Büyük bir rastlantı eseri çok iyiyim, fakat dün küçük bir trafik kazası geçirdim. Yaya öncelikli bir bölgede fotoğraf çekerken Dur işaretinde durmayı unutmuş bir kamyon sürücüsü 25-35Km/h arası bir hız ile bana arkadan çarpıverdi. Çarpmanın etkisi ile havada başarısız bir yarım parende/Rıdvan volesi karışımı icra edip en başından beri olmam gereken yere, yani kaldırıma düştüm.

Kamyona arkam dönük de olsa, vücudumun hiç bir noktasının yere temas etmediği o kısa ve büyülü anda bana bir şeyin çarptığını anlamıştım. Aklımdan sırası ile iki şey geçti:

– Dostum, Duygu bunu duyduğu zaman çoooook üzülecek.

– Fotoğraf makinem! (tam da bu esnada meren arabanın momentumundan ödünç alarak elde ettiği potansiyel farkı kinetik enerji cinsinden kaldırıma iade etmek üzere yüzükoyun yere kapaklanmak üzeredir)

Beynin böyle panik anlarında girdiği alarm durumu inanılmaz. Arabanın bana çarpması ve benim kaldırıma kapaklanmam arasında geçen sürede eylemsizliğin bir oyunu ile elimden uçup gitmeye çalışan fotoğraf makinesini sıkı sıkı tutmayı akıl edip yere makul sayılabilecek bir pozisyonda iniş yapmakla kalmadım, Duygu için üzülmeyi bile başardım.

Yere düştüğümde sağ elimdeki fotoğraf makinesi -takılı olan 24-70 f/2.8 lens yukarıya doğru bakacak şekilde- yerden on santimetre yüksekte idi. Elbette Matrix’te yaşamadığımız için trafik kazası sonrası başımıza gelenleri tayin edemiyoruz, sadece çok şanslı idim. Bu şansım neticesinde geriye kalan sadece değişik bir deneyim, bir boyun ağrısı ve üzerine basılmasına katlanamayan sol topuğum oldu. Aslında “deneyim” kısmı dışında konuşmaya değer pek bir şey yok anlayacağınız, başta dediğim gibi, gayet iyiyim.

Bu olay olduğu esnada Jamie isimli bir model ile French Quarter’da çekim yapıyorduk. Beynim panik kipinden çıkıp standart giriş/çıkış kipine dönünce sanki birisi etraftaki bağırış çağırışların yavaş yavaş sesini açtı. Sürücünün de Jamie’nin de deli gibi bağırıştıklarını duydum. Benim arkam dönük olduğu için kaza anını görememiştim, fakat onlar görmüşlerdi ve panik olmaları normaldi.. Yine de sırf bir yerlerimin kırılmadığından emin olmak için yattığım yerde vücudumda bir acı var mı diye hissetmeye çalıştım. Turp gibiydim üzerinize afiyet.

Bununla beraber eğer sırtımda Lowepro 400AW çantam olmasaydı turp gibi olmayabilirdim. Araç doğrudan belime çarpmak yerine çantaya çarpmış, çanta da çarpmanın etkisini çok ciddi oranda azaltmıştı. Üstüne üstlük içindeki lensler filan da kırılmamıştı. Saçma sapan viral bir reklam gibi duyuldu şimdi, fakat bu amaçla üretilmiş olmasa da bu çanta sırtımda olmasaydı ne olurdu bilemiyorum (ayrıca çok da iyi bir ekipman çantası, “sürekli sokaklarda fotoğraf çekiyorum, uzun yollar yürüyorum, zırt pırt lens değiştiriyorum, lens değiştirirken çantayı çıkarmak, yere koymak filan istemiyorum, fotoğraf çantası olarak ne alsam acaba” diye düşünenlere tavsiye de edebilirim).

Neyse. Jamie ve sürücüyü sakinleştirmem biraz zaman aldı. Sayısız defa “hastaneye gidelim“, “polise gidelim“, “iyi olduğuna emin misin” diyebilsinler diye bir 5 dakika kadar orada oyalandık. Jamie de sürücü de tir tir titriyordu (hallerini görünce bu kadar korkuya sebep olduğum için suçlu dahi hissettim biraz). İkisini de sakinleştirmeyi başardım, Jamie’nin çaktırmadan adamın plakasını aldığını gördüm bir ara, ben de gitmeden az önce kendisinin bir fotoğrafını çektim. Tam adam gitti ve olay yatıştı ki bu sefer de ben küçük çaplı bir şoka girdim (kötü bir şey olarak değil de “vay be, az önce nalları dikmiş olabilirdim ben, dur tazeyken bunun üzerine bir düşüneyim” türünden bir şok idi daha çok). Jamie’ye “bir 15 dakika kadar sadece yürüsek ben de o sırada düşünsem ve sonra çekimlere devam etsek olur mu?” diye sordum. “Omaz mı hiç merenciğim” dedi. Yürüdük. 15 dakika değil belki bir 5 dakika düşündüm. Aklımdan tahmin edebileceğiniz düşünceler geçti. Ardından insanların ve insana dair olanın fotoğrafını çekmeyi neden bu kadar çok sevdiğimin sebebini anladım derinlerde bir yerde (kamyon sürücüsüne böyle bir deneyim yaşattığı için minnettar olayazdım).

Bu ham düşünceleri burada tartışmam çok güç, bilinç (consciousness) ve Henri Cartier Bresson’un “decisive moment” olarak isimlendirdiği his ve onları bir potada eriten fotoğraf anlayışı üzerine belki başka bir yazı yazarım bir ara. Neyse. Öldüğüm zaman biyografime -biyografilerin hatalı olmasına alıştığımız için hiç çekinmeden- şöyle yazabilirsiniz:

Ve o elim kaza Meren’in fotoğraf hayatının gidişatını değiştirecek, onu bir süreliğine güzel modellerle çalışmak zorunda bırakacaktı.

Evet. Kısa bir süredir modellerle çalışmaya başladım. “Model” derken her an fotoğrafının çekileceğinden ya da çekilmekte olduğundan haberdar insanlardan bahsediyorum bu arada. Bir düğün esnasında bile insanlar fotoğrafçıyı unutabiliyorlar, fakat bir model ile çalışırken böyle bir durum söz konusu değil. Bu da her şeyi zorlaştırıyor benim için. Belki biraz da bu zorluk idi zaten benim için modeller ile çalışmayı çekici kılan (ya da trafik kazasıydı, artık ben bile emin değilim, biyografimi yazanlar ne yapsın).

İlk modelim Elsa isimli bir elbise tasarımcısı / model / sanatçı idi. Çekim çok keyifli geçti, benim açımdan çok da eğitici idi.

Bu tür çekimlerde hava şartlarının, çekimin kaçta yapıldığının, kullanılan lensin filan çok fazla önemi var. Elsa ile çalıştığımız gün hava kapalı idi. Hava kapalı iken bulutlar gökyüzünü kocaman bir softbox’a çeviriyor ve ortalığı nereye gideceğini şaşırmış olan fotonların sebep olduğu yumuşak bir ışık kaplıyor. Elimde ise bu tip ışık koşullarında çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim Nikon 85mm f/1.4 vardı, fakat iyi idare ettiğimi düşünüyorum (“Eh, lens süper tabi, maymun bile çeker onunla, ya biz ne yapalım?” demeyin. İyi fotoğraflar çekmek için pahalı ekipmanlara sahip olunması gerekliliği, duymaktan ve ima ediyor gibi olmaktan en çok rahatsız olduğum şehir efsanelerinden birisi. Eğer şuradaki fotoğraflara bakıp yazıyı okursanız ne demek istediğimi anlayacağınızı tahmin ediyorum: http://meren.org/blog/2009/11/dogal-isikta-caz/. “Ekipmanım yok ki” diye kendinizi kandırmayın, alın fotoğraf makinenizi çıkın dışarıya, olacak iş değil (o elim kazadan sonra böyle aniden sinirlenen bir insan oldum, mazur görün)).

Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum türden bir fotoğraf çekmek de o güne nasipmiş (evet, benim çocukluğum babamın “şirketin yaptığı inşaatları çekmek için” aldığı ve bu yüzden çok çok önemli olan bu yüzden de bana hiç dokundurtmadığı Canon AE-1 fotoğraf makinesine bakıp fotoğraf hayalleri kurarak geçti, fırsatını yakaladıkça çekiyorum):

Diğerlerinden farklı olarak bu fotoğraf 24-70 f/2.8 ile çekilmişti, aradaki farkı hemen görebileceğinizi tahmin ediyorum (iyi ya da kötü bir fark değil de, farklı bir fark, kontrast, renk, her şey bir anda değişiyor):


Hepsinin ötesinde, Elsa ile çalışmak yapabileceğim en iyi başlangıç idi sanırım. Zira kendisi elbise tasarımcısı olduğu için etrafında bir çok model var. Elsa’nın fotoğraflarını görenler “bunları kim çektiyse ben de onunla çalışmak istiyorum” diye bağlantı bilgilerimi almaya başlamışlar ondan. Ben de böylece “kızların teklif ettiği” bir noktada buluverdim kendimi.

İlk isim beni sadece fotoğraf çekerken değil bana arkadan bir kamyon çarparken de görme şerefine nail olacak olan Jamie idi:

French Quarter’da yaptık çekimlerin hepsini. Işık koşulları rezaletti açıkçası. Saat ikide başladığımız için tepede olan, ama kış olduğu için tepede de olamayan böyle sokakların içindeymişcesine ortalıkta gezen, çok yüksek kontrastlar yaratan yüzsüz bir güneşimiz vardı.

Bu işe başlamadan önce TFP usulü çekimlerde çalıştığım modele 10 fotoğraftan fazla fotoğraf vermemeye karar vermiştim (TFP: Time for Photography/Time for Prints, basit olarak bir para alışverişinin olmadığı, fotoğrafçının istediği fotoğrafları çektiği, modelin istediği fotoğraflara sahip olduğu keyifli çalışma şekli). Zaten ben olsa olsa 1, bilemedin 2 tanesini daha sonra kullanacak kadar beğenecektim, benim o kadar beğenmediğim fotoğrafların da elden ele dolaşması fikri hoşuma gitmiyordu (10 tane sınırını da bu yüzden koymuştum). Fakat Jamie’ye göndermek için hazırladığım seçkiyi 27 fotoğraftan daha fazla daraltamadım. “Bu fotoğrafların benim ismim ile orada burada dolaşmasında bir sakınca yok” dedim resmen.

Bir noktada kötü olan ışık koşulları ile kaçamak dövüşmek yerine yumruklarımı konuşturmaya, ters ışığı çok seven birisi olarak bu durumu lehime çevirmekte karar verdim (o elim kaza sonrası böyle cesur bir insan oldum):

Bu fotoğrafı çok beğenmiştim:

Jamie fotoğrafları gördükten sonra yazdığı e-postasında “daha önce hiç bu kadar ‘ben’ olan fotoğraflarım olmamıştı” demiş. Çok sevindim önce, sonra “iyi de bunun tamamı benim marifetim değil ki” dedim. Kızcağızın önünde trafik kazası geçirince aramızdaki bütün sosyal bariyerler kalktı tabi, rahat rahat kendisi olabildi.


Her seferinde bu kadar şanslı olmayabilirim elbette fakat küçükken hayalini kurduğum fotoğrafları çekmeye çalışma çalışmalarım devam edecek.

Bu arada bu da bana çarpan arkadaş ve kamyonu (kapanışı tuzlu yapayım da kendinize gelin dedim):