Big Island, Hawaii: Birinci Kısım (Betsy’nin Hikayesi)
Sarışın, kıvırcık saçlı, iri bir ablamız olan Betsy’nin göz kapakları bir hangarın kapıları gibi ağır ağır açılırken uyku aleminin karanlığına alışmış gözlere hiç şefkati olmayan gün ışığı edepsiz bir şekilde odanın bir duvarından diğerine sekiyordu. Betsy’nin gözleri yatağın hemen yanında duran komodinin üzerindeki çiçek buketlerini seçmekle mesailerine başladılar.
Betsy ipuçlarını birleştirdi. Evvela hastanede olduğunu hatırladı. Hemen ardından da safra kesesi ameliyatını. Belli ki ameliyat başarı ile geçmişti. Lakin Betsy’nin içini kaplayan sevinç çiçek buketlerinden birisine özensizce iliştirilmiş kağıdın üzerindeki çirkin el yazısını tanıdığı anda uyanınca anlamını yitiren rüyaların karakterleri gibi buharlaşıverdi. Notu kaleme alan eğitimsiz el, kısa bir süre önce sona eren üçüncü önemli ilişkisi David’e ait idi (Betsy’nin ilişki skalasında öpüşmeli ilişkiler ‘orta’, sevişmeli ilişkiler ‘önemli’ ilişkiler idi). Hala tam performans gösteremeyen gözleri ile notu süzerken “geçmiş olsunmuş” dedi kısık bir sesle Betsy. Sonra gözlerini iyice kısıp ekledi: “asıl sana geçmiş olsun, piç“.
Gerçekten de asıl David’e geçmiş olsundu. Zira David, Betsy’den habersiz yürüttüğü -ve Betsy’nin ilişki skalasında ‘son derece önemli’ kategorisine denk düşmesi icap eden- ilişkisinin direksiyonundaki Amanda kişisinin baskıları sonucu bir hafta kadar önce kısa bir SMS ile Betsy ablamıza nur topu gibi bir ilan-ı ayrılık aşketmişti. David’in bunu yaptığı esnada bilmediği şey ise gönderdiği SMS’in kendisini Betsy’nin sürpriz tatil planlarından otomatik olarak aforoz ediyor olduğuydu…
Betsy’nin David depremi yüzünden Hawaii planlarını değiştirmeye niyeti yoktu elbette. Gerekliliği bir anda ortaya çıkan ve an itibarı ile uyanmakta olduğu safra kesesi ameliyatı bile durduramamıştı onu, sidikli David mi durduracaktı. Hem kim bilirdi, belki de asıl ‘önemli’ ilişki onu Hawaii’de bekliyordu.
Betsy’nin gözleri çiçeklerden vazgeçip çiçeklerin hizasından görünen duvara odaklandığı esnada Betsy, yattığı yerden Facebook’a yükleyeceği fotoğrafların altında verdiği ayarları bir bir alan David’i bilgisayarının başında kudururken hayal ediyordu. Keyfi iyice yerine gelmişti. Tam o sırada içeriye giren -Betsy gibi sarışın ve kıvırcık saçlı ve iri bir abla olan- hemşire kişisi Betsy’nin yüzündeki tebessümü üzerine alınmakta sakınca görmedi.
Tam üç gün sonra Betsy evinde Hawaii seyahati için hazırlıklar yapıyordu. Turp gibiydi. Çiçek ve not dışında David’den bir şey duymamıştı. Umurunda da değildi. Eşyalarını bavuluna doldururken için için kendisi ile gurur duydu (nadiren hissettiği bu duyguya tüm benliği ile yoğunlaşmak üzere eşyaları toplamaya ara verdi): şu kısacık sürede, hem nicedir başına dert açan safra kesesinin, hem de David ayrılığının hakkından gelmişti. İkisinin acısından da eser yoktu.
9 saatlik Dallas – Honolulu yolculuğu için uçağa binerken Betsy’nin kafası Hawaii ile ilgili kurduğu hayaller dışında bomboştu. Fakat uçak havalanıp da seyir irtifasına ulaştıktan bir süre sonra aklına David geldi. Betsy bunun hemen akabinde kalbinde bir sızı hissetti. Hayalinde hep David ile şekillenmiş Hawaii’ye yalnız gidiyordu. Nasıl kalbi sızlamasındı. Uyumaya karar verdi. Uyku haplarından iki tanesini attı ağzına. Kısa bir süre sonra uçağın birkaç farklı noktasında senkronize şekilde ağlaşan çocukların sesleri kısılmaya başladı, Betsy’nin göz kapakları bir hangarın kapıları gibi, ağır ağır kapandılar.
Aradan bir saat geçtikten sonra Betsy yeniden uyanıyordu. Kalbindeki sızı onu derin uykusundan uyandıracak kadar şiddetlenmiş, hatta biraz da aşağıya doğru kaymıştı sanki. Vücudunun önünde bir sıcaklık hissetti. O sıcaklığın kaynağının üç gün önceki ameliyatta açılmış olan laporoskopi deliklerinden sızan kan olduğunu anladığında ise kıvırcık saçlarına yaraşır bir çığlık atıp koltuğunda bayılıvermişti. Çevresindekilerce hakkında bilinen en ilginç şey kanlı göbeği olan şişko Betsy’nin durumu uçak içerisine dalga dalga yayıldı. Kısa bir süre sonra Betsy uçağın en arka kısmındaki bir koridorda sırt üstü vaziyette yatıyordu. Aynı uçakta seyahat etmekte olan iki doktor Betsy’nin durumunun ciddi olmadığı, fakat bu yükseklikte daha fazla kalamayacağı konusunda hemfikir olduklarını herkese bildirdiler. Düşük basıncın etkisi ile başlayan kanama, Betsy sırt üstü yatarken fazla arsızlık etmiyor olsa da pilotun ilk fırsatta acil iniş yapmaktan başka şansı yoktu. Salt Lake City’ye iniş yapıldığı esnada Betsy’nin gözleri de yavaş yavaş açılıyorlardı. Uçağa giren sağlık görevlileri Betsy’yi bir tekerlekli sandalyeye koyup koridordan geri geri çekmeye başladılar. Betsy hem uyku haplarının etkisi hem de uçağın inişi ile azalmış olan acının sarhoşluğu ile uçağın ağır ağır uzaklaşmakta olan kıçını ve koridoru boş gözlerle süzüyordu.
Tekerlekli sandalye tam 27 numaralı koltukların hizasından geçerken Betsy bir an David’i gördüğünü sandı. Sanki David orada oturmuş Betsy’nin gidişini seyrediyordu. David’e benzeyen gencin yüzünde Betsy’nin okuyamadığı bir ifade vardı. Fakat içi bir kez daha, bu sefer gerçekten özlemle sızladı. Zamanın o küçük kopartmanında Betsy’nin dudaklarından kimsenin duyamadığı şu cümle döküldü: “amma da David’e benziyor piç“.
Betsy’nin yanından geçerken göz göze geldiği ve David’e benzettiği kişi bendim sevgili okur. Bu satırları yazan, bu günlüğün sahibi olan, Betsy uçağı terk ettikten sonraki 4 saat boyunca onun yüzünden “oturduğunuz sürece emniyet kemerinizi takınız” yazısını izleyecek olan ben.
Betsy ile göz göze geldiğimiz o kısa zaman diliminde onun aklından geçenler bunlardı. Bense Betsy’nin okuyamadığı yüz ifademin ardında aslında ona şunları söylüyordum: “Merak etme, Amanda David’in kıçına tekmeyi bastıktan sonra David ile tekrar birleşeceksiniz. Safkan bir geri zekalılık ile neden olduğun bu olayı ilişkinizi kutsayan bir kudret-i ilahi olarak değerlendirip Hawaii’de evlenme planları dahi yapacaksınız. Fakat Hawaii’ye gidemeyip bunun yerine Starkville, Mississippi’de evleneceksiniz. David Amanda’yı hiç unutamayacak. Sen de David’in sana yaptığını. Kaltak Betsy. Geçmiş olsun“.
Hawaii seyahati işte böyle başlamıştı.
***
Hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimi gittiğimde anladığım ABD’nin Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki eyaleti olan Hawaii’nin Big Island isimli adasına gidiş sebebim bilimsel bir konferansta gerçekleştireceğim sunum idi.
Başka koşullarda kalkışmayı aklımın ucundan bile geçirmeyeceğim bu seyahat, üzerinde çalıştığım projenin makalesini konferansa göndermem, makalenin konferansa kabul edilmesi, ardından bu çalışma üzerine sunum yapmak için davet edilmem, formal bir dille “ama benim oralara gelecek param yok” diye serzenmem, kendilerinden “biz sana sponsor oluruz” diye yanıt almam ve bu cömert tekliflerini kabul etmem ile gerçekleşti. Bu bağlamda tüm masraflarımı karşılayan Amerikanın vergi mükelleflerine teşekkürü borç bilirim.
Kendisine Betsy ismini uygun gördüğüm ve üç gün önce ameliyat olmasına rağmen uçağa binmekte sakınca görmeyen sarışın, kıvırcık saçlı, iri bir abla yüzünden Hawaii’ye 10 saat kadar geç vardığım için, Hawaii macerasına konferans alanına gitmek yerine hava limanında uyuklayarak başlamıştım (zira beni asıl gitmek istediğim ada olan Big Island’a götürecek olan uçağı kaçırmıştım ve sonraki uçağın kalkmasına saatler vardı).
Belki de Betsy’ye o kadar kızmamalıydım. Belki de her şeyin arkasında hayatımın teması haline gelmiş olan Meren Faktörü illeti vardı. Zira giderken 10 saat gecikmeli sona eren seyahatimin dönüşü daha da beter oldu. Farklı uçuşlarım farklı nedenlerle ertelendi. Toplam 33 saate tekabül eden gecikmeler nedeni ile dönüş yolculuğum 42 saat sürdü. “Meğer burası benim evimmiş” diyerek hava limanlarında yaşamaya başlayan bir derbeder olmama ramak kaldı. Vesaire.
Merak eden deliler için dönüş yolculuğunun ayrıntılarının bir kısmı burada.
***
Konferans Big Island’ın Kona isimli şehrinin yakınlarındaki ökküzler gibi pahalı bir otelde idi. Bir gecelik oda ücreti $500-$3500 arasında değişen, buna kahvaltının filan dahil olmadığı bir otel bu böyle. İçinde geçirdiğim her dakikadan tiksindim açıkçası. Ben otostop çeken, çadırda kalan, arabada uyuyan gillerden geliyorum. Dilerim hayatımın hiçbir döneminde böyle saçma bir otelde harcamakta sakınca görmeyeceğim kadar para kazanmam. Bilimsel bir konferans için neden burayı tercih ettiklerini bilmiyorum, oradayken organizatörlere sormak da gelmedi açıkçası aklıma. Plajı yüzündendir belki.
Ya da belki konferans salonu çok güzel diyedir.
Bilemiyorum.
Konferans güzeldi. Konuşmamı başkaları beğendi, ama ben hiç beğenmedim. Heyecan yaptım filan böyle. Benden önce Stanford’dan, benden sonra ise Cornell Üniversitesi’nden bir profesör konuştu. Mikrobiyal ekoloji oturumunda konuşan 4 profesör dışındaki tek öğrenci bendim, hem beni ağırlığı altında ezen bu durum hem de alanın önde gelen isimlerine ayar vermek üzere olmak fikri beni strese soktu biraz. Çok iyi hazırlandığımı düşündüğüm ve çok güçlü argümanlarım olduğuna inandığım konuşmayı istediğim gibi yapamayınca ve neredeyse aklımdaki hiçbir şeyi istediğim gibi tartışamayınca epey üzüldüm.
Fakat bu mevzuyu yanlış bir açıdan kafaya taktığımı bilge bir dostumun “take it as a humbling experience” (“[bu başarısızlığı] küçülten bir deneyim olarak gör“) önerisi ile fark ettim (ve bak buraya yazma ihtiyacı hissettim).
Elbette her sunum iyi geçmeyecekti. İnsanın arada bir burnu sürtecekti ki “artık olduğunu” sanan zombilere dönüşmesin, nereden geldiğini unutmasın, daha olmadığını, hâlâ yolculuk yapıyor olduğunu hatırlasındı. Bu tatsız deneyimi yaşadığım için kendimi şanslı saydım. Nereden geldiğimi, daha olmadığımı, hâlâ yolculuk yapıyor olduğumu hatırladım ve yoluma devam ettim.
Bu böyle.
***
Saçma bir otelin, bilgisayar bilimleri ve biyoloji nehirlerinin karıştığı bir delta halini almış konferans salonunda hiç dışarı çıkmadan 4 gün geçirip oturumları takip etmiş olan Meren kişisi konferansın son günü, otelden dışarı çıkıp sahilde yürümeye başlar ve bu müthiş gezegenin neredeyse hiçbir karşılık beklemeden vaat ettiği güzelliklerle karşılaşır.
İnanın bilseydim konuşmamı yaptıktan sonra bir dakika bile durmazdım o konferans salonunda. Neyse.
***
Hawaii’nin en güzel taraflarından birisi sahil şeridinin kamuya ait olması. Yani adayı boydan boya sahil şeridinden yürüyebiliyorsunuz ve kimse size “burası benim arazim” diyemiyor. Ben de bunu fırsat bilip sahil şeridinden yürüdüm biraz. Gerçekten çok leziz idi (ayrıca kamp yapılabilecek yerler olduğunu da keşfettim).
Ben deniz/okyanus/havuz/plaj seven bir insan değilim. Fakat oralara kadar gidip de suya girmezsem kesin kafamı kıracak birileri çıkar diyerek şöyle bir güzellik yaptım kendime:
Fazlası zarar :)
***
Konferansta Jannis isimli Alman bir kardeşimiz ile tanıştım. Paris’te INRIA’da doktora öğrencisiymiş. Konferansa yalnız başına ve benim gibi NIH sponsorluğunda gelmiş.
“Araba kiralayıp ada içerisinde rasgele oraya buraya gitmeyi düşünüyorum, gelmek ister misin?” dedim. “Olur” dedi.
Konferansın bitimi ile beraber Kona’ya gidip araba kiraladık. Bir benzinlikten adanın haritasını satın aldık. Haritada ada üzerinde “Güney Noktası” isimli bir park olduğunu gördük. 2 saat mesafede idi. “Kesin çok enteresandır” diyerek GPS koordinatlarını girip yola koyulduk. Bir buçuk günlük maceramız böyle başlamış oldu.