Patlıcan, Asparagus ve Bira
Dün Duygu ile markete gittik alışveriş yapmak için. Benim için sıra dışı sayılabilecek bir deneyim markete gitmek. Yaşlandıkça daha da acayip hale geliyor.. Geçen yıllar içerisinde insanın önünde oyalandığı reyonların, ilgisini cezbeden ürünlerin değişimini izlemesi çok değişik bir şey bence.
Yemek yeme hadisesi, evrim basamaklarında eriştiğimiz nokta itibarı ile bize dayatılan birkaç emrivakiden birisi. Beslenmek gerçekten çok çetrefilli bir süreç, düşünecek olursanız neredeyse işimiz-gücümüz beslenmek. Bir sincap gibi. “Bu evrende bizi çürütmeye çalışan entropiye karşı savaş veriyoruz dostum, besleneceğiz tabi!” demek çok karizmatik bir şeymiş gibi duyulsa da kimse bu savaşın bir parçası olan pişirmek, sindirmek ve bulaşık yıkamak gibi adımlardan bahsetmiyor. Her Türk’ün asker doğuyor olması fakat askerlik yaparken aslında kimsenin gerçekten eğlenmiyor olması gibi. Çok garip.
Nasıl ki evrimin bizi getirdiği nokta beslenmeyi mecburi hale getirmiş ise modern hayat da beslenmek için gereken materyalleri temin etmek için markete gitmeyi mecburi hale getirmiş durumda. Modern hayat sizi bu noktaya getirmeseydi de bulaşık yıkamaktan aciz zatı-ı alîleriniz mi ekip biçeydi peki merenbey?. Bilemiyorum. Ortaya bir alternatif koyacak kadar geniş vizyonlu bir kişi olmasam dahi bu vaziyetten hoşnut olmadığımı ifade etmek isterim. Markete meraktan gittiğim yılları hatırlıyorum ben, şimdi bir kaç küçük ayrıntı dışında pek tadı tuzu kalmadı (market ziyaretlerini enteresan hale getiren ayrıntılardan birisi zaten bu yazının giriş cümlesi, diğeri ise market arabalarının üzerine çıkıp onlara kay-kay muamelesi yapmak, arka tekerlekleri frenleyerek köşeleri dönmeye çalışmak: ama bu da ustalaştıktan sonra keyfi kalmayan şeylerden birisi (sanki ustalaştıktan sonra keyif almaya devam ettiğimiz bir uğraş varmış gibi oldu son söylediğim)).
Dediğim gibi. Markete gidiş ve alışveriş yapış deneyiminin tamamı o kadar da kötü bir şey değil. Örneğin, bir değişimi kolay bir şekilde gözleyebilmek için bir şeylerin sabit olması gerekir, böylece sabit olanı referans alır kıyas ederiz. Marketlerin genel yapısı ve içlerindeki ürün grupları pek fazla değişmediği için marketler, kişinin beslenme alışkanlıkları ve eğilimlerin zaman içerisindeki değişimini gözlemesi için enteresan yerler. En basitinden küçükken Kinder sürpriz yumurtaların, jelibonların bulunduğu reyonlar önünde dakikalar harcardım. Eğer istersem annemden azar işitirdim ama izlemesi de mi yasaktı kardeşim? Üstlerindeki yazıları okuyorduk belki? İnsanın asabını bozuyorlardı. O gitsin alışverişini yapsın çıkışta da beni buradan alsındı… Şimdi o tip saçma şeyler satılıyor mu görmüyorum bile. Yaşlanmışım demek.
Şimdi peynir görüyorum mesela. Peynir reyonlarının önünde at hırsızı bir ileri bir geri dolaşıyorum. “Meğersem peynirler amma da evrenin en güzel şeyleriymiş di mi meren” filan diyorum kendi kendime (bazen çok da kendi kendime diyemiyorum, Duygu da duyuyor “al hangisini istiyorsan da gel hadi” diyor).
Eskiden annemin canına okurdum tam yağsız beyaz peynir alsın diye. Kadıncağız elinde bir parça ‘meren onaylı’ beyaz peynir tutarken “e evladım kireç gibi bu ne tadı var ne tuzu” derdi tulum peynirlere doğru bir koyunun yeşil çimenleri süzdüğü gibi bakarak. Ben ise “bak ağzım yara olur sonra” diye tehdit eder başka bir peyniri ne aldırırdım ne de yerdim. Kadı gibi ketum idim peynir konusunda. Şimdi de öyle dikkate değer bir peynir kültürüm yok, ama keçi peyniridir, bree’dir, tütsülenmiş gouda’dır önüme ne gelirse çılgınca deniyorum (fakat nedendir bilinmez Artvin‘de yediğim peynirleri hiç bir yerde bulamıyorum, o ayrı). Mesela marketler olmasa nasıl hatırlardım bu değişimi, hatırlar mıydım, bilemiyorum.
İşte bu da mesela Duygu ile tanıştıktan sonra varlığını keşfettiğim bir reyon. Oradaki renkli şeylerin tümüne halk arasında ‘sebze’ deniyor, ismen daha önce duymuş, kendileri ile tencere içinde de bir kaç kez karşılaşmıştım. Fakat tenceredeki ile market reyonundaki halleri arasındaki fark ünlülerin makyajlı/makyajsız fotoğrafları gibi. Her gidişimde yeni bir şey öğreniyorum. Brüksel lahanası diye bir şey var mesela (vallahi diyorum).
Bu arada şu aşağıdaki arkadaş da hayatıma geçen yıl girmiş olan bir bitki. Adı kuşkonmaz imiş (orijinalı “asparagus”). Algıda seçicilik mevzusu mu yoksa gerçekten Türkiye’de pek yetiştirilen bir şey değil mi kendisi bilemiyorum şu anda. Öte yandan kuşkonmaz domates ile harika bir ikili imiş çiftçiler için. Domates bitkisi kuşkonmaza zarar veren böcekleri uzak tutarken kuşkonmaz da domatesin köklerini rahatsız eden bitkilerin çanına ot tıkıyormuş. Bir diğer taraftan antik Yunan’lılar tarafından el üstünde tutulmuş bir bitki olmuş olması, hem coğrafi olarak Türkiye’de de yetişebileceğini hem de kültürel olarak neden yetiştirilmemesi gerektiğini gösteriyor aslında (pis Yunan bitkisi). Fakat çok lezzetli. İnanılır şey değil. Yunanlardan beklemezdim.
İnsanın beğenilerinin zaman içerisinde ne kadar çok değişebileceğine dair hayatımdaki en çarpıcı örneklerden birisinin kahramanı da, patlıcandır (bu cümleyi “Miro’dur”, “Picasso’dur”, “Marcel Duchamp’tır” filan diye bitirecek kadar entelektüel olmadığımı anlayan bir kaç okuru an itibarı ile kaybettiğimi henüz bu satırları yazarken öngörmüş birisi olarak patlıcan örneğinden devam etme konusunda ısrarlı olduğumu bilmenizi isterim, yani “bu yazıda halâ ümit var”, “yok yok kesin bir yere bağlayacak” diye okumaya devam ediyorsanız daha fazla vakit kaybetmeyin diye üzerinde durmak istedim). Bendeniz “küçük bir çocuk” olduğumu ima eden herkese aslında nasıl da 20 yaşında olduğunu ve sadece boyunun kısa olduğunu anlatan küçük bir çocukken, patlıcandan fena halde nefret ederdim. Ne zaman patlıcan yesem ağzım yüzüm şişer, dilimde yaralar çıkardı. Hoş o yaralar sevmediğimi defalarca dile getirmeme rağmen patlıcan yemeği yapan annemi protesto etmek için ortaya çıkmış psikolojik harp tekniklerinin bir parçası mıydı, yoksa gerçekten patlıcan içerisindeki etken maddenin ağzımı savaş alanına çevirmesi yüzünden mi patlıcanı sevmezdim pek emin değilim. Her neyse.. Annem “bence bir gün patlıcanı çok seveceksin” dedikçe ben patlıcandan daha çok nefret ederdim. Bu durum, aslında 20 yaşında olduğumu söylemenin ne kadar saçma olduğunu anladığım 6’lı-7’li yaşlarıma, black metal’in dünyanın en harika müziği olduğuna kanaât getirdiğim 16’lı-17’li yaşlarıma ve hatta ve hatta 20 yaşında olmakta pek de matah bir şey olmadığını anladığım 20’li yaşlarıma kadar devam etti. Fakat şimdi, 30’lara yaklaştığım şu günlerde patlıcanı çok sevdiğimi itiraf etmekte bir beis görmüyorum. Annemi arayıp “anne, patlıcan konusunda haklıydın, maydanozdan ise halâ nefret ediyorum, daha ne kadar büyümem gerekiyor?” diye sorsam mesela, bilebilir mi? Bilemiyorum. En nihayetinde maydanoz için gerçekten hiç ümit olmayabilir.
İnsanın beğenilerinin zaman içerisinde ne kadar çok değişebileceğine dair hayatımdaki en çarpıcı örneklerden bir diğerinin kahramanı ise, bira. Yıllar boyunca benim beğendiğim biralar dışında kalan biraları içenleri büyük bir tatmin ile “bira içmekten anlamayan zavallılar” olarak değerlendirdim. Mesela bir süre NASA merkezinde çalışmış olan, şimdilerde ise Almanya’da post-doc olarak bilim hayatına devam eden oşinograf dostumuz Murat Gündüz beni doğru yola getirme konusunda en çok mesai harcayanlardan birisi idi. Kendisi defalarca beni “Michelob Ultra” isimli hiper hafif biranın aslında dünyanın en iyi birası olmadığına ikna etmeye çalışmış fakat muvaffak olamamıştı. Geçenlerde yerel bir bira üreticisi olan Abita’nın bir birasına denk geldim ve insanların Michelob Ultra’ya “su gibi bu be” derken ne kastettiğini şaşkınlık içerisinde anladım (hakikaten su gibiymiş lanet şey). Ama üzülme Muratçığım, bazı şeylerin değişmesi için aşılması gereken bir eşik oluyor bazen ve kimi zaman o eşiğin, değişmesi beklenen şey ile hiç bir ilgisi olmayabiliyor. Bu da hayatın bize attığı bizim de sineye çektiğimiz kazıklardan bir diğeridir.
Bu Duygu versus Meren. Yakın bir zamanda değişeceğini zannetmiyorum:
vs. |
Bu ise bildik son, bunun da yakın zamanda değişeceğini sanmıyorum:
Bu da bokeh aşkına gelsin:
Bu arada bu alışverişte aldığımız her şeyi görmek isteyen değişik duyguların insanları buraya göz atabilirler.