Önceki yazıdan devam. Konferansta tanıştığım Jannis ve kiralık arabamız ile beraber Hawaii’nin Big Island isimli adasında geçirmek için bir buçuk günüm vardı ve bunu iyi değerlendirmeye niyetli idim. Az sonra okuyacağınız yazı Jannis ile işte o bir buçuk günde yaptıklarımız, benim bu süreçte çektiğim fotoğraflar, ve bendenizin bu gezi ile ilgisi olmayan rasgele düşüncelerinin bir kısmından derlenmiş olacak. Hepimize bol şans.

Not: Gelen bir okur eleştirisine istinaden bundan sonra fotoğrafları nerede çektiğime dair harita bağlantıları vermeye çalışacağım. Çünkü bazen hiç belli etmesem de çok söz dinleyen bir insanım (sadece otoriteye karşı amansız bir nefret besliyorum (hehe senin askerlik bitmez hacı (sus bakiyim))).

***

Jannis’e “Araba kiralayıp ada içerisinde rasgele oraya buraya gitmeyi düşünüyorum, gelmek ister misin?” demiştim. O da “Olur” demişti. Bir benzinlikten adanın haritasını satın almıştık. Haritada ada üzerinde “Güney Noktası” isimli bir park olduğunu görmüş, “kesin çok enteresandır” diyerek GPS koordinatlarını girip yola koyulmuştuk.

İşte o Jannis aşağıdaki fotoğraftaki genç. Bu tatlı insan ile tanışıklığımız süresince anladım ki eğer Jannis Türk olsa idi ismi kesin S. Serdar Yüksel olurdu. Bu yüzden yazının kalanında kendisini Serdar ismi ile anacağım.



@

Serdar’ın arkasında gördüğünüz siyah/kahverengi kum tepeleri aslında kum tepeleri değil. Bizzat adanın kendisini oluşturan volkandan birkaç onyıl önce çıkıp bu yamaçlara akan ve soğuyarak katılaşmış olan lavlar. Üzerinde yürümek epey güç. Elinizle dokunduğunuzda ise annelerimizin eskiden banyoda topuklarını mı ne törpülemek için kullandıkları taşları bunlardan yapıyor olabileceklerini düşünüyorsunuz (bu son dediğimi okuyan jeologlar günlüğü an itibarı ile terk ettiler muhtemelen hehe).

Günler sonra gelen ekleme: Arkadaşlar, yukarıdaki paragrafı okuyan jeolog Hakan Kuruoğlu, günlüğü terk etmediği gibi yorum yazma zahmetine de girmiş. Yorumunda Hawaii’nin jeolojik öneminden bahsederken daha fazla araştırmak isteyebilecekler için ipuçları bırakmış. Yorumlar kısmında. Okumadan geçmeyin.

Big Island çok garip bir ada. Adadaki seyahatimiz boyunca ikimiz de etrafımızı büyük bir şaşkınlık ile izledik. Adanın aktif bir volkana sahip olması, bu volkanın oluşturduğu dağın çeşitli bölgelerinden rasgele zamanlarda çıkmaya başlayan lavların denize doğru hareketleri esnasında değiştirdikleri doğa örtüsü ve coğrafya inanılmazdı. İki kilometre gidip yukarıdaki gibi bir çölden aşağıdaki gibi bir bitki örtüsüne ulaşmak gerçekten inanılmaz. Bu bağlamda ada bana Yellowstone deneyimini hatırlattı. Aşağıdaki fotoğraf Hawaii’nin, dolayısıyla ABD’nin en Güney noktasına pek az kala bir yerde.



@

2 saatin sonunda araba ile daha fazla devam edemeyeceğimiz bir noktaya gelmiştik. Güney noktası bu olsa gerekti. Falezler muazzamdı gerçekten. Fotoğraftan ne kadar yüksekte olduğumuzu kestirmek güç ne yazık ki. Fakat ben diyeyim 20 metre, Serdar desin 25.


@

Çocuklar gibi şendik o noktada. Hoplamalar, zıplamalar, bir manzaraya bir okyanusun mavisine bakıp “dostum inanılmaz yaa ohaa vauvv” deyip durmalar filan. Önce hiç yakıştıramadım kendime, ama sonra bu seferlik affetmeye karar verdim. Herhalde dört günü dört duvar içerisinde bilimsel konuşma dinleyerek geçirdikten sonra dışarıda neler kaçırdığımızı öğrenmenin hüznünü şımarıklık yaparak bastırıyorduk. O kadar olsundu.

***

Falezlerin kenarından yürürken şu ağacı gördük, ve bu detayı paylaşmadan geçmek istemiyorum:

Oradaki küçük tabelada şöyle yazıyor:

TUTULAR AĞACI
Tüm tutularımızın anısına

Hawaii’de yaşayan birisine denk gelince ilk işim Tutu’nun ne anlama geldiğini sormak oldu. Anlamını öğrenince tabelada yazanlar beni mutlu hüzünlere gark etti, meğer o tabela şöyle diyormuş:

ANNEANNELER AĞACI
Tüm anneannelerimizin anısına

Birisi vakit harcayıp bu ağacı dikmiş, bu tabelayı hazırlamıştı. Bu da anneannelerimizin manzarası idi işte (kesin çok severdi rahmetliler):

Falezlerin kenarından Batı istikametine doğru ilerlemeye devam edince park etmiş arabaların, insanların filan olduğu bir yere geldik (asıl Güney noktası burasıymış meğer, hiç çaktırmadık).

Etraftaki oltaları görünce çok meraklandım. Zira irili ufaklı birçok olta vardı ortamda.

Bu arkadaş Ron. Yukarıdaki oltanın sahibi. Eli ile yaptığı hareket Hawaii eyaletine özgü bir hareketmiş (dikkat ederseniz t-shirt’ünde de var) ve “hang loose” demekmiş (Türkçe “takıl hacı” desek olur). Hakikaten ses tonundan dünyayı umursamayan tatlı bir adam olduğu, sakalından da hacı olduğunu hemen anlamıştık. Takılan hacı.

Kısa bir sohbetin ardından buraya ayda bir iki kez geldiğini, iki gece üst üste burada kalıp balık tuttuğunu söyledi. “Ne tür balıklar tutuyorsunuz burada?” diye sordum bilgiç bilgiç. Sormaz olaydım. Aynen şöyle dedi: “___ ve ___ tutuyoruz çoğunlukla. Ayrıca kimi zaman ___ da denk geliyor. Bir arkadaş bir seferinde ____ yakalamıştı, balığı bir yardık içinden de ____ çıktı. İkisi de çok nadir bulunan balıklar ha :) Bir de arada bir blue fin tuna denk geliyor, fakat çok nadiren, o da gündüzleri. Şansınıza hava çok fena. Yoksa burası tam ____ mevsimi_” (boşlukları nasıl dolduracağımı ben de bilmiyorum, bir tek blue fin tuna’yı anlamıştım). Ne bileyim, ben de bi’ kere balık tutmuştum ya şimdi, ne söylese anlarım sanmıştım. Kafa sallamayı bırakıp da bir şeyler söyleme vaktim geldiği zaman “ee bizim Louisiana’da da çok Red Fish olur ki” dedim. Eh, pek etkileyici omladı tabi. Zaten Ron red fish’in kralını çoktan tutmuştu:

Güney noktasından ayrılmak zor oldu benim için. Eğer vaktim olsa idi kesinlikle en az bir gece kalırdım orada. Buralara gitme planları yapacak olursanız sakın otellere, hostellere para vermeyi düşünmeyin. Yanınınıza çadırınızı ve uyku tulumlarınızı alın, doğru Güney noktasına. Çadırımı getirmediğime ne kadar pişman oldum anlatamam.

***

Baktık havanın kararmasına daha var, bir daha açtık haritamızı. Bir sonraki hedefimiz “Siyah Kum Plajı” idi. Haritada öyle diyordu vallahi. Pek bir ünlüymüş.

Plajı görene kadar öyle etkileyici bir şey beklemiyordum açıkçası, standart turist aktiviteleri ve ilgi noktaları bana hep itici gelmiştir. Ama hakikaten müthişti plajın kumu. Şu avucumdaki kumun kupkuru bir avuj plaj kumu olduğuna kim inanır:

Plajın genel görünümü de şöyle idi (jeologlar nasılsa beni terk etti diyerek bu kumun neden siyah olduğunu anlatırdım şimdi ama bir gören olur, tatsızlık çıkmasın):


@

Dakikalarca plajda öyle ayakta durduk. Güneş batıyordu. Dayanamayıp Arpat’lık yapmaya, birkaç uzun pozlama fotoğraf çekmeye karar verdim. Arpat’ın Rhode Island ziyareti esnasında çektiği uzun pozlama fotoğrafa bakıp “aa Canon Nikon’dan iyiymiş ama şimdi Merenciğim di mi ama bak adam koymuş çocuğu hadi sen de kabul et artık bak lütfen yani” diyenler için gelsin (ne? bu da mı gol değil?):

Sonrasında Serdar’ın Kailua-Kona‘daki (şehrin ismi bu) hosteline döndük (geceliği 27 dolar olan çok çirkin bir hostel idi, halbuki bir çadırımız olsaydı o Güney noktas..  Meren şu çadır bahsini kapatalım artık. Tamam tamam).

Eşyalarımızı hostele bırakıp yemek yiyecek bir yer aramaya koyulduk. Okyanus kenarındaki ana caddeye bir sokak ötedeki bir barın kapısında yazan “almost by the sea” (“neredeyse deniz kenarında“) yazısının samimiyetine gönül verip orada birer hamburger yedik.

Asıl macera ertesi gün başlıyordu, zira içinde aktif volkanların olduğu ulusal parka gidecektik.

***

Adanın çevresini dolaşan yol ile her yere gidiliyordu. Fakat bir de ortasından geçen bir dağ sırtı yolu vardı (şuradan görebilirsiniz). Kimle konuştuysak “sakın oradan gitmeyin, çok tehlikeli, acayip virajlar var, zaten yolun bir kısmı çakıl, sonra hava birden 20 derece birden soğuyor, aman yani sakın gitmeyin” tadında şeyler söylemişti. Fakat haritadan bakınca iki volkanik dağın arasında kalan bu yol ile 40 dakikada 2000 metre yüksekliğe çıkacağımızı, muhtemelen oralardan manzaranın muazzam olacağını gördük ve bu deneyimi yaşamamız gerektiğini düşündük. Serdar da benim gibi konvansiyonel turist olmadığı ve Amerikalıların iş güvenliğe gelince her şeyi anormal abarttıkları konusunda benimle hemfikir olduğu için oradan gitmeye karar verdik.

Sabah çok erken kalkıp yollara düştük. Güneşin doğuşu esnasında yol kenarında durduk. O kısacık an bile doğru bir şey yapıyor olduğumuzu hissettirmişti.

Her yerde volkanik aktivitenin oluşturduğu irili ufaklı tepeler vardı.

Biz de dişimize göre olduğunu düşündüğümüz bir tanesini seçip çıkmaya karar verdik. Fakat arabanın dışının ne kadar soğuk olduğunu, dişimize göre sandığımız tepeye çıkarken ise ne kadar zorlandığımızı anlatamam.


@

Fotoğraf ile ifade etmek güç, fakat soğuğa ve rüzgâra rağmen ortam büyüleyici idi (fotoğrafa tıklarsanız büyüğü açılacak).

Manzara müthiş, rüzgâr felaket idi. Ayrıca anormal derecede kuruydu da. Rüzgâr çok afedersiniz yüzümü yalarken, narin tenim üzerindeki bütün nemi alıp götürüyor gibiydi (hanım kapat kapat adam soyunmaya başladı).

Birkaç saat sonra meşhur volkanın kraterini gören bir yerde idik. Kraterin içinde bir krater, onun içinde başka bir krater, onun da içinde binlerce santigrat derecelik lavlardan yükselen sülfür ve su buharı. Muazzam haşmetli idi. Ayrıca en dıştaki kraterin de çeşitli yerlerinden su buharları yükseliyordu.


@

O koskoca adayı oluşturmuş ve hala da oluşturmakta olan volkana bakarken aklımdan yine rutin şeyler geçti. Hawaii, en azından içinde bulunduğumuz binyıllarda, Dünya gezegeninin içinde hapsolmuş magmanın azar azar dışarı çıktığı ve çıkar çıkmaz gayri menkul kıymet arz ettiği nadir yerlerden birisi idi. Bu gezegenin sıcak bir gaz ve toz bulutu iken soğumaya başlamasının ardından hasbelkader içinde kalan ve hala eriyik halde olan magmanın denizin orta yerinde dışarı çıktığı yerleri sahiplenmeye cüret eden anlayışı sevmiyorum ben. Ülkeler filan ne saçma şeyler. Tüm tarihimizin tutup tam olarak bu güne, yani bir tarafta dünyanın taze magması üzerine ev yapıp okyanusa nazır yaşayabilenler, diğer tarafta ise 20 yıl sonra hiçbir anlamı kalmayacak sebeplerle patır patır ölenlerin kontrastına evrilmesine sebep olan insan canlısını sevmeyesim geliyor bazen. Ama derdim tam olarak insan ile de değil aslında. Zira eğer bir şeyi sevmeyeceksem evrenin tarihin bu güne evrilmesine sebep olan örüntülerinden başlamalıyım. Kızıp kızıp muhattap bulamamak da çok zor yalnız. Peki, kolay gelsin Meren sana. Çok teşekkür ederim.

***

Sonra yukarıdaki yerden ayrılıp resmi gözlem notkasına gittik. Orada bir park görevlisi vardı, biraz sohbetten sonra “gençler, siz buraya gece gelin bak, tamam mı, dinleyin bak beni” dedi. Biz de “tamam” dedik.

Dağ sırtı yolundan indikten sonra hiç durmaksızın Hilo’yu transit geçerek yanardağ parkına gitmiştik. Fakat madem gece ne yapacağımız belli olmuştu, Serdar’ın Hilo isimli şehirdeki hosteline gidip yerleşme işlerini halledebilirdik (halbuki bi’ çadır olacaktı ki ne güzel de dışar.. MEREN! ay tamam be).

***

Hilo Bay Hostel isimli, şu güne kadar kaldığım en güzel hostelin penceresinden bir Hilo fotoğrafı (kamyonetin kasasındaki köpeğe dikkat, inanın Hilo’da gördüğüm her kamyonetin arkasında köpek vardı, çok garip geldi bana, çünkü Amerika’da böyle şeyler yasak filan):


@

Bir şehre turist olarak gidip orada birkaç gün geçiren, sonra da bütün hayatını orada orada geçirmiş gibi atıp tutan insanlardan olma fikri hiç hoşuma gitmiyor. Bu yüzden büyük konuşmayayım diyorum, fakat bence Hilo tüm kainatın en güzel şehri :( Evet. Eminim. Son kararım. E Merenciğim sen daha önce bunun bir benzerini Granada için de demiştin? Çok biliyorsun sen. Başka işiniz mi yok arkadaşım? Hep böyle bir ayar modu. Güzel diyoruz işte. Granada da çok güzel bu da çok güzel :(

***

Hilo ile ilgili yazması ve anlatması güç olan tüm güzellikler bir kenara, şehre girişimi ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. Bir sırtı aşıp sola döndüğümü, araba ile bir köprünün üzerinden geçerken köprünün sonunda o muhteşem yaratığı gördüğüm anı unutmam zaten pek mümkün değil.

İşte huzurlarınızda o enfes canlı, Totoro Ağacı:


@

Üzerine tıklayıp büyük haline bir bakın. Ağacın ne kadar büyük olduğunu anlatmam güç. Arabayıp park edip Serdar ile altında oturduk bir süre. Ağacın haşmeti karşısında küçüldükçe küçüldük. Sonra Miyazaki‘yi, Totoro‘yu filan anlattım ona. “Hmm” dedi.

(Bu arada bu ağaç Banyan ağacı ya da Hint İnciri olarak da bilinen, latince adı Ficus benghalensis olan ağaçlarmış. Bir ara Hilo’ya bunlardan birkaç tane ekilmiş, çok ciddi birkaç tsunami atlatmışlar, vesaire. Ağacın anavatanı Hindistan’da ölümsüz olduklarına inanılıyormuş (ben de altında iken ben de aynen öyle düşünmüştüm) ve ulusal olarak kutsal sayılıyormuş).

***

Tüm yolculuğumuz esnasında dört adet otostopçu aldık arabamıza. İlki üzerinde kapşonlu bir Harvard hırkası olan bir abla idi. Birkaç ay önce pılını pırtısını toplayıp Atlanta’dan buraya gelmiş. Sanat eserleri pazarlamacılığı yaparak kendine bir hayat kurmaya çalışıyormuş. Hilo’nun ne kadar harika bir yer olduğundan bahsedip durdu. Atlanta’dan sonra daha kötü bir yere gitmek mümkün olmadığı için Hilo’ya dair söylediklerine pek ehemmiyet vermedim. Sonra New York’lu bir grup aldık, içlerinden birisi üç ay önce gelmiş, burada çalışmak ve burada yaşamak istiyormuş, hala iş bakıyormuş, fakat çok mutluymuş filan. “Hilo süper” deyip durdu.  Alman bir teyze ile tanıştık. Serdar ile sevgili olduğumuzu sanıp bize gökkuşağı renklerine boyanmış camlar satmaya çalıştı. 8 yıl önce gelmiş Big Island’a. Sonra Detroit’ten gelmiş bir amcayı aldık. Volcano Tree Park isimli bir parkın yakınlarında yaşıyordu. Temizlik şirketi varmış. İyi kazanıyormuş ve çok mutlutmuş. Yoldan bir kilometre kadar içeride yaşadığını öğrenince evine kadar götürmek için ısrar ettik. Evi aşağıdaki fotoğrafta. Hemen hiç kıskanmadık tabi.

1600 yıl önce buraya gelen ve buranın yerlisi olan insanlardan eser yoktu sanki. Herkes dışarıdan gelmişti. Sonra hava limanında birkaç tanesini gördüm. Meğer Hawaii yerlisi kadınlar dünyanın en güzel kadınlarıymıştı. Hatta bir tanesi o kadar inanılmaz idi ki anlatamam; sarışın Amerikalı bir amca ile evlenip dünyanın en güzel çocuklarını yapmışlardı.

İstikamet lavların denize aktığı yer di. Fakat yolda küçük bir parkta durup patikadan çevresini dolaştık, enteresan idi. Size her iki kilometrede bir iklim ve doğa örtüsünün değiştiğini söylemiş miydim?

Lavların denize döküldüğü yer şurada bir yerde idi. Biz de sahil kenarından oraya doğru gidiyorduk. Bir ara yolu kaplayan ağaçların muhteşemliğine daha fazla dayanamayıp “burada iki dakika dursak, ben bir fotoğraf çeksem” dedim. Serdar da her durduğumuzda sigara içen bir tiryaki olduğundan “tabi” dedi. Ben biraz oyalandıktan sonra bir bakındım Serdar yok ortalarda. Sonra bana seslendiğini duydum, sol taraftaki ağaçların arasından, okyanusun olduğu istikametten.

Bir de gittim ki ne göreyim, Serdar her ileri gidişinde falezlerden aşağısını görebildiği upuzun bir salıncak bulmuş sallanıyor. Sen tut salıncağın olduğu yerde dur. Müthiş.

***

Lavların döküldüğü yere yaklaştıkça yeryüzü şekilleri değişmeye başladı tabi. Artık yakın tarihlerde soğumuş lavların üzerinde idik. Gerçekten garip bir his. İkimiz de fotoğraf çekip durduk.

Okyanus kenarına varıp da lav filan olmadığını görünce çok bozulduk. Meğer yanlış gelmişiz. Bu bizim yanlış geldiğimizdeki üzüntümüz (şairler burada birbirlerine sesleniyorlar):

Tekrar dönüp yola çıkıp birkaç kilometre daha gidince lavları bulduk. Yüzsüz lavlar okyanusa ulaşma aşkı ile yolu kapatmışlardı. Yer yer kırmızılıklar görünüyor, park görevlileri kimseyi yaklaştırmıyordu. Eğer fotorğafa tıklarsanız sağ tarafta lavların arasında kalmış bir ev olduğunu görebilirsiniz. Bir ara Amerika medyasında buraya ev yapmanın çok ucuz olduğu gündeme gelmiş. Haliyle aktif volkanik arazide hiçbir şeyin güvencesi olmadığı için arsalar ucuz. İnsanlar da gelip “ay bi’şey olmaz gı” diyerek evler yapmışlar. Şimdi teker teker yanıyor bu evler tabi. 20mm’lik lens ile yüzeydeki ısının yarattığı etkiyi, yer yer çıkan dumanları belgelemek çok güç idi ne yazık ki. Fakat bir sonraki fotoğrafta biraz daha net görülebiliyor sanırım.

Bir park görevlisinin bir Kahramanmaraş Dondurmacısı edası ile sopasını daldırıp dize getirdiği bir top magmaya insanların verdiği tepki magmanın kendisinden daha enteresandı.

Deniz kenarına gidemedik. Zaten çok ciddi bir risk almadan magmaya yaklaşmak mümkün olmuyormuş. Risk umurumuzda değildi ama çok da yorgunduk artık (yukarıdaki her şeyi bir günde yapmıştık, nasıl yorulmayaydık).

***

Park görevlisinin verdiği “gece gelin” öğüdünü tutmak üzere yola düştük. Yeterince yaklaşınca bir yerde durup bir şeyler atıştırdık, ben de kainatın en güzel ikinci birasını içme şansı yakaladım (ilki burada idi). Yine yerel bir bira üreticisi, yine ale.

***

Vardığımızda gördük ki ne havanın gündüz bize gösterdiği şefkatinden ne de yanardağ kraterinin efendiliğinden eser kalmamıştı.

Kapkaranlık göğün altında bir Dünya gezegeni. Kabuğunda bir delik. Delikten bir ışık. Hava soğuk.

***

Bu seyahat esnasında, biraz da otostopçuların yaşam hikayelerini dinlerken daha net anladım ki insana değişiklik gerek.. Mutluluk da dahil olmak üzere hiçbir şey kalıcı olmamalı insanın hayatında. Her şey kaybedilmeye müsait olmalı. Bırakmalı, her şey arada bir gitmeli. Gitmeyen kovalanmalı. Gidenlerin çok icap edenleri bir süre sonra geri gelmeli. Gelemeyenin yerine başkası bulunmalı. Evet. İnsan kalışların değil gidişlerin canlısı. Bu garip evrende hasbelkader dünyaya gelmiş ve bu gezegenden ödünç aldığı molekülleri bilinç ile taçlandırmış garip canlı, evet, sana diyorum (şair burada kendisine seslenmektedir): şu kısa ömründe hangi şey hayatında kalıcı olmayı hak edecek kadar değersiz olabilir? “Değerli” yazacakken “değersiz” yazmışsın panpa :) Yok, değersiz yazdım. Eminim. Son kararım. Değer atayan fonksiyonlarımızın formüllerinin paydasının bir yerlerinde bir ‘zamanın karesi’ var. Payda diyorum, zamanın karesi diyorum, yemin ediyorum. Arılar bu işi biliyor arkadaş. İnsan yaşamayı öğrenmemeli. Ama illa öğrenilecekse de bunu arılardan filan öğrenmeli. Vazgeçilinemeyecek nicesi ile ayrılır da yollar, ruh duymaz. Bu hava alanında bunları yazarken bana eşlik eden Ominous Grief’e teşekkürler ediyorum mesela. Our Lady of Darkness nasıl bir şarkıdır? Utanmadınız mı? Peki. Sigarayı bıraktığım gibi bilgisayar bilimlerini de bırakacağım. Müziği bıraktığım gibi mikrobiyal ekolojiyi de bırakacağım. Fotoğrafı da bırakacağım. Bak ben bunları günlüğüme yazacağım. Sen okuyacaksın. Ama gün gelecek okuduğun bu günlüğü de bırakacağım sevgili okur. Zaten ben de gidiciyim. Sen de gidicisin. Nereye gittiğimizin de pek bir önemi yok; neredeyse sırf giderken görmek için bu yolculuk. Gitmeyince görmek de mümkün olmuyor. Gitmek derken gitmeyi de kastetmiyorum aslında. Yine de her koşulda hepimizin yolu açık olsun bence. Ve bu uçak artık kalksın mesela. Bir hava alanında bir Meren de bu kadar kalıcı olmamalı misal, arada bir gitmeli :( İşte o paydadaki zamanın karesi bitirdi bu hava alanını. Yansa umurum olmaz şu noktada. Kazık kadar bir Meren, eşek kadar bir hava alanı, bu ilişkinin bu noktaya gelmesi yakıştı mı? Yakışmadı.

A. Meren Urat

(dönüş yolculuğunun otuzuncu saati

dolaylarında hava alanını artık gitmesine

izin vermeye ikna etmeye çalışırken),

Honolulu, 2011.