Bisikletmin tekerleği patladığı için uzun süredir işe yürüyerek gidiyordum. Bu süreçte yürüme yolu olarak doğanın içinden giden bisiklet yolu yerine araba yolunu tercih ettiğim için, üstüne hafta sonları da dahil olmak üzere laboratuvarı gece 9-10’dan önce terk etmediğim için, koskoca sonbaharı kaçırmışım. Bugün lab’dan hava aydınlıkken çıktım, eve gelip bisikletimin tekerleğini tamir ettim ve uzun bir süre sonra ilk kez bisikletimi bisiklet yoluna doğru sürerken, doğanın ayaklarımın altına kilim gibi serildiğini görüp eve döndüm ve fotoğraf makinemi aldım.

Ev demişken, geçtiğimiz süreçte daha önceki günlük yazılarından birisinde bahsettiğim evden çıkıp laboratuvarıma daha yakın bir eve taşındım. Zaten o yüzden bisikletimin tekerleği o kadar uzun süre patlak kalabildi; artık laboratuvara yürüyerek gidebildiğim için, bisiklet de zaruri bir araç olma niteliğini kaybetti (hem artık market alışverişi yapmadan yaşamayı da öğrendim, şu pilav yapan aletlerden aldım bir tane, sabah akşam pilav yiyorum, bence süper fikir, kim düşünmüşse çok aferim).

Bu evi bir ev arkadaşı ile paylaşıyorum. Kendisi kuantum fiziği üzerine yıllarca çalıştıktan sonra “bundan sonra başka bir adam olacağım, atom fiziğine de profesörlüğe de lanet olsun” diyerek akademiyi geride bırakıp çat diye balıkçı olmuş birisi. İsmi Nathan. Çok da iyi bir balıkçı bu arada. Evin duvarlarında üstünde kendi boyunda balıkların yanında çekilmiş fotoğrafları olan gazete sayfalarına rastlamak mümkün, yine de ilk tanıştığımızda büyüklük bende kalsın diyerek dilediği taktirde balıkçılık konusundaki tecrübelerimden çekinmeden faydalanabileceğini söyledim (hehe). Birkaç saniyelik South Park sessizliğinin ardından teşekkür etti. Nazik bir arkadaşımız kendisi. Bir ara sırf onun üzerine bir fotoğraf projesi yapacağım için fazla detaya girmiyorum.

Evimizi elektrikle değil, Nathan’ın bölgede ağaç kesen ekipleri takip edip pikapının arkasında evin bahçesine taşıdığı odunlarla ısıtıyoruz. Bu yüzden bacamız tütüyor.

Nathan’ın biriktirdiği odunların da şakası yok. Evin çevresinde bilimum odun öbeklerine rastlamak mümkün. Bu arada daha önce hiçbir fikir sahibi olmadığım bir konuda yeni şeyler öğreniyorum ben de. Mesela evin içinde iki haftalık odun stoku bulunduruyoruz, kullandıkça dışarıdan yenisini getiriyoruz. Böylece şömine yanarken dışarıda aylarca beklemiş olan nemli odunlar yanma sıraları gelene kadar kuruyorlar. Bu sayede hem evin nem dengesi korunuyor, hem de kuru odunlar geride daha az kül bıraktıkları için şömineyi temiz tutmak daha kolay oluyor filan.

Bu arada şömine de epey afilli. Öyle Amerikan filmlerinde zengin beyefendi ile zevcesinin dağ evlerinde karşısında şampanya tokuşturdukları, önünde ayı postu serili şömineler gibi değil (ona buna gidip “ee, şömineli eve çıkıyorum, artık bi şampanya içmeye gelirsin Burcucum” dedikten sonra aşağıdaki manzara ile karşılaşınca epey hayal kırıklığına uğradım tabi). Böyle kapalı bir haznesi var kendisinin. İçine odun atmak için kapağını açmadan evvel üstteki kollardan birisini başka bir konuma getirmek filan gerekiyor (afilli diyorum işte, kollar filan böyle). Kapak kapalı iken odunlar çok yavaş ve çoğunlukla alevsiz yanıyorlar. Ayrıca bu arkadaş sıcak havayı doğrudan bacaya göndermek yerine yavaşlatıp, etrafını saran borular içinde gezdiriyor, o sırada da boş durmayıp alt kısmından içine çektiği soğuk havayı, bu boruların sıcaklığı ile ısıttıktan sonra üst kısmındaki fan yardımı ile ortama geri iade ediyormuş (insanın yatarken dizini kırıp sağ ayağını sol bacağının altına sokup ısıtması, sonra da ısıttığı o ayak ile diğer ayağını ısıtması gibi (akıllı tasarım)). Fotoğrafı aşağıda. Geniş açı lensimi takmaya üşendiğim için bari birkaç fotoğrafı birleştirerek panorama yapayım dedim, çekerken dikkat etmediğim için orası burası bölük pörçük oldu. “Acaba şair burada bayrağa mı sesleniyor” diye düşüncelere dalmayın diye diyorum.

Odunla ısın, pilavla beslen, bisikletin tekerleği patlayınca lab’a yürüyerek git; böyle basit bir yaşantım var işte. Mesela bu aşağıdaki de hemen evin önünde duran yağış tahmin ünitem. Başta vizyonsuz bir takım kişilerce el arabası olarak dizayn edilmiş bu ünitemizi yağmurun ne zaman duracağını tahmin etmek için kullanıyoruz. Eğer yağmur yağmıyor ve ünitemiz boş ise “yağmur yağabilir“, eğer yağmur yağıyor ve ünitemiz az dolu ise “bu daha yağar, ama biraz yağmayabilir de belki“, eğer yağmur yağıyor ve ünitemiz böyle ağzına kadar dolmuşsa “ya, var ya, yani kesin durur bu yağmur, biraz çok yağmış bak, yeter gari” şeklinde okuyoruz. Bence harika. Ve inanmazsınız, ben dışarıya çıkmadan 15 dakika önce yağmur yağıyordu. Bunu böyle dolu görünce “bu kesin durur az sonra” demiştim. Nitekim durdu. Yani %100 çalışıyor. Şahitleri var.

Benim odamın dışarıdan görünüşü aşağıdaki gibi. Böyle üç duvarı pencerelerle dolu. Tavan arasında da bir sincap ailesi yaşıyor. Elemanlar gecenin bir yarısı tavanın bir köşesinden diğer köşesine doğru fıtı fıtı koşup sonra geri dönüyorlar. Sincaplar deli. Ne yaptıklarından haberi yok hayvanların. Ben de böyle insanım, aşağıda birbirine paralel 6 yüzeyin arasında kalan hacmi odun yakarak ısıtıyor, sabahları kalkıp elektronik eşyalarımı içine doldurduğum bir çantayı sırtlanıp bir yerlere gidiyor, hava karardıktan sonra geri filan geliyorum. Sincaplar gibi değilim. Ne yaptığımı çok iyi biliyorum ben.

Oda evin bir parçası olduğu kadar doğanın da bir parçası. Zaten üç tarafı bitkilerle çevrili, üstüne bir de dış cephe ve çatıda yosun besliyoruz. Hatta tavan arasında da bir sincap ailesi ağırlıyoruz işte. Sincaplara sorsan “bizim ev doğanın bir parçası olduğu kadar da şu evin bir parçası, dört duvarımız bir de çatımız var, üstüne bir de içinde bir insan yaşıyor” derler. Deli oldukları kadar küstahlar da.

Fakat asıl doğa odamın içinde. Birkaç yıl önce Barhal’dayken Ahmet Amca’nın elimize tutuşturduğu altın otları artık kurumuş, bir küçük strafor parçasının üzerinde Barhal’ı ve eşsiz doğasını temsil ediyorlar. Baraj projeleri yüzünden Barhal Vadisi’nden eser kalmadığı bir dönemde bu otları fahiş fiyatlarla eBay’de satıp aynen şirketlerin yaptıkları gibi parasını verip TBMM’den satın alacağım vekillerle bugün baraj projelerini halkın ve sivil toplum kuruluşlarının tüm çabalarına rağmen çatır çatır sürdüren iradeyi bulup başına çorap örmek gibi planlarım var. Ayrıca straforun üzerinde durduğu kitabın havada asılı durduğunu gözden kaçırmadığınızı ümit ediyorum. Havada duruyor. Şahitleri var.

Neyse.

***

Sırf solmuş yapraklar üzerine bir fotoğraf projesi yapasım var. Misal, şu şarkı beynimin neresindeki nöronları harekete geçiriyorsa, solmuş yapraklar da aynı yerine hitap ediyor. Arkadaşlar, bu yapraklar, sırf hep orada olduğu için varlığını unutma raddesinde kanıksadığımız değişimi bize hatırlatmak için soluyorlar, lütfen kendilerine gereken ehemmiyet gösterilsin (hanım koş, Meren antropomorfizmin gözüne vuruyor). Tamam tamam. Ne haliniz varsa görün.

Eve fotoğraf makinemi almak için dönerken aklımda aslında tam olarak bu fotoğraf vardı, döndüm çektim. Kapanışı da onunla yapayım dedim (hatta belki isteyen olur diyerek yüksek çözünürlüklü bir kopyasını da buraya koydum.

(birisi şu yazıyı okuduktan sonra yorumlar kısmında “bisiklet düşmanı” diyerek bana saydırmış olan Ebru Satır’a haber versin, gelsin barışalım).

***

Bu arada bir süredir günlüğe ilgi gösteremediğimin farkındayım. Fakat son zamanlarda başka mecralarda aktif idim. Mesela,

Yani size günlük üzerinden ilgi gösteremiyorum, ama bunlar da hep siz okuyun diye sonuçta.