Bu yazıda geçen Pazar günümü belgelemeye karar verdim. Bu kadar farazi bir mevzuyu yayınlayabileceğim tek yer bu günlük olduğu için kabak sizin başınıza patlıyor; bu sebeple ziyadesiyle üzgün olduğumu en baştan bilmenizi isterim. Daha önemli işleriniz varsa onlara dönmenizi tavsiye ediyorum.

***

Pazar günü vakitlice kalktım. 7 filan gibi böyle. Önce evde biraz çalıştım. Sonra Woods Hole’un sonbaharı içinde birkaç saat bisiklet sürdükten sonra yolda durup kahvaltılık bir şeyler satın aldım ve günün kalanını çalışarak geçirmek üzere laboratuvara yollandım.

Ofise girdikten sonra çantamı ve içinde çörekler olan kese kağıdını masama bıraktım. Tam kahve ve su almak üzere lab’dan çıkıp mutfağa doğru gitmek üzereydim ki önce montumu filan çıkarıp efendi gibi kapının arkasına asmaya karar verdim (normalde böyle çıkarmayı unutup dışarıdan geldiğim halimle masama oturuyorum, sıcaktan afakanlar basınca da ne var ne yok çıkarıp sandalyenin arkasına asıyorum, onlar da zırt pırt düşüp yerleri temizliyorlar, akşama kadar sinir harbi).

Montu çıkartırken burnuma fena fena kokular geldi. Ortamda kimse olmamasına rağmen böyle bir utanç bastı beni, öyle felaket bir koku. Bir yandan da iki saat bisiklet sürmekle bu kadar terlenir mi filan diye düşünüyorum. Hatta bir noktada acaba ofiste birileri bir şeyler mi kırdı filan diye geçti aklımdan. Burası içi biyolog dolu bir enstitü olduğu için olur olur filan diyorum böyle. Neyse.

Pazar günü nispeten boş olan enstitünün uzun ve karanlık koridorlarından yürüyerek kahve makinesinin de olduğu ortak alana vardım. Kahve makinesin altına koydum bardağı. “Doldur bakalım bana bir chocolate mocha latte telveli Türk kahvesi” dedim. Aslında sade kahveden başka bir şey yapmıyor alet, maksat gönüller bir olsun. O kahvemi hazırlarken ben de o sırada bugün ne işler bitireceğimi düşünüyorum. Salı günü yeni nesil dizileme teknolojileri üzerine bir seminerim var. Daha ortada seminer notları yok. Onları filan yaptığımı, herkese her şeyleri ne de güzel anlattığımı düşünüyorum. Sonra seyircilerden zor sorular gelmeye başlıyor. Güzelim seminer heba oluyor. Hayallerimde bile rahat yok. Daha iyi hazırlanmam lazım filan diye terlemeye başlıyorum. O sırada kahve makinesinden “ustacığım senin karamel kremalı amerikan macchiato über kahvesi hazır” sesi geliyor. Aldığım gibi odama dönmek için koridora atıyorum kendimi. Zira kahve makinesinin olduğu yerde çok rahatsız edici bir koku var. Kesin birileri çöpe yemek atmış Cuma günü. Hafta sonu temizlikçiler gelmediği için kokmuş bütün mutfak. İnsan bilim ile haşır neşir olunca böyle bulmacaları hemen çözüyor işte. Çat çat. Yemek varmış, bozulmuş, kokuyor. Bitti. İçimden o sorumsuzu karşıma bir alsam ona neler neler söylerim filan diye düşünüyor, o bana ukala ukala cevap vermeye çalıştıkça lafları ağzına tıkıveriyorum (şu güne kadar hayallerimdeki neredeyse bütün tartışmaları kazandığım için antrenmanlıyım, büzülüp kalıyor soysuz karşımda, bir daha olmasın deyip affediyorum). Neyse.

Koridorda tuvaletin yanından geçerken “dur ellerimi yıkayayım hazır geçerken” diyerek tuvalete giriyorum. Sürekli bakterilerle çalıştığım için böyle sanki hijyenik filan olmam gerekiyormuş gibi bir kafayı yaşıyorum. Yani bakterilerin çalıştığım kısmı da genetik verileri. Öyle gidip bakterileri ellediğim filan da yok aslında. Maksat obsesiflik olsun.

***

Ellerimi yıkarken aynada sakallı bir adam var böyle. Birbirimizin farkındayız, fakat aramızda bir mesafe. Pek göz göze gelmemeye çalışıyoruz. Garip bir çekimserlik, bir utangaçlık hali. Fakat ayan beyan ortada bu adamın bir derdi olduğu. Yüzü ekşimiş böyle; gözlerine bakmaya gerek yok. Neden? Çünkü lanet olası tuvalet leş gibi kokuyor. Aynadaki adam çok müşkül durumda.

Yani burası epey afilli bir enstitü. Tuvaletler filan her zaman çok temiz normalde. Fakat bugün her şey sırf benim çalışma şevkimi kırmak için el ele vermiş sanki. Başarılı olmanı istemiyorlar Meren, başarısızlık tanrıları kan istiyor. Sizi tatmin etmek için daha ne kadar başarısız olmalıyım? Ortada bir eylem de yok daha; yani şu noktada işlediğim sırf düşünce suçundan ibaret. Benim bu soysuzlardan gördüğüm baskı ve şiddetin yanında George Orwell’in 1984 distopyası Pollyanna’nın “çocuklarımız için nasıl bir gelecek istiyoruz?” kompozisyonu kalır. Bi’ müsaade edin. Aşın bunları artık, açın şu evreni biraz. Yok. Neyse.

Banyodan çıkıyor, koridorda yürümeye devam ediyorum. Beni odama gitmekten kimse alıkoyamaz. Lab benim evimmiş meğersem. Evime gitmeye çalışıyorum. Koridorun sessizliğinde yürürken adımlarımın çıkardığı sesler kalan her şeyi bastırıyor. Neredeyse huzurlu bir atmosfer yakalamak üzereyim böyle. Fakat normalde her adım attığımda duymaya alışık olduğum fırs-fırs / fırs-fırs sesleri yerine fırs-çıpırt / fırs-çıpırt türünden asimetrik bir ses geliyor kulağıma. Şöyle yürürken göz ucuyla aşağıya doğru bakıyorum. Görünen o ki bugün Woods Hole’da her şey Çarşı, ve hepsi bana karşı: sol ayakkabımın tabanından dışarıya otlar fışkırıyor.

Bir külçe çamur ile yolda ne varsa toplayıp enstitüye getirmişim. Çok sinirleniyorum. Aniden yürümeyi bırakıp görünmez bir futbol topuna vururcasına sallıyorum ayağımı. Merkezkaç kuvvetine karşı koyamayan onlarca irili ufaklı çamur parçası ortalığa saçılıyor. Ayağımı sallarken elimdeki kahvenin bir kısmını da yere döküyorum. İyice sinirleniyorum. Yani ben ne kadar sakin olmaya çalışırsam her şey o kadar üstüme geliyor. Şimdi bu kahveyi böyle yerde bırakmak olmaz. E başlamışken yerleri ve duvarları da temizleyeyim bari; o kadar çamuru öyle ortada bırakacak halim yok. Bu arada, lanet olası koridor var ya, LEŞ GİBİ KOKUYOR ARKADAŞLAR. Bütün enstitünün içine etmiş haydutlar. Boyları devrilsin. Hele şu rezaleti temizleyeyim, hayallerimde hepsinin defterini düreceğim. Neyse.

***

Tuvalete tekrar girdiğimde ilk girişimde fark etmediğim bir şeyi fark ediyorum. Yerde çamurlu ayakkabısı ile dolaşmış birisinin adımları var. Artık nasıl “çalışmaya geldim ben” diye göğsümü gere gere yürüyordu isem kendi pisliğimi görmemişim. Tamam, bu çamurlu izler bana ait. Ama çamur da böyle bir fazla killi gibi sanki. Böyle bir acayip bir kahverengi. Sarımtrak filan böyle. Mendebur sanki çamur değil de, …tam bu sırada kafamda bir jeton Inception’daki minibüsün köprüden düşüşü gibi ağır çekimde düşmeye başlıyor. Ben elimde kahve fincanı ve su kabı ile tuvaletin girişinde ayakta duruyorum. Ağzım hafif açık, sol gözüm seğiriyor. Seğiriyor, çünkü hayatımın son on dakikasından kesitler gözümün önünden film şeridi gibi geçiyorlar. Ofis, mutfak, tuvalet derken kötü kokunun gittiğim her yerde olması, koridordaki görünmez futbol topu, attığım voleler ile ortalığa saçılan çamurlar

Eğilip daha yakından incelediğimde yüzüme Saruman’ın kulesinden Ent’lerin yıktığı barajı gördüğü andaki gibi bir ifade oturuyor. Büyük bir naiflik ile çamur sandığım şey aslında lanet olası bir köpek kakası. Aklıma o an giymekte olduğum spor ayakkabılarını alırken labirent gibi olan tabanlarına bakıp “hehe ne de güzel tırtıklı ki bu” derkenki şenliğim geliyor. Bir elimde kahve fincanı, diğer elimde su kabı var. Yani iki elim de dolu olmasa basacağım tokadı kendime.

İlk şoku atlattıktan sonra elimdekileri bir kenara bırakıyor ve söylene söylene ayakkabıyı ayağımdan çıkarıyorum. İnsanlar ellerini yıkadıktan sonra kurulamak için kullansınlar diye orada duran peçetelerle silmeye başlıyorum altını. Ayakkabı olmuş yarım kilo. Öyle böyle değil. Bir yandan çaresizce aralara sıkışanları çıkarmaya çalışırken bir yandan da histerik şekilde yerlere bakıyorum. Kahverengi izler her yerde. O sırada aklıma koridor geliyor. Çıpır çıpır ortalığa saçılan çamurlar… Zincirleme küfür tamlamaları yankılanıyor tuvaletin duvarlarında. Ve koku …. koku dayanılmaz boyutta dostum.

***

Neredeyse 20 dakikalık bir uğraşın ardından ayakkabının altının kabasını temizliyorum. Bir elimde bir avuç peçete, diğer elimde ayakkabı, seke seke koridora çıkıyorum. Koridoru temizledikten sonra ofise dönüp ayakkabının incesi üzerine çalışacağım. O sırada çok tarihi bir an yaşanıyor: bir avcı edası ile iz süren bina sorumlusu yerdeki ayak izlerine baka baka diğer ucundan koridora giriyor. Henüz beni görmüş değil. Acaba bir Cüneyt Arkın hamlesi ile kendimi banyoya geri atabilir miyim? Saçmalama Meren. Sen saçmalama. Şu noktada her şey mübah. Adam ileride bir yerde duruyor. Kafasını yavaş yavaş kaldırdığında göz göze geliyoruz. Fal taşı gibi gözlerle az önce yere döktüğüm kahvenin yanında çömelmiş vahşi bir hayvan gibi göründüğüme eminim. National Geographic sunucusu bu tarihi buluşmanın büyüsü bozulmasın diye fısıldayarak anlatmaya devam ediyor: “günde iki kez kahve birikintisini ziyaret eden Meren hayvanı için koridorlardaki yırtıcılardan kurtulmak, tedirgin yüz ifadesini gizlemek için uzattığı sakallarının tasarrufundadır”. Bu şüphesiz Meren hayvanının bittiği andır sayın dinleyenler.

Yüzünde bir soru işareti ile yanıma kadar gelen temizlik görevlisi sonunda “bu yerdekileri sen mi yaptın?” diye soruyor. Durur mu bunu duyan Nasreddin hoca, yapıştırmış tabi hemen cevabı: “yok, ben yapmadım, ama buralara taşıyan benim” (sitcom kahkahalarından bir bukle).

Kendisine durumu becerebildiğim kadarı ile açıklıyorum. Şöyle oldu da böyle oldu da, insanlar köpeklerinin arkasından nasıl temizlemezler anlamıyorum da. Boş gözlerle beni izlerken içinden de saydırıyor muhtemelen haklı olarak. İzleri ta birinci kattaki ana girişten beri takip ediyormuş. Gitmeden hemen önce “sen uğraşma, pazartesi günü hizmetliler temizler” diyor. Kafa sallıyorum, fakat buraları bu şekilde bırakmam mümkün değil.

***

Seke seke lab’a döndüğümde ayakkabının inceleri üzerinde çalışmaya başlıyorum. Mutfaktan kaptığım bir meyve bıçağı ile lavabonun akan musluğunun altında detay çalışıyorum. İlkokuldaki resim öğretmenim görse gurur duyar. Bu arada bu noktada ayakkabıya harcadığım toplam süre 45 dakikayı geçmiştir yani. Ve en azından bir o kadar daha var. O sırada kendi kendime neden ayakkabıyı çöpe atmak yerine bu kadar uğraştığımı sormaya başlıyorum. Artık çocuk değilim halbuki; nasıl harcayacağıma kendimin karar verdiği bir gelirim var. Eve gittiğimde annem geçen hafta pazardan aldığımız çakma spor ayakkabılarını fisbal maçında rezil ettiğim için kafamda paralamayacak… Ama yok. Orada lavabonun başında kendimi paralıyorum elin köpeğinin ettiği yüzünden. Kimileri ayakkabısız geziyor. Kimileri bu pisliğin içinde yaşıyor. Ben de bir insan böyle, az önce kelimenin sözlük anlamı ile boka basmış, çocukluğundan kalan ayakkabı hikayelerinin etkisinde harcadığı emeğin ayakkabının fiyatını çoktan geçtiği çaresiz bir savaş veriyorum. Travmalar, travmalar.

Ama bir şey söyleyeyim. Bu durum, yani bana verilen maaşı bir aydaki toplam iş saati sayısına böldüğüm durumda, bu ayakkabıya harcadığım sürede kazandığım paranın aslında bu ayakkabının ederinden daha fazla olduğunu idrak edip temizlemekle daha fazla uğraşmak yerine onu çöpe atma fikri aklıma makul bir alternatif olarak geldiğinde, bu düşüncenin temelindeki bir şeylere dair hissettiğim tiksinti, neredeyse o sırada haşır neşir olmak zorunda kaldığım pisliğe duyduğum tiksintiyi geçti. Bu ayakkabı hiçbir yere gitmiyor. Gerekirse iki saat daha harcayıp onu pırıl pırıl yapacaksın. Onu çöpe atmayarak güya cebinde kalan parayı da Sınır Tanımayan Doktorlar’a bağışlayacaksın. Yıkıl şimdi karşımdan. Şımarık piç seni.

Ondan sonrası meditasyon gibiydi zaten. Köpeğin sahibine ve içinde bulunduğum duruma olan kızgınlığım filan geçti. Teslim oldum. Eğer kainat beni köpek kakası ile eğitmek istiyorsa bana pok yemek düşerdi. Elimde meyve bıçağı en ince detaylarına kadar her yerini temizledim ayakkabının. Üstüne metil alkol ile temizledim bir de. Sonra kazağımın altındaki tişörtü çıkarıp yer bezi yaparak metil alkol şişesi elimde lab’ın yerlerini ve koridoru temizledim. İnsan dizlerinin üzerinde adımlarını geriye doğru takip ederken çok şey öğreniyor hayata dair. Mesela yürürken de amma çok adım atıyormuşuz meğer. Gören de bir yere gittiğimizi sanır.

***

Koridor bittiğinde meditasyon halinden çıkmış gerçek dünyaya geri dönmüştüm. Ancak ondan sonra kokunun hala sürmekte olduğu gerçeği bana garip gelmeye başladı. Aşağı eğilip kokunun kaynağını tespit etmeye çalışırken bir de ne göreyim, pantolonumun paçasının arka tarafı olduğu gibi batmış. Ayakkabı filan tamam da, oraya nasıl gelmiş olabilir anlamıyorum. Üstüne bunca zaman gözümden kaçmış. Apar topar pantolonumu çıkardım ve lavaboda paçasını yıkamaya başladım. Bu sırada koridorda yürüyen birisinin sesini duyduğumu sandım. Panik oldum. Suyu kapattım hemen. Evet, birisi yürüyordu. Yanında dikildiğim ve koridora açılan kapının yarısı buzlu cam böyle. Yürüyen kişi Meren’in kapısının önünden geçerken donu ile orada dikilen bir beden görür, Pazartesi günü bu enteresan gözlemi lab’ındaki insanlarla paylaşır, olaylar gelişir. Rüya görüyor olsak burası “Hayıııır” diye kan ter içinde uyandığımız yer yani.

Kapının önünden çekildim hemen. Hatta korkumdan taa masamın arkasına kadar gittim. Böyle Breaking Bad isimli dizinin afişindeki kimyager gibi iç çamaşırımla dikiliyorum. Elimde silah yerine paçası köpek kakalı ıslak bir pantolon var.

Adımlar kapının önünde yavaşlayınca bu işin kapının açılmasına kadar varacağını anladım. Victor kapıyı açtığında sandayesine oturup vücudunun donkilot kısmını başarıyla masanın altına saklamış bir Meren gördü. “N’aber Meren“. Lan. Ne diyeyim ben sana şimdi? “İyidir Viktırcığım, sen gelmeden önce pantülümü yıkıyordum şu yanındaki lavaboda“… Demedim tabi öyle. Konuşmama hakkımı kullandım. Burada öyle hakları var insanların. Yüzümde son derece saçma bir ifade var muhtemelen. Benden bu soruya bir yanıt çıkmayacağını anladı çocuk. “Ee, yelkenliyi aldınız mı?” dedi.

Ben orada muhtemel bir cinsel taciz davasını masam ile örtmeye çalışıyorum, adam bana yelkenli diyor.

Bu arada evet, buradaki Fransız bir arkadaşla kafa kafaya verip yelkenli almaya karar verdik. Tam istediğimiz gibi bir tanesini de bulduk; hem de tam tamına 1 dolara (burada insanlar kullanmayacakları yelkenlilerin kış barındırma masrafı ile uğraşmamak için bedavaya veriyorlar böyle). “Durumu iyi, ama biraz bakıma ihtiyacı var” demişti yelkenlinin sahibi, biz de “ne olacak, bakıma ihtiyacı varsa bakımını yapıveririz” diyerek 150 kilometre uzaktaki yelkenliye bakmaya gitmiştik. Fakat yelkenliyi gördüğümüzde hayallerimiz suya düşmüştü. Zira “biraz bakıma ihtiyacı var” denilen yelkenlinin içinde biriken yağmur suyu altından sızıyordu. Durumun vahametini Loïs’in “abi o ayağındaki köpek kakası mı?” dercesine bakan mahzun gözlerden okuyabilirsiniz (adam geleceği görmüş):

Çok fazla bakıma ihtiyacı olması dışında yelkenli tam istediğimiz gibiydi aslında..

Enstitüdeki biçok kişi gibi Victor da bir Fransız ve bir Türk’ün giriştiği fıkra gibi yelkenli macerasından haberdardı. Dolayısıyla yelkenliyi sorması son derece mantıklı idi, ama zamanlama konusunda çok ciddi sıkıntılarımız vardı.

***

Victor alamadığı yanıtların şaşkınlığı ile odayı terk ettikten sonra apar topar pantolonu yıkamaya devam ettim. Nafile idi. Hayatta yapabildiği tek dişe dokunur iş klavyenin düğmelerini dövmek olan hanım evladı ellerim saatlerdir ayakkabı temizleyerek, yerleri silerek, pantolon çitiliyerek dermansız kalmış, derisi ise alkol, sabun ve sıcak suyun etkisi ile müşamba gibi olmuştu.

Ayakkabıyı bir poşetin içine koydum. Islak pantolonu ise başka bir poşetin içine koydum. Dahiyane bir çözüm ile yağmurluğumu kollarından belime bağlayıp, ön taraftan da fermuar ile olduğu kadar ilikledikten sonra bisikletime atladığım gibi yalınayak bir şekilde buz gibi havada pedal çevirmeye başladım. Bir İskoç asaleti ile döndüm eve. Mahalleli gaydalar eşliğinde karşılasa yeri vardı.

***

Aynı gece bir akşam yemeğine davetliydim işte. Bari duş alırken küvetin içine oturup ağlayayım da bu güzide güne alternatif sinemaya yaraşır bir kapanış aşkedeyim diye hayaller kurarak banyoya girdim. O bile olmadı. Bugün bana başarıların en küçüğü bile haramdı.

Akşam yemeğine gittiğim evin kapısından girdiğimde Shawshank Hapishanesi isimli filmde kanalizasyon sularının içinden özgürlüğe kulaç atmış Andy Dufresne gibiydim. Banyomun yağmurlarında yıkanıp da gelmiştim.

Ev sahibi yemeğe başlamadan hemen önce “ee, günün nasıldı Meren?” diye sordu.

Cevab veremedi.