Couchsurfing isimli muhteşem ağ vasıtası ile tanıştığımız, tanıştığımız günden beri en sevdiğimiz Amerikalılar listesinin ilk üçünü hiç terk etmeyen Lex Pelgerciğimiz geçen gün New Orleans’a ziyarete geldi. Ben de aldım kendisini, “düş önüme, paraflaşlarımı test edecek adam lazım bana” diyerek gecenin bir köründe Audubon Park’ında bir tenhaya götürdüm (dikkat, bu yazı tişörtsüz erkek fotoğrafları içermektedir (ee, herkesin sizin gibi göbeği yok, çıkarıveriyorlar (hahah))).

Yeni bir ekipman aldığımda bir anda o sıralar etrafımda olan, kişiliğini renkli bulduğum birisinin “beğendiği fotoğrafı” ihtiyacını karşılama insanına dönüşüşümü pek seviyorum. O bağlamda hiç de “cool” olmayan bir fotoğrafçıyım aslında. Daha önce bir benzerini Matthew için de yapmıştım, şimdi iyice meşhur oldu kendisi. Geçenlerde Avrupa’daki bir Caz Festivali’ne davet edilmiş, basın için hazırlanacak tanıtım materyalleri için fotoğraf istediklerinde de benim çektiğim fotoğrafları göndermiş. Duyunca çok sevindim. Böyle bağlantılar çok farklı mecralara da sokuyor insanı fark ettirmeden. Mesela geçenlerde Hollanda’dan bir şirket benimle bağlantıya geçip profesyonel bir web sayfasında kullanılmak üzere telif hakları ile satın almak için New Orleans’taki bir bar sahnesini fotoğraflamamı istedi. Uygulamalarını açık kaynak felsefesine istinaden geliştiren özgür yazılımcıların iş modelini fotoğrafa uyarlıyorum ben aslında ve aslanlar gibi çalıştığını da görüyorum: “Hoşuma gideni, canımın istediğini hiçbir karşılık almadan yaparım, isteyen istediği gibi kullanır, eğer sizin canınızın istediğini yapmamı isterseniz durur düşünür, belki uygun bir X karşılığında onu da yaparım“. Bu “uygun bir X” yerine lens gelir, flaş gelir, vesaire. Profesyonel fotoğrafçılar bu tip iş modellerini göz önünde bulunduruyorlar mı yoksa kapalı kaynak kodlu yazılım anlayışının savunan ruh eşleri gibi “enayi miyim ben, ne çekeceğim milletin fotoğrafını bedavaya” mı diyorlar bilemiyorum tabi (aslında biliyorum da söylemiyorum (çok afacanımdır)). Bu bence üzerinde düşünmeye değer. Yani bu bağlamda bir gün bir kuytuda yakalarsam seni de çekerim. Evet, senden bahsediyorum. Neyse. Lex diyordum (şimdi yapmam gereken bir ton iş var ya, çenem düştü (hesapta iki satır yazıp fotoğrafları koyup ondan sonra da işime gücüme dönecektim (ertelemenin, tembelliğin bu kadarı))).

Peki. İşte Lex kişisi:

Lex çok şeker, enerji dolu bir insan. Hayata dair duruşunu web sayfasında yer verdiği -ve benim de Oğuz Atay’dan sonra sevdiğim ve kitaplarını yarısında okumayı bırakmadığım tek yazar olan- Kurt Vonnegut alıntısı ile özetlemek mümkün gerçekten:

“We are here on Earth to fart around. Don’t let anybody tell you differently” – Vonnegut

(“Sersem sersem dolaşalım diye buradayız. Kimsenin size farklı bir şey söylemesine izin vermeyin”)

Kendisi hakikaten sersem sersem dolaşıyor.

Ama ben de bazen sersem sersem dolaşıyorum. Mutfağa gidiyorum. Dolabı açıyorum. Canım hiçbir şey istemiyor böyle. Oradan banyoya gidiyorum. Aynaya bakıyorum. Aklıma diyecek hiçbir şey gelmediği için “sakallarım da amma uzamış ha” filan diyorum. Sonra ellerimi cebime sokup ağır hareketlerle salona gidiyorum. Salonun ortasında ayakta dikilip duvarlara filan bakıyorum. “Bazen insanlar geliyor burada oturuyoruz, sonra gidiyorlar” diye düşünüyorum kendi kendime. Sonra bir cerrah hassaslığı, anne şefkati ve Chuck Norris ciddiyeti ile halının -aslında zaten düzgün olan- kenarını ayağımla düzeltip yavaş yavaş bilgisayarın başına geri dönüyorum filan. Yani hangimiz sersem sersem dolaşmıyoruz ki? Sersem sersem dolaşmak kimsenin bir gurur süjesi yapamayacağı kadar yaygın bir davranış biçimi. Hiç heveslenmeyin.

Fakat Lex’in sersem sersem dolaşma şekli biraz farklı. Kendisi benim ev içerisinde yaptığım şeyleri daha farklı bir ölçekte gerçekleştiriyor. Mutfak Nepal, banyo Tibet, salon Hindistan oluyor (mesela ben nasıl ki salonda misafirlerin gelip kalmayışını protesto ediyorsam o da Hindistan’da politik eylemlere katılıp bir şeyleri protesto ediyor, sonra tutuklanıp sınırdışı ediliyor), sonra o da benim bilgisayarımın başına döndüğüm gibi Amerika içinde çeşitli yerlere özenle serpiştirilmiş 12-13 bilgisayarından birisinin başına dönüyor. Lex, sersemlikleri neredeyse gurur duyabileceği bir sersemlikle yapma konusunda ihtisas sahibi bir biyokimyager/moleküler biyolog (aynı zamanda kafalı bir bilim insanı olmasına rağmen sersemliği tercih etmiş leziz bir şahsiyet).

İşte ben bu adamı aldım, gecenin bir yarısında Audubon Park’a, hatta tam şu ağacın altına götürdüm (sonra Lex’in sersemliklerine yaraşır bir şekilde geceye güvenlik görevlilerinin nokta koymasına vesile olacak işler yaptık).

Bu paraflaşlar üzerinde iki lamba oluyor. Birisi flaş olan, yani pat diye patlayan, diğeri ise “modelling light” ismi verilen bir lamba. Bu modelling light flaş patladığı an sönse de, geri kalan tüm zamanlarda ortamı aydınlatmak için şiddeti ayarlanabilen bir ışık veriyor. Ben çok akıllı olduğum için bu lambayı paraflaşlara takmamıştım. Olay yerine bir gittik, ortam zifiri karanlık (eh, evden çıktığımız sırada Güneş dünyanın, içinde bizim bulunduğumuz şehrin olmadığı bambaşka bir yerini aydınlattığı için gittiğimiz yerin karanlık olacağı aslında önceden tahmin edilebilirdi, biliyorum, fakat o konuya şimdi girmeyelim lütfen). O kadar karanlık ki fotoğraf makinesi ile netleyemiyorum bile. Neyse ki yanımızda küçücük bir lamba vardı. Lex’e verdim, “bunu al, yüzüne tut deyince yüzüne tut, tamam dediğimde de söndür” dedim. Netleme işini böyle çözdüm. Fakat Lex’in, elindeki feneri söndürdüğünde benim hiçbir şey göremeyişimi fırsat bilerek türlü şebeklikler yapmaya başlaması zaman almadı tabi. Tamam diyorum, fener sönüyor, deklanşöre bir basıyorum, Lex orada yok. Gitmiş filan. Bir sonraki sefer bir bakıyorum arkası dönük. Bir sonraki sefer bir bakıyorum şöyle yapmış filan:

Lex diğer fotoğrafları da büyük bir keyifle orada burada kullanacaktır muhakkak, fakat benim için bu çekimden geriye kalanlar aşağıdaki fotoğraf ile ilk fotoğraftan ibaret olacak, diğerleri poz, bunlar ise gerçek geliyor. Hayatımda ilk kez bu koşullarda fotoğraf çektim. Çünkü normalde karşımdaki modeli görüyorum, ne zaman çekeceğime gördüğüm şeyin gidişatına göre karar veriyorum, burada ise ne çektiğimi ancak çektikten sonra görebiliyordum. Neredeyse fotoğrafçının vizyonunun tamamen yok olduğu bir durum bu. Elbette konuşa konuşa vizyonu empoze etmek mümkün, fakat görsel bir geri beslemeyi gerçek zamanlı almamak çok enteresan bir deneyimdi.

Meren: fotoğraf ekipmanlarına fotoğraf içinde unutan fotoğrafçı“. Evet. Kendime böyle beş para etmez bir imaj inşa etmeye karar verdim, yardımlarınızı bekliyorum.