Labor Day tatili vesilesi ile üç güne uzayacak hafta sonu tatilimizi -evde bilgisayar karşısında pineklemek yerine- bir “Smoky Mountains” paketine çevirmeye haftalar evvel karar vermiştik. 1750km sürecek bu pakete bir de 2009 model bir Ford Fusion eklenince yolculuk tadından yenmedi (ben yol boyunca benzin tüketimi hakkında söylensem de bu araç Kamil Koç rahatlığı ve Ferrari çevikliği ile gönlümüze taht kurdu (satın almadığımızı, aslında sadece bir haftalığına kiraladığımızı öğrendiğimde ise beni üzüntülere gark etti, o ayrı)).

Cuma günü Duygu’nun uzayan lab toplantısı yüzünden biraz gecikmeli olarak yola çıkınca yolun büyük bir kısmını gece katetmek zorunda kaldık (bir kaç gün evvel istifa etmeden önce NASA’nın Stennis Uzay Merkezi’nde çalışan Murat Gündüz de bizimle geliyordu; arabayı onunla değişerek kullandık). Yine de Smoky Mountains yöresine vardığımızda hepimizin gözünden uyku akıyordu. Yürüyeceğimiz parkurun GPS koordinatlarının yanlış olduğunu keşfettiğimizde ise saat yerel saat sabaha karşı üçü geçmişti (yolculuk aksilikler ile başlamıştı, fakat İspanya/Fransa macerası bize aksiliklerle başlayan yolculukların süper gittiğini öğrettiği için içimiz rahattı (tamam tamam, sadece benim içim rahattı)).

Gece can havli ile rastladığımız ilk kamp alanına sapıp arabada uyuduk. Zira sonraki gün yürüyeceğimiz yolları düşündükçe uyumak için yeterince vaktimizin kalmamış olması bizi iyice germeye başlamıştı… Çadır filan kurmakla vakit kaybetmeyip arabanın içerisinde uyumaya karar verdik. Bir-iki saatlik uykunun ardından GPS’in azizliği vesilesi ile bulamadığımız buluşma yerini aramaya koyulmak için sabahın köründe uyandık (bu arada nasıl bir yerde konakladığımızı da görmüş olduk (bkz: alttaki fotoğraf)).

Buluşma yeri” diyorum, çünkü Duygu tarafından bize yarışmaya Knoxville’den katılan Erol ve Ayşegül ile buluşacağımız söylenmişti (daha sonra Ayşegül’ün gelemediğini öğrenecek ve Erol’un ise yarışmacı değil daha çok yarışmanın sunucusu kıvamında bir şahsiyet olduğunu anlayacaktık, o ayrı).

Meğer buluşma yerimizden pek de uzak değilmişiz. Uyandığımız yerden çıktıktan on dakika sonra yürüyüş parkurunun başlangıcında idik. Arabamızı park ettik, çantalarımızı hazırladık ve Erol’u beklemeye koyulduk.

Erol da gelince yaklaşık 30 kilometre sürecek olan yürüyüşümüze başladık. Yürüyüşe başladığımız noktada aşağıdaki tabelayı gördüğümde Appalachian Trail‘e ilk kez bu kadar yaklaşacak olmanın heyecanı vardı içimde (sonra o heyecan yerini “bu yokuş ne zaman bitecek laaan” ezgisindeki narâlara bıraktı ve dağ bana dolaylı yoldan “sen kimsin Appalachian kim, önce o sigarayı bırak bakalım” demiş oldu, o ayrı (bir noktada hakkında o kadar atıp tuttuğum Kincaid Lake‘in bile daha iyi olduğunu bile sayıklamıştım yorgunluktan)).

Erol Akçay (soldaki), ODTÜ’den çift anadal yapıp hem Fizik hem de Biyoloji’den mezun olan, üstüne de Stanford’dan bir Ph.D. patlatan, şimdi de post-doc olarak evrim üzerine araştırma yapan çalışkanlığı ile gurur duyulası bir arkadaşımız (“egom ne zamandır şöyle sağlam bir zopa yemedi ayol” diye efkârlananlar CV’sine hızla bir göz atabilirler). Ayrıca kendisi dağcılık ve trekking konusunda da bizden bir kaç gömlek üstün olduğundan kelli dağda o ne derse onu yapmanın hepimiz için pek hayırlı olacağını anlamamız zaman almadı, kaderimize boyun eğdik (Erol’un şurada da bir adet Türkçe günlüğü var).

İlk geceyi geçireceğimiz kamp yerine ulaştığımızda bacaklarımda derman kalmamıştı. Mütemadiyen yokuş yukarı çıkmış, neredeyse hiç düzlük yüzü görmeden, bitireceğimiz parkurun en yüksek noktasına varmıştık. Sigarayı gerçekten bırakmaya işte burada karar verip yanımdaki paketi de bir türlü yanmayan kamp ateşini yakmak için kullandım (çok manâlı bir şekilde işe de yaradı, dakikalardır yanmayan ateş sigara paketini görünce resmen dellendi).

Sağdaki bizim, soldaki ise Erol’un çadırı.

Bizim çadırın öyle ufak tefek görünüşüne aldanmamak lazım, içi müthiş aslında.

İlk gece sabaha kadar yağmur yağdı. Hatta “sabah oldu, artık durayım ben” demedi, yağmaya aynen devam etti. Fakat yolcu yolunda gerek olduğundan yağmur filan demedik ve yollara düştük.

Bu arada Smoky Mountains’ın (“Dumanlı Dağlar”) da neden “Smoky” (“Dumanlı”) olduğunu da sabah kalkınca anlamış olduk. Sis içinde yürümek çok keyifli olmasına rağmen 1500 metre yükseklikteki Gregory Bald’ı hiç bir manzara görmeden geçmiş olmak çok sinir bozucu idi. Açıkçası bu kadar yürüyüp de, şöyle kuzuların yeşil çayırları izledikleri gibi izleyecek bir tane bile manzara göremeyince Duygu ile “nerede o Artvin’deki manzaralar” demekten kendimizi alamadık.

Dünkü tırmanışın tersine bu gün (ve sonraki gün) inişten ibaret olacaktı (bir gün evvel o kadar çok tırmanmıştık ki artık resmen tırmanacak bir yer kalmamıştı (sanki koca Dumanlı Dağlar dize gelmiş, ağlıyor, bizden aman diliyordu (hehe))).

Murat Gündüz (en arkadaki), bu seyahatten bir kaç gün öncesine kadar post-doc olarak Amerikan ordusu için çalışan bir okyanus bilimci (oşinograf) idi. Kendisi şimdi daha süper bir pozisyonda post-doc çalışmalarına devam etmek üzere Almanya yolcusu, ardından da İtalya’ya geçecek. Bu arada gideceği haberi her yere yayılmış olacak ki dönüş yolunda hız sınırının 110km/s olduğu bir bölgede 140km/s hızla radara yakalanmasını bahane eden bir polis memuru kendisine birincilik teli verdi ve iyi yolculuklar diledi.

Erol, bir engeli aşmak için canla başla çalışan Murat ile dalga geçerken (fotoğrafçı olarak yorumumu katıyorum, lütfen taşkınlık yapmayın):

Orman anormal derecede nemli idi. Biz acemiler -tüm uyarılara rağmen- pamuklu şeylerle gidince, ikinci gün giyecek kuru bir şeyimiz kalmamıştı neredeyse (ben çok zeki olduğum için “akşam asarım kurur, n’olcak yani, alla alla” filan diyordum, yağmur yağınca mosmor oldum) (bir de bir şeylerin ıslanmasında yağmurun payı vardı elbette, fakat ıslanmanın sadece dışarıdan değil, terleme ile içeriden de olabileceğini nasıl olduysa daha önce düşünememiştim).

Ben sürekli ekibin gerisinde kalıp fotoğraflar çekiyordum. Böyle bir arkada kalış esnasında güzelim “mat”ımı (çadırda uyurken yere serilen şey) bir şekilde düşürüp kaybetmeyi başardım (Duygu psikolojik olarak -lakırdılar vasıtasıyla- kafamı kırdı, çaresizce bir şeyleri kaybetmekten ne zaman vazgeçeceğimi sordu, kendisine sakin bir şekilde bir şeyleri kaybetmekten çok keyif aldığımı, muhtemelen bundan hiç bir zaman vazgeçemeyeceğimi anlattım (hehe)).

Orman yüzeyi o kadar nemli idi ki envayı çeşit mantara rastladık. Orada burada “Aa Meren mantar fotoğrafçısı olmuş” dedikoduları çıkmasını göze alarak size bir kaç mantar fotoğrafı şeetmek istiyorum (burada ben mantar fotoğrafı çekerken Duygu Vietkong gerillalarının olası bir saldırısına karşın ortalığı kolaçan ediyor):

Mantar

Soldakinin adını bilmiyorum, sağdakinin de adını bilmiyorum ama Şirinler Mantarı filan olsa gerek (bu kadar tatlı görünen bir mantarın insanı zehirlemesinin mümkün olmadığını düşünerek gizlice yemeye karar verdim ama koparmaya kıyamadım):

Alın size bir diğer mantar (daha bir sürü var, ama hepsini gösterip sizi kaçırmayacağım) (bu mantar Smoky Mountains’ın meşhur “Papyonlu Samuray” mantarı (bence kesin öyle)):

Tamam tamam bu son (bunun üzeri şeker gibi tatlı değilse nedir, bence böyle mantarları görür görmez yemeliyiz):

Mantar

Uzun sayılabilecek bir yürüyüşün ardından ikinci geceyi geçireceğimiz kamp yerine vardık.

Kamp alanına biraz erken varmış olmanın sevinci ile Duygu önce günün geri kalanında çantaları bırakıp yürüyebileceğimiz rotalar bulmaya çalıştı, fakat -neyse ki- kısa süre sonra o da oturduğumuz yerde oturup yayılmanın en doğru karar olduğuna kanaât getirdi (bu fotoğrafı çekerken Duygu’nun yüzündeki ışığı görünce altın bulmuş gibi sevinmiştim).

Çadırları kurduktan sonra Erol’un yaptığı çayları içtik. Daha sonra da Erol’un yaptığı yemekleri yiyecektik..

Duygu’nun aşağıda fotoğrafladığım sürprizinden daha sonra bahsedeceğim. O yüzden  şu an sadece bu alan için rezevasyon yapıyorum.

Ekibin %75’i Evrim Çalışkanı, kalan %25’i de Evrim Çalışkanı olmasının önünde hiç bir engel olmayan bir bilim insanı olunca böyle ‘nerd’vari eğlenceler bir anlamda kaçınılmaz oldu:

Ertesi gün yolumuzun kalan kısmını yürürken kendimizi derenin buz gibi sularına bıraktık.

Ayrılık vakti yaklaştıkça daha çok ekip portresi çeker oldum..

Erol ile tanışma şansı yakaladığım, gittiğinde çok özleyeceğim Murat ile gitmeden önce doya doya vakit geçirdiğim, yere yuva yapan eşek arılarına kendimi iki kez sokturtmayı başardığım (bir sağ bir sol bacağımdan) (ne başta nasıl acıdığını ne şu anda ne kadar kaşındığını anlatabilirim), bir şeyler kaybetme geleneğini bozmayarak bir adet mat kaybettiğim süper bir gezi idi. Fakat ne yazık ki bitti ve yeniden gerçek hayata döndük.

Bu arada o ağaçları yerim ben.