Giyimime pek önem verdiğimi söyleyemem. Zaten giysi ile aramda çok nadiren duygusal bir bağ oluyor. Hasbelkader olduğunda da üstümden çıkarasım gelmiyor. Meren iyi de keşke her gün aynı şeyi giymese. Siz de çok iyisiniz çok teşekkür ediyorum. Geçenlerde bir zaman bir yerde bir atkı gördüm. Aramızda duygusal bir şeyler hasıl oldu üzerinize afiyet. Bu böyle.

***

Rhode Island’da olduğum günlerden birisinde araba kiralayıp Massachusetts eyaletindeki Cape Cod‘a doğru gitmiştik. Yolda kaybolduk. En sonunda bir yerden okyanusa çıktık. Güneş batıyordu. Kum tepeleri, okyanus, rüzgar. Eternal Sunshine of the Spottless Mind isimli filmi bilirsiniz belki. Montauk’ı da hatırlarsınız o zaman. İşte o hesap. Bunu da yaşadım işte. Bir zaman. Ve fotoğrafını çektim. Vesaire.

***

Duygu geçen hafta doktoradan mezun oldu. Aynı gün bir ara Tümay ile zaman algısı ve hafıza arasındaki ilişkiden konuşuyorduk. O nöron seviyesinde zaman algısının episodik belleğin bir yan ürünü olduğunu ima ediyordu. Ben de toplumsal hafızada iz bırakan hadiselerin geçmişi nasıl da kompartmanlara böldüğünden, o kompartmanların nasıl da toplumun zaman algısını şekillendirdiğinden bahsediyordum. Bireyler için de aynı hesaptı. Bir nöron, bir birey, bir toplum. En çok kafa karıştıran da bu her seviyede rastlanan örüntüler değil mi zaten. İnsan genellikle umursamaz, müstakil. Öyle mutlu. Fakat arada bir de olsa çaresiz bir şekilde “ölçeğin neresindeyim” diye soruyor. Başını ve sonunu bulalım, biz size döneceğiz. Duygu’nun doktoraya başlayışı dün gibi mesela. Koskoca doktora, bitişi ile geçen yıllar bir diğer kompartman artık. Gönülden tebrikler_._ Hala inanamıyorum. Geçer :) İnanamayışım mı? Evet, o da…

***

Her birimiz, farklı yönlerden gelip farklı yönlere doğru giden, tutarlı alternatif geçmiş ve geleceklerin yaşandığı yüzlerce ipliğin içinden geçtiği yüzükler gibiyiz. Olasılıkların fink attığı kuantum bulutunun içerisinde ilerledikçe o bir yığın ipin kısa bir süreliğine de olsa hizaya geldiği yer oluyoruz. Sanki bu şekilde bakınca her şey elimizin altındaymış gibi; bilmek de bir ihtimal sanki. Fakat kainat uzay ve zamanın çok eser miktarlarına dahi öylesine devasa, öylesine inanılmaz boyutta veriler sığdırıyor ki makul bir patika belirleyip “geleceğe dair” olana odaklanmak yerine bir atkıya gönül verip gün batışını izlemek daha bilge duruyor. Yüzük ilerliyor. Ağır ağır. İçinde bir ipliğin bağladığı tarihi yaşarken bir atkıya tutunup ötekine seyirtiyor, ardından bir gün batımında bir diğerine geçiyoruz.

***

Gell-Mann – Hartle doktrini “bir ölçüm basit olarak hangi tutarlı tarihçe içerisinde yer aldığınızı ifşa eder” diyor. İşte tam da bu yüzden, her ne kadar beynimizin işlem zamanının %90’ı yaşanmamış diyaloglar içinde millete laf yetiştirmek ve anlamsız geçmiş/gelecek kaygıları üretmek ile geçiyor olsa da, aslında her an sadece neyi yaşıyor olduğumuzla ilgilenmeliyiz. Bir sincap gibi. Yoksa zaten başı sonu bir muamma olan ölçeğin ucu iyice kaçıyor.

***

Beynimin bir bölgesi var, her yoğunlaştığımda bana son derece rasgele, son derece saçma bir imaj gösteriyor. Beynim dediğim de, bu gün var, yarın yok.

***

Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor. “Kelimeler, albayım, hangi anlama geliyor?” “Efendim?” “KELİMELER! Albayım. Hangi anlamda kullanıyoruz onları?” “Hangi kelimeler Hikmet?” Sizi neden yanımda dolaştırıyorum bilmem ki.
“Bütün kelimeler. Genel anlamda kelime.”
“Ne demek istiyorsun oğlum?”
“Kelimeler canım işte. Mesela kelebek.”
“Ne kelebeği?”
“Kelebek canım, bildiğimiz kelebek.” Ellerini açtı, kapadı.
“Ha, o kelebek mi?”
“Evet, o kelebek”
“Kelimenin aslı mı nereden geliyor?”
Bu soruya tutunalım hiç olmazsa: “Evet.”

Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, sf.100.