rahatsız edici olmayan bir hâl aldı. Özet geçen Meren kipini aktifleştirdiğim için ayrıntıya giremiyorum.

Mike’ın köpeği ile beraber kafile toplam 5 kişi idi. Aşağıdaki fotoğrafta sağlı sollu ormanlar, vadinin arasından geçmekte olan dere ile beraber normalde köpeğin yolculuk etmesi için hazırlanmış bölgeye konuşlanmış olan bir Meren kişisini görebilirsiniz.

Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz köpek kardeşimizin adı Jake. Kendisi en arkadaki bölmede seyahat etmek yerine sürekli arka koltuğa zıplayıp durdu. En sonunda “müsaade edin ben orada gideyim, zaten hem daha rahat hem daha manzaralı” diyerek herkesi ikna ettim ve arkaya geçtim. Fakat Jake bu mevzuyu çok enteresan bir şekilde benden üstün olduğu şeklinde yordu (Jake’e göre ben köpek kompartımanında seyahat ediyordum, kendisi ise insan koltuğunda). Daha önce oramı buramı yalayan, beni görünce ikiyüz metre öteden koşmaya başlayan Jake bu koltuk mevzusunu bir üstünlük meselesi haline getirip bana yol boyunca alfa erkeklik taslamasın mı. Bir kez olsun yüzüme bakmadı geri kalan günler boyunca. Aşağıdaki fotoğraftak mevzuyu özetliyor (alışkın olmadıkları için saygı görünce burnu büyüklük yapan insanların motivasyonunun ne kadar omurilikten geldiğini görün, onlara kızmak yerine şefkat göstermek doğal ve normal olan değilse nedir şimdi):

Aşağıdaki fotoğraf Yellowstone Ulusal Parkı’na Montana içinde kalan Kuzey girişinden giren ve benim gibi büyülendikten sonra çıkan herkes için gelsin.

Yellowstone gerçekten inanılmaz bir yer (Konya’nın 1.5 katı büyüklüğünde bir alana yayılmış koruma altındaki bir doğal park). Dünya üzerinde bu kadar jeolojik ve doğal muhteşemliği bu kadar küçük bir alana sığdıran başka bir yer var mı bilemiyorum. Parkta bir vadi içinde Pamukkale’deki travertenlerin aynılarına, bir vadi içerisinde fokur fokur kaynayan çamurlara, bir diğer vadide gayzerlere, bir diğerinde pH 0.02 gücünde asit göllerine, bir diğerinde 20 santimetre kalınlığında mikrop halılarına, bir diğerinde özgürce dolaşan bizon sürülerine rastlıyorsunuz. Size Yellowstone’u ayrıntıları ile anlatmam mümkün değil. Fakat ilginizi çekiyorsa bu muazzam bölge hakkında okumanızı, meşhur Yellowstone fotoğraflarına bir bakmanızı tavsiye edebilirim.

Mike için Yellowstone’un yeri ayrı. Resmen platonik bir aşk ilişkisi var park ile arasında. Parka girer girmez bambaşka bir insana dönüştü.

Yellowstone’dan fazla fotoğraf koymaya niyetim yoktu ama sırf Arpat’ı kıskandırmak için iki adet panorama koymaya karar verdim. Aşağıdaki fotoğraftaki gölün kenarına gittiğimizde zemin bir trampolin gibi zıplıyordu. Bu yolculuk boyunca jeoloji konusundaki cehaletim beni çok üzdü. Bu arada geçenlerde Evli Adamfotoğrafları daha büyük koysan da detayları görebilsek” diye sitem etmişti, onun hatırına bu yazıdaki panoramaların büyüklerini de sunucuya koydum. Aşağıdaki fotoğrafın büyük hali doya doya izlemeniz için şurada.

Parkta vahşi yaşam ile karşılaşmadan iki adım atamıyorsunuz. Bu arada yanımda sadece 20mm f/2.8 lensim vardı. Eğer güzelinden bir tele lensim olsa idi “aşağıdaki fotoğrafta gizlenmiş olan elkleri görebiliyor musunuz çocuklar?” temalı bir kitap için çekilmiş gibi duran fotoğraflara bakıyor olmazdınız tabi.

Bu panorama Yellowstone’un büyük kanyonunu ve o kanyonun içine dökülen ve Yellowstone Nehri’ni oluşturan 100 metrelik meşhur şelaleyi görüyorsunuz. Bu fotoğrafın kocaman hali de burada.

Her akşam kamp yaptık. Aşağıdaki fotoğraf Mike ile Marybeth’i 40-45 saniye boyunca hiç hareket etmemeye ikna ettikten sonra çektiğim uzun pozlamalı fotoğraflardan birisi. Jake’in beni nasıl da dinlemediğine ve inadına kıpırdayıp durduğuna dikkatinizi çekerim. Ayrıca sol tarafta görünenler Ay’ın beyaza boyadığı gökyüzünde küçük bir karanlık bölge bulup kendisini gösteren Kuzey Işıkları değilse nedir, bilemiyorum. Döndüğümde fotoğraflara bakarken görüp çok şaşırdım.

Yellowstone’un sabahları ne kadar soğuk olduğunu anlatmam mümkün değil (Ağustos’un ortasında üç kat giysinin içerisinde bildiğin titriyordum burada, uyku tulumunun dışına çıkmak 10 dakikalık psikolojik hazırlık gerektirmişti). Ağustos’ta böyle ise Mart’ta nasıldır bilmek istiyor muyum emin değilim aslında. Fakat aşkın gözü kör. Hakkında kulağıma çalınan onca kötü yoruma rağmen (tozlu, insanları kaskafa ve soğuk, herkes cahil, nüfus yoğunluğu çok az, dağ-taş, yapacak hiçbir şey yok, havası kuru, kışları sert, vesaire), Montana en sevdiğimler listesinin üstlerinde kendisine bir yer buldu (eh, hiçbir konuda ortak payda bulamadığım toplum ile Montana konusunda aynı fikirde olmam olsa olsa şaşırtıcı olurdu herhalde (ikioktaüstüsteaçparantez)).

Yellowstone’da birkaç gün geçirdikten sonra Bozeman’a geri döndük. Bu sayede ben de Bozeman’ın ne kadar muazzam bir yer olduğunu anlama şansı yakaladım.

Kışları inanılmaz derecede soğuk olmasına, yazların kısacık olmasına ve soğuktan nefret eden bir insan olmama rağmen doktora sonrası araştırmalarım için Montana Eyalet Üniversitesi’ne gitme ihtimalimi yabana atmamaya karar verdim (tabi zaman ne getirir bilinmez).

Aşağıdaki fotoğrafta solda görünen tatlı araba tatlı Clara insanına ait, beni birkaç saniye önce şehrin içindeki patikalardan birisinin başına bırakmıştı kendisi (şehir merkezine gidecektim, bunun için otobüse binmek ya da araba ile gitmek yerine doğanın içinden küçük bir yolculuk yapabimek lüksünü değerlendireyim dedim). Bozeman’ın her yeri patikalar ile dolu. Dilerseniz bu patikalardan yürümeye başlayıp ulusal ormanlara, -bu fotoğrafta görünmeseler de- neredeyse her an ufukta görünen dağların doruklarına kadar yürüyebiliyorsunuz. Patikalar evlerin yanından, ana caddelerden filan başlayıp birleşip doğanın kucağına atıyor sizi. Böyle bir şey olabilir mi. Louisiana eyaletinin bataklıklar ile çevrili düz ovalarını sevmeyi her ne kadar öğrenmiş olsam da ben en nihayetinde bir dağ insanıyım. Montana’da iken dağları ne kadar özlediğimi ve onlarsız yaşayamayacağımı bir kez daha anladım.

Bu arada aynen Türkiye’de olduğu gibi Montana’da da tabelalara ateş etmek bir ata sporu. Mike beni Bozeman yakınlarında orman gezmeleri yaparken denk geldiğim bu tabelanın fotoğrafını çekerken görünce “sen bir de ‘geyik çıkabilir’ tabelalarını görsen” dedi. Raslamadık hiç, ama kafanızda canlandığına eminim.

***

Evet. Yazının başlarında keşfettiğimi söylediğim dünyanın en güzel birası ile tanışma vaktiniz geldi çattı. İşte biraların kainat güzeli:

Moose Drool

Moose Drool (“Mus Salyası” anlamına geliyor ve Mus Türkçe’de Kanada Geyiği olarak da biliniyor), Montana’nın Missoula isimli şehrindeki nispeten küçük bir bira maya atölyesinden çıkma yerel bir bira (“bu kadar korkunç isimli bir bira eğer güzel olmasa idi karşıma çıkacak kadar yaygınlaşamazdı herhalde” diyerek denemeye karar vermiştim). Bu bira hardal otu, çikolata, karamel, arpa maltı, Willamette, Liberty, Golding şerbetçiotları gibi karmaşık tatlar içeren bir mayaya sahip kahverengi ale türü bir bira. Tadı insanı çileden çıkarıyor. Hasbelkader yolunuz o taraflara düşerse denemeyi ihmal etmeyin (biliyorum böyle söyleyince komik oluyor ama bir keresinde bu günlükteki bir yazıdayolunuz Granada’ya düşerse Horro de Paquito isimli sokak kahvesine gitmeyi ihmal etmeyin” demiştim, daha sonra gidip de çok beğenen iki ayrı kişiden “gittik ve gerçekten çok beğendik, kthxbye” temalı mesajlar almıştım, bu işler belli hiç belli olmuyor). Moose Drool’un Montana dışında satılmadığını öğrendiğimde yıkıldım, sırf bu bira bile orada yaşamak için yeterli sebep olabilir :(

Beni “daha bir yıl önce ultra hafif biralar içip millete ‘o acı acı biraları içiyorsunuz ya .. aptalsınız olm siz’ filan diyordun, ne zaman bira eksperi kesildin başımıza be” diye azarlama hakkı olan dostlarım var. Onların önünde boynum kıldan ince. Muratçığım Gündüz, saygılar.

Bu arada Montana seyahati ile ilgili bahsetmeye değer onlarca hikayeden bu günlük yazısında yer vermek istediğim sonuncu hadise şöyle:

Bozeman’da bir bara gittiğimizde duvarları kaplayan ehliyetleri görüp şaşırdım. Aşağıda gördüklerinizin hepsi ehliyet, ve belki de bardaki tüm ehliyet koleksiyonunun yedide biri. Gidip tek tek insanların yüzlerine bakmak, nereden olduklarını okumak (her ehliyetin üzerinde o ehliyetin verildiği eyalet bilgisi yer alıyor), bu insanların ehliyetlerini buraya bırakacak kadar sarhoş olduklarını ya da bir eşkilde barda unutmuş olabileceklerini filan hayal edip kikirdemek filan çok zevkli idi.

Onca ehliyetin arasında tanıdık bir şey hemen dikkatimi çekti :)

Buradan Onur Özay isimli kardeşime seslenmek istiyorum. Eğer kendisini tanıyan varsa lütfen iletsin: “Onurcuğum, nüfus cüzdanını Bozeman Main Street üzerindeki Kristal Bar’da unutmuşsun (hehe), bardakilere 3.5 dolar bıraktım, ‘şuradaki kimliğin sahibi geldiğinde ona benden bir Moose Drool içirin lütfen’ dedim, ‘tamam’ dediler. Haberin olsun“.