Burada kemikleşmiş bir problem olduğunu artık herkes biliyor. Bu mevzu üzerine konuşa konuşa herkesin dilinde tüy bitti. “Ödüle dayalı sistemler bozulmaya mahkûmdur”, “ahbap-çavuş ilişkisinin cazibesine kimse karşı koyamaz” gibi teoriler defalarca dile getirildi. Ama Internet bu konularda bir yazı daha kaldırır bence.

Bu yazı ortaya bir çözüm önerisi atmayacak. Zaten bu mevzular hep iki uçlu değnekler ve eleştirip karşı çıkmak kolay olsa da yerine bir şey bulmak, o yeni sistemin işlerliğini sürdürmesini beklemek zor.

Yine de Fotokritik‘in, muadili olduğu photosig.com, Usefilm.com gibi yabancı sitelerin bir çoğundan kat kat iyi olmasına rağmen Türkiye’de fotoğraf ile yeni tanışan nesle verdiği zararın haddi hesabı olmadığına inanıyorum. Bu arada elbette Fotokritik’teki herkes Fotokritik deneyimlerini bu yazıda bahsedildiği şekilde yaşamıyorlar. Yazı sadece varlığına ve zararına şahit olduğum bir kitle ile ilgili olduğu gibi o kitle de dahil olmak üzere kimseyi suçlamıyorum (ama ortada aleni bir suçlu olmaması bir saçmalık olduğu gerçeğini değiştirmiyor).

Fotokritik olmasa idi bu boşluğu elbette bir başka site dolduracaktı, bu yüzden Fotokritik’e kızmanın, gücenmenin bir alemi yok. Öte yandan Fotokritik bizim coğrafyamızda fotoğrafa “portre fotoğrafı şöyle çekilir“, “manzara fotoğrafı böyle çekilir” eğitimleri veren fotoğraf derneklerimizden ya da adını yakın zamanda tartıştığımız bir rezillik ile duyuran Fotoğrafevi gibi oluşumlardan daha çok zarar vermiş midir, onu da bilemeyeceğiz.

***

Bana göre Fotokritik ve benzeri paylaşım sitelerinin yeni fotoğrafçılara verdiği zararın ne olduğunu açıklayıp bu konuya kendimce bir not düşme işine, “Internet’ten fotoğraf paylaşma” olayına attığım ilk adımları ve yaşadığım deneyimi anlatarak başlayayım.

2003 yılında fotoğraf çekmeye yeni başlamış, yavaş yavaş Internet’te fotoğraf paylaşmak diye bir hadisenin var olduğunu keşfediyordum. O zamanlarda Fotokritik yayın hayatına henüz başlamamıştı (görünen o ki Mart 2004’te açılmış).

O zamanlar Usefilm.com Türkiye’den bir çok kullanıcısı olan uluslararası bir fotoğraf paylaşım platformu idi. Ben de üye olup neler olup bittiğini gözlemlemeye başladım. Sitenin, sitedeki fotoğrafçıların karma puanlarına göre sıralandığı “hall of fame” tadında dinamik bir listesi olduğunu keşfetmem zaman almadı. İlk tıkladığımda ise hayretler içerisinde en tepesinde bizim memleketten birisi olduğunu gördüm. Bu isim Hayri Çalışkan idi. İçimden “vay be, helal olsun” diyerek bu şahsın konumuna fena halde imrendiğimi, büyük bir merakla kendisinin fotoğraflarını incelemeye koyulduğumu hatırlıyorum. On binlerce insanın olduğu bir sitede en birinci fotoğrafçı olmak… Bu bas gitar çalmayı az buçuk öğrendikten hemen sonra Jaco Pastorius’tan Donna Lee yorumu dinlemek gibi bir etki bırakmıştı üzerimde.

Kendisini takip etmeye başladım. Bir yandan da Usefilm.com’a heyecanla gönderdiğim fotoğrafların sadece bir-iki kişi tarafından görüntülenerek sayfaları terk edişini üzüntü ile izliyordum. Bir gün tüm cesaretimi toplayıp Hayri Çalışkan’a bir yorum yazmaya karar verdim. Düşünüp taşınıp, gönderdiği bir fotoğrafa küçük bir eleştiri yazdım kendimce. Etrafımda neler döndüğünün, bu işin raconunun ne öngördüğünün farkında değildim, dolayısıyla puanı da bol keseden vermeyip eleştirim ile tutarlı bir şey verdim (10 üzerinden 5 vermiş olayım mesela). Daha yaptığım şeyin heyecanı üzerimden gitmemişti ki son gönderdiğim fotoğrafın, sitenin en yüce karmalı fotoğrafçısı Hayri Çalışkan’ı misafir ettiğine şahit oldum: kendisine yazdığım eleştirinin aynısını fotoğrafım altına yapıştırmış, üstüne de fotoğrafıma 10 üzerinden 1 puan vermişti… Mesajı almıştım.

O zamanlar Hayri Çalışkana okkalı bir kaç laf edecek kadar kişilikli davranmadığım için utanç duyuyorum. Sanırım Usefilm.com’un en yüce karmalı fotoğrafçıları listesinin bir çıktısını alıp yakama iliştirir diye ürkmüş, belki de daha fenası hatalı olduğumu filan düşünmüştüm, bilemiyorum. Hemen gidip yazdığım kötü eleştiriyi sildim. O da hemen benim fotoğrafım altındaki eleştirisini sildi. Silmekle kalmadı, büyüklük yapıp az evvel 1 puan verdiği fotoğrafımın aslında ne kadar müthiş olduğuna dair bir yorum bıraktı. “10 puan“. Aramızda sözsüz bir iletişim hasıl olmuştu. Fotoğrafım altına yazdıklarının fotoğrafımla ya da şahsımla ilgili olmadığını, Usefilm.com’da geçirdiği aylar içerisinde rafine hale gelmiş görünen etkin bir protokol ile bana bildirmişti Hayri Bey… Mesajı bir kez daha almıştım.

Bir gece önce kocasından boşu boşuna yediği dayağın morlukları ile güne başlamaya hazırlanan bir ev kadınının, kocasının komodinin üzerinde bıraktığı “çok güzeldin, uyandırmaya kıyamadım” yazılı notunu görüp odanın içerisinde mutlulukla dans etmeye başlaması esnasında ortalığa yayılan türden bir kişiliksizlik ve onursuzluk örneği göstererek Hayri Çalışkan’ın fotoğrafına geri döndüğümü, o fotoğrafa aynen onun bana yaptığı şekilde methiyeler düzmekten ve tam puan ile ödüllendirmekten imtina etmediğimi de burada hepinizin huzurunda itiraf etmek istiyorum. Sevgili okur, bu an benim için önemli bir andır. Yıllar boyu içimde taşıdığım bu utanç şu an itibarı ile son bulmuştur (fakat ben nasıl ki bu özgürlüğün tadını sokaklarda cıbıl cıbıl koşmak sureti ile çıkarmıyor ve yazmaya devam ediyorsam senin de bu olayı unutup beni sevmeye devam etmeni bekliyorum). Bu yaptığım şeyden ötürü duyduğum rahatsızlık beni “tam performans” ile çalışmaktan ve belki de günün birinde bir “hall of fame” fotoğrafçısı olmaktan alıkoyacaktı. Oysa atom mühendisi bile olabilirdim.

Şu anda görüyorum ki Hayri Çalışkan ve puan ekonomisi ile kendimi böylesine komik bir duruma düşürerek tanışmış olmam aslında bir talihsizlik değil şans imiş. Zira bu sayede o noktada takılıp kalmak yerine izlemeye ve anlamaya çalışmaya koyuldum. İşleyiş basitti: bir sekreter titizliği, bir memur sorumluluğu ile her fotoğrafı methiyelere boğ, insanlar da senin fotoğraflarını methiyeye boğsun.

Yalandan bir arkadaşlık çemberi içinde dönüp duran bir sevgi seli vardı site içerisinde. 1500’lü yıllarda Nottinghamshire’da yaşamakta olan bir genç gibiydim. Hayatın, içinde doğup büyüdüğüm küçük kasaba ve onun adil kumandanlarından ibaret bir tos pembe olmadığına dair bir takım şüphelerim vardı, fakat bir türlü adını koyamıyordum. Bir süre sonra yanlız olmadığımı, benim gibi düşünen bir azınlığın az ilerdeki Sherwood Ormanı’nda kumandanların dalga geçtiği bir takım değerlerle yaşamak isteyen Robin Hood’ların yaşadığını öğrenecek, ilk fırsatta kendimi bulaştırdığım bu pislikten Andy Dufrain’in yağmur sularında temizlenişi gibi arınarak aralarına kaçacaktım. Cristiano Corte, Rui Palha gibi -hala fotoğrafla ilglenen- arkadaşlar edinecek ve yeni bir fotoğraf vizyonuna kavuşacaktım (zamanın kumandanları ise büyük emekler harcayarak edindikleri ve korudukları “hall of fame” slotlarını başkalarına bırakarak fade-out olacaklardı).

Ama ne yazık ki bu güzel günler benim için kısa sürdü. Artık onarılamaz bir noktaya gelmiş olan çekirdek Usefilm.com topluluğunun çözülmesi ile herkes ayrı bir yöne gitti.

***

Puan temelli ödül sistemlerini bir nevi “ekonomi” olarak görmekte, puanların ise banknotlar olduğunu varsaymakta çok sakınca olmadığını düşünüyorum. Fakat bu sistem istismar olmaya çok açık, çünkü normalde merkez bankaları tarafından piyasaya sürülen banknotların, altın, gümüş, döviz gibi menkul kıymetlerden teşekkül eden bir karşılığı olmasına rağmen bu sistemde site tarafından üretilen ve herkesin cebine doldurulan puanlar, “sonsuz”. Dolayısıyla bu puanları harcamak kimseye bir şey kaybettirmiyor. Bu da bizlerin gerçek hayatta tasarruflu olmak ve gelirimizi iyi değerlendirmek adına yalnızca gerçekten beğendiğimiz, gerçekten önemsediğimiz şeylere yatırım yaparken gösterdiğimiz titizliği tamamen anlamsız kılıyor… Başkalarının size harcadığı puanlar, “günün fotoğrafçısı olmak”, “site birincisi olmak” gibi şöhretleri edinmenizi sağlıyor. Puanların kaynağı sınırsız olduğu için insanları onları sizin için harcamalarına ikna etmek de pek zor değil: vaktinizden başka hiçbir şeye mal olmayan, reklam vazifesi görecek jenerik bir yorum yazıyorsunuz, duymak istediği şeyleri duyan kişi de gelip size bir yorum yazıyor. Çok kolay bir şekilde elde edilebilen karşılıklı bir fayda söz konusu. Makul bir süre sonra sitenin en yüksek puanlı insanların çok büyük kısmı en çok yorum yazan isimlerden ibaret oluyor ve gerçek problem burada ortaya çıkıyor.

Sonra benim gibi yeni birisi geliyor. Bir sitede puan yoluyla ya da halk oyuyla ya da herhangi başka bir yöntemle birinci olmanın iyi fotoğrafçı olmak ile ya da iyi fotoğraf ile hiçbir ilgisi olmadığından habersiz oluyor. Sitenin en önde gelen fotoğrafçılarının kimler olduğunu kısa bir süre sonra öğreniyor. O da ödüllendirilmek, o da tanınmak için o büyük fotoğrafçıların fotoğraflarına ve o fotoğraflara gelen eleştirileri okumaya başlıyor. “Ne güzel tekne”, “ne güzel yaşlı”, “ne güzel vapur”, “ne güzel martı”. Fotoğraf denen hadisenin her gün dışarıya çıkıp bunlardan çekip geri gelmek olduğuna dair bir sanrı hasıl oluyor bir süre sonra. Kalıplar meydana çıkıyor, beyin tembel olduğu için yorum yazma, fotoğraf çekme işini beyinciğe devredip olayı bir el alışkanlığına çeviriyor. Balat gezileri alıyor başını gidiyor, 7 göllerde basılmadık yer kalmıyor. Piyasaya yön veren büyük şirketler ne yöne hareket ederse ufak tefek kârlar ile maliyetini çıkarmaya çalışan ilgiye muhtaç bir kalabalık da onları takip etmeye çalışıyor.

Bu tüketim çılgınlığının bir parçası. Nasıl ki kimi insanlar hayatlarını “bir araba, pembe panjurlu ev, iki çocuk, iyi gelir getiren bir iş, akşamları yarışma programı izleyip yazları Kuşadası’na tatile gitmek, sağlık sigortası, erken yaşta emeklilik” şeklinde paketlenmiş mutluluk tanımlarını satın almak için çalışarak ve etraflarında olan biteni zerre kadar sallamayarak geçiriyorlar, bu ekonomi içerisinde varlık göstermeye çalışanlar da benzer şekilde yeni olanı, farklı olanı, güzel olanı görmez oluyorlar.

Nasıl ki kendisi için paketlenmiş mutluluklar peşinde ömür geçiren kimi insanlar istedikleri vücut şekline sahip olmanın yolunun “fitness centerlar”dan, istedikleri ruh haline sahip olmanın yolunun “yoga merkezlerinden”, istedikleri türden insanlarla bir arada olmanın “starbucks’tan” geçtiğini büyük şirketlerin kontrolündeki medyadan öğreniyorlarsa, benzer şekilde bu ekonominin emekçileri olan küçük fotoğrafçılar da “iyi fotoğraf” ve “iyi eleştiri” tanımlarını sitenin en yüce karmalı, en birinci fotoğrafçılarından bilerek ya da bilmeyerek öğreniyorlar.

Bu siteler içerisinde bu işi çözmenin ne yazık ki yolu yok. En nihayetinde, bence, ortada bir ödül ve yeterince vakit olduğu her durumda kazanan ego oluyor.

***

Ben halâ Fotokritik’e fotoğraf gönderiyorum ve bu gün bütün bunları düşünmeme vesile olan şöyle bir olay oldu: Siteye belgesel kategorisinde aşağıdaki fotoğrafı gönderdim (bu fotoğrafı Barhal seyahati ile ilgili yazıdan biliyorsunuz):

Fotoğrafa gelen tenkitler şöyle:

(…) kolu çıkan bey croplansa daha iyi olurdu (…)

(…) harika bir model bulnussuuz. kadraj biraz sorunlu, sagdaki kolu croplasiniz bile soldaki insanlar fotografin disinda kaliyor. onun haricinde cok net ve renkli bir fotograf (…)

(…) kadraj biraz daha düzgün olyadı harika olurdu. Modelin doğal hali çok hoş (…)

(…) horon tepenler kesik çıkmış (…) sağında solunda duran kişiler yarım çıkmış (…)

(…) iyi bir konu tercihi yapmışsınız. ama kadraj biraz sorunlu (…)

Sanki bütün yorumları aynı kişi farklı fotoğraflara yapmış gibi geldi mi size de?

İnsanlar belli ki beğenmişler, neden olduğunu pek bilmiyorlar ama bir şeyler yazmak istemişler, sağ olsunlar. “Bla bla haricinde fotoğraf çok net ve renkli” diyen bir kişi bile var. Fotoğrafın net ya da renkli olması gibi sıradan tercihler, her nasılsa fotoğrafın değerine endekslenmiş.

Bu fotoğraf ile ilgili söylenecek her şey bunlarla sınırlıymış gibi herkes fotoğrafı kırpmaktan, sağ taraftaki amcadan, sol tarafta kesilmiş insanlardan bahsederek rahatsızlığını dile getiriyor. Bir belge niteliği taşıyan bu fotoğrafla ilgili dikkat çekici şeyler bunlar mı? Dikkatle bakan birisi bu fotoğraftan şunları çıkarabilir bence:

  • Tulum oynayanları dijital kameralar ile çeken insanlar. Belli ki buraya tatile gelmiş olan bir kitle de var burada.
  • Karşıdaki yamaçta bir mahalle var. Mahallenin yıllar boyunca ekilip biçilmiş olan tarlalarının yatakları belli. Çok büyük bir kısmı atıl durumda, sadece bir iki tanesi ekilmiş. Haneler ya tarım ve hayvancılıktan vazgeçmiş ya da köy dışarıya epey göç veriyor.
  • Teyzenin tülbenti, işlemeleri, kızların türbanları. Şehre göçün daha da belirginleştirdiği nesiller arası bir kontrast.

Hepsi bu fotoğrafın içinde, daha da sayılabilir. Fotoğraf başka noktalarda başarısız bir fotoğraf olabilir. Fakat Allah aşkına kim takar adamın yarım çıkmış kolunu.

Ben de zamanında “kadraj eğri“, “kontrast yok” derdim fotoğraflar için. Şimdi utanıyorum. Fakat bunun ne kadar utanç verici ve saçma bir yaklaşım olduğunu görmem için Fotokritik, Usefilm.com gibi siteleri boş verip fotoğraf konusunda okumaya, büyük isimleri takip etmeye başlamam gerekti. Şimdiki sözlerimden de bir kaç yıl sonra utanabilirim, öğrenmenin sonu yok elbette. Öte yandan herkesten bunu yapmasını beklemek de saçma bir noktada, “orada kendi düzenlerini oturtmuş, yuvarlanıp gidiyorlar, sana ne” lafını işitmeyi de hak ediyorum belki.

Fakat ortaya neler çıkarıp ne projelere girişebilecekken abilerinden, ablalarından başkalarının puanları ile tatmin olmayı öğrenenlerin kaybettiği vakti düşününce diyorum ki, bunda can sıkmaya değer bir şeyler yok değil.

Aylar sonra gelen ek: Buraya kadar okuduysanız yorumları okumadan geçmeyin. Birçoğu içerisinde yazıyı güçsüz bırakacak kadar etkili düşünceler var.