Son zamanlarda fotoğrafa olan ilgim epey azaldı. Bu durum, fotoğraf çekmeyi ve fotoğrafı aslında ne kadar çok sevdiğimi hatırlatan olaylar olmadığı zamanlarda pek aklıma gelmiyor açıkçası. Paşa paşa laboratuvarda deneyler yapıyor, ya da uzaktan tedirginlikle takip ettiğim ülke gündemine dair bunun gibi yazılar yazıyor, velhasılı hayatı bir sincap gibi yaşıyorum.

Geçenlerde bir gün Duygu insanı ile New Orleans’ta doktoralarımızı yaptığımız günlerden tanıdığımız tatlı ve eski bir arkadaşımız olan Amanda Alba’dan bir e-posta aldım. Anlaşılan Amanda’ya yıllar evvel “eğer bir gün evlenecek olursan, düğün fotoğraflarını ben çekeceğim” diye söz vermişim. Amanda e-postasında “Ryan bana evlenme teklif etti, birkaç aya evleneceğiz, sözünü tutacak mısın?” diye soruyordu. Eh, söz vermişsek o söz tutulacaktı elbet (şaka şaka, öyle konvansiyonel ahlak kurallarının dikte ettiği davranışları ayaklarına pranga eden bir Paladin değilim, ama Colorado’nun güzide ili Boulder’da evlendiklerini duyunca hayır demem mümkün değildi (çünkü böyle şirin bir yer Boulder)).

***

Muhterem asistanım Duygu insanı kişisi ile beraber Amanda ve Ryan’ın bizim için ayırttığı odada  son hazırlıklarımızı yaparken Duygu şöyle bir fotoğraf çekmiş, daha sonradan fotoğrafları tek tek incelerken inanılmaz hoşuma gitti:


© B. Duygu Özpolat

Fotoğrafı ne kadar çok sevdiğimi, işte böyle kareler gördüğümde hatırlıyorum.

***

Peki. Aşağıdaki kişi Amanda. Süslenmeye başlamadan hemen önce, fotoğraf makinemle tetikte beklerken “ee Amandacığım, heyecan var mı” tadındaki klişe bir soruya yanıt verirken (fotoğrafa yansıyan Amanda’nın “olsa dükkan senin” sevimliliği olsa da epey heyecanlı idi aslında):

Amanda değişik bir insan. Kendisi üniversitede teoloji okumuş. Bildiğin ilahiyat fakültesi mezunu yani. Ben onunla tanıştığımda ise üniversiteden mezun olmasının üzerinden kısa bir süre geçmişti. Fakat Amanda sinyal işleme ve makine öğrenimi konularında çalışan bir bilgisayar bilimleri laboratuvarında araştırmanın biyoloji ve biyokimya ayağı ile ilgili deneylerini yapan bir teknisyen olarak çalışıyordu. Bu lab macerasından sonra da hemşire olmaya karar verip eğitimine devam etmek için New York’taki Columbia Üniversitesi’ne gitti.

Amanda’nın hikayesini çok öğretici buluyorum. Türkiye’de İmam Hatip liselerinde eğitim görenlerin üniversiteye giriş sınavında son derece ilkel ve absürt bir anlayış ile puanları kırılırken, ABD’de doğan bir kişi kariyerine din eğitimi ile başlayıp daha sonrasında ise istediği yöne doğru özgürce gidebiliyor. Eğer Amanda Türkiye’de doğmuş olsa idi, büyük olasılıkla ilahiyat fakültesinin hemen ardından iş hayatına bir “ev kadını” olarak atılacaktı… Ev kadını olmakta bir sakınca yok tabi. Fakat toplumun, insanlar başka bir şeyler olmak isterken onları ev kadını olmaya mahkum eden kısıtlar ve yönetmelikler ile barış içinde yaşıyor oluşunda epey büyük bir sakınca var. Neyse. O konuda birçoğumuz sınıfta kaldık.

Bu da Ryan (çok uzun uğraşlar sonucu bağladığı papyonu ile gurur duyarken):

Ryan bir belgesel yönetmeni/yapımcısı. Örneğin yönetmenliğini yaptığı Katrina Belgeseli 2009’da Zürih Film Festivali’nde En İyi Belgesel Film dalında ödül almıştı. Papyon konusunu unutacak olursak o da başarılı filan bir abimiz yani.

***

Amanda ve Ryan’ın evlilik merasimi ile ilgili en tatlı detay, merasimin Boulder’a iki saat uzaklıkta, kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağ başında konuşlanmış olan bir şapelde gerçekleşecek olması idi. Şapelin fotoğrafı, muhterem asistanım Duygu insanı kişisi hanımın fotoğraf makinesinden gelsin:


© B. Duygu Özpolat

Dağ başı derken şaka yapmıyorum, küçücük şapelin girişindeki duvarda aşağıdaki not yer alıyor (“lütfen kapıyı kapalı tutun, içeri hayvanlar giriyor, teşekkürler“):

***

Şapelin içinde ve evlilik merasimi esnasında hiç flaş kullanmadım (oha meren, kullansaydın bir de? (hanım, bak bu Meren normal olanı yapışını meziyetmiş gibi sunmayı çok iyi biliyor, sonra okuyanlar da başkalarına “ay Meren mi? çook efendi bir insan, çok da düşüncelii, muniis, kedi böyle” filan diyollar işte (görüyorum ki Büyük Millet Meclisleri’ni dolduran kavun, karpuz gibi insanların sık sık üstünden prim yaptığı totolojiden ekmek yemeye çalışan ben olunca hiç acımıyorsunuz :( çok istirham ediyorum))). Flaş kullanmadım diyordum, çünkü takip eden fotoğraflardaki cici tonları, dışarıdaki ışığın aşağıdaki gibi camlardan geçerken uğradığı değişikliklere borçlu olduğumu söylemek üzereydim, ama bir rahat vermediniz:


© B. Duygu Özpolat

Bu beyefendi de şapelin müdürü, Sn. Peder Reyis:

Ben onu bu halde, henüz cicili kıyafetlerinin içinde değilken bastığım için aslında bildiğimiz insan olduğunu biliyordum. Dışarıdaki güruh ise bu gerçeği Sn. Peder Reyis Amanda’nın adını iki kez unutup başka isimler uydurunca anladı. Mükemmel şeyleri sevmiyorum dostum. Arada bir unutacak, yeri gelecek saçmalayacaksın, sonra birbirimizi bağrımıza basacağız ve geçecek.

Evlilik merasiminin müziğini aşağıdaki kişi yapıyordu, çok da iyi güzel bir müzisyen kardeşimizdi kendisi, sonra ona bir ayıbım oldu, ama hemen ardından düzelttim, onu da anlatacağım:

***

Merasim tahmin ettiğiniz gibi. Amanda ile Ryan birbirlerine -aslen Amanda’nın ham altından döverek hazırladığı- yüzüklerini takıp bir takım sözler verdiler (o sırada aklıma Mark ve Nathan’ın evlenirken birbirlerine verdikleri sözler geldi, gülümsedim).

Sonra annelerinin yakıp ellerine tutuşturduğu küçük mumlar ile üçüncü bir büyük mumu yaktılar. Daha sonra araştırdım bu mum meselesi nedir diye. Meğer küçük mumlar eşleri temsil ederken merasimin bir noktasında bu mumları kullanarak yaktıkları büyük mum büyük bir aileyi ve birlikteliği temsil ediyormuş. Sembolik olarak bu mumu yaktıkları zaman hayatlarını birleştirmiş oluyorlarmış. Mumdan yukarıya doğru çıkan bokehleri ise sonradan fark ettim, kesinlikle yetenek değil:

Amanda merasim boyunca bulutların üzerinde idi. Aşağıdaki fotoğraf da bunun ispatı gibi:

Sonra gelini öpebilirsin faslı tabi. Bu arada tahmin edebileceğiniz gibi bu fotoğrafları çekerken kimse fotoğrafçıyı beklemiyor. “Öpüşürlerken, yüzük takılırken fotoğraf çekmek şarttır” gibi kurallarım yok kat’iyen, fakat bir anı yakalamak istiyor ve kaçırıyorsanız “Dostum, ablayı bir daha öpebilir miyiz?” ya da “biliyorum yeni taktınız ama şu yüzüklere tüm cemaatin huzurunda bi’ restart atsak?” demek gibi bir lüksü yok belgesel fotoğrafçısının. Bu yüzden, aşağıda zamanlamanın yanında, fotoğrafın sağ köşesinde Ryan’ın, sol köşesinde ise Amanda’nın kız kardeşini de yakalamış olan kritik kompozisyonları istediğim şekli ile yakalamayı becerdiğim zaman çok seviniyorum (hatta öyle bir tatmin ki o sırada kimseye bir şey demeden merasimi terk edip eve filan dönsem yeri (tatmin olunca hep eve döneriz çünkü .. yani ben tatmin olunca dönmeyi düşünüyorum en azından)):

Sonra Amanda ve Ryan alkış ve tezahüratlar arasında şapeli terk ettiler:

Meğersem dışarıda, bu merasime dair çektiğim 200 civarında fotoğraf arasında en çok hoşuma gidecek olanı beni bekliyormuştu:

Rasgele esen rüzgar ile Amanda’nın gelinliği, kolunu Ryan’ın sırtına atar. Son derece mahirâne ve alçakgönüllü bir jest. Ya da diğer bir adı ile “Gelinliğin bu iş tamam hacı ilâmı“.

***

Bu arada son bir olay anlatarak bitirmek istiyorum. Yukarıdaki fotoğraftan sonra otele dönüp parti, yemek, dans olayına girildi. Arp çalan arkadaş ile beraber Çingene Cazı (Gypsy Jazz) icra eden bir grup vardı. Onlar ayrı telden, arpçı kardeşimiz ayrı telden çalıyordu filan. Cazcı kardeşlerden birisi gelip “fotoğrafçı bey, bizim şöyle bir fotoğrafımızı çekebilir mi acaba?” diye sordu. İkinci tekil şahıs yerine üçüncü tekil şahıs formunda kurulan soru cümleleri hep kafamı karıştırır. Bocaladığım belli olmasın diye hemen “e_lbette, neden olmasın_” dedim. Cazcı dadaşlar ile fotoğraf çekimi sona erdiğinde merdivenlerden yukarı çıkmaya başladım. Fakat tam o sırada bir empati ve sosyal gözlem üstadı (ya da duruma göre ‘mağduru’) muhterem asistanım Duygu insanı kişisi hanım beyler bana son derece ince bir şekilde “neden fotoğrafını çekmiyosun abicim? neden neden düzgün bi’ fotoğrafını çekmiyosun? arpçıya yazık değil mi? orda orda sen neden düzgün bi’ fotoğrafını çekeyim demiyosun adama?” der gibisinden kaş göz işaretleri yapınca ben de merdivenlerden çıkmayı bırakıp insanlığıma geri döndüm.

Nerede bir yaşlı görse gidip “bi’ fotoğrafınızı çekebilir miyiiim” diyen Fotokritik fotoğrafçısı misali sual eden gözlerle Arpçıya yanaştım. O da müzisyenlerin o kendilerine has kayıtsızlığı ile kabul etti sağ olsun. Sonra da bunu çektim işte, ve iyi ki de çekmişim (fotoğrafın orijinalını tüm copyright hakları ile beraber ona da gönderdim, fakat bu yazı yazıldığı sırada kendisinden henüz bir ses çıkmamıştı):

Eğer gidip dinlemek isterseniz diye bu arkadaşın şöyle bir kaydını da buldum sizler için: http://thatharpguy.bandcamp.com/track/innishere-live-at-solid-state-depot

Hizmette sınır yok.