Hani geçen gün Chicago’ya gidiyorum demiştim ya, geri döndüm. Yalnız sanki tüm Chicago el ele vermiş, “Meren Chicago’dan bir kucak fotoğrafla döner şimdi” diyenlere karşı yüzüm kara çıksın diye birlik olmuştu. Üzgünüm Chicago, başaramadın. Gündelik fotoğraflar çekmekle kalmadım, bir fotoğraf müzesi ziyaret edip bir de küçük fotoğraf projesi sığdırdım bu bir kaç güne.

Ziyarete gittiğiniz şehirlerde elinizde sürekli fotoğraf makinesi ile gezecek kadar fotoğrafla ilgileniyorsanız etrafınızdaki insanlar bir süre sonra -belki pek de farkında olmadan- sizden onları heyecanlandıran her şeyin fotoğrafını çekmenizi beklemeye başlıyorlar.

Zaman zaman çeşitli mevzuları olduklarından daha karmaşık hale getirme konusunda uzman olan bir kişi olduğum için bir süre öncesine kadar bu durum benim için iki ciddi sıkıntı doğuruyordu. Birinci sıkıntı, vaktimin bir kısmını “acaba bir sonraki ilgimi zerre kadar çekmeyen bir şeyin fotoğrafını çekme tavsiyesini nasıl geri çevirmeliyim” diye düşünerek filan geçiriyor olmamdı; bu esnalarda elimdeki fotoğraf makinesi bir anlamda sosyal bir bariyere dönüşüyordu ve zaman zaman “Meren, çok düşünceli görünüyorsun, buraları pek sevmedin gal…aaa bak şu kuşu çeksene!! amma da konmuş ağaca!” şeklinde diyaloglar hayat buluyor ve beni daha da çileden çıkarıyordu. İkinci sıkıntım ise insanlara defalarca “hayır” deyip, sonra da onların ilgisini hiç cezbetmeyen bir şeyin fotoğrafını çekmek için can attığımda yaşayacakları potansiyel hayal kırıklığının üzerimde yarattığı baskı nedeni ile ne çekmek istediğime de konsantre olamıyor oluşum idi. Benim böyle eften-püften gibi görünen şeyleri hangi noktalara kadar vardırabileceğime dair bir örnek olarak, bir kaç yıl önce bir haftalık bir tatilden -fotoğraf makinesini yanımdan hiç ayırmadığım halde- sadece 5 (yazıyla “beş”) fotoğraf ile dönmüş olmam verilebilir sanırım. Neyse ki şimdi bununla başa çıkmanın yollarını öğrendim (insan bu hayatta her gün yeni bir şey öğreniyor).

Artık yola çıkmadan önce kendimi telkin edip ne yapmak istediğimi düşünüp konsantre olma işini evvelden hallettiğim için, kendimce küçük fotoğraf projelerim üzerinde çalışırken bir yandan da insanların ve olan bitenin, hatta ve hatta onları heyecanlandıran fakat beni pek enterese etmeyen şeylerin dahi fotoğrafını çekecek enerji bulabiliyorum :p

Chicago’ya giderken de aklımda bir fotoğraf projesi vardı. Toplum buna henüz hazır olmadığı için bu yazı ile paylaşmayacağım, bir başka sefere erteliyorum şimdilik.. Gündelik fotoğraflardan kastım da şöyle cici fotoğraflar:

Mesela yukarıdaki fotoğrafta daha önce couchsurfing ile evimize bir hafta misafir olan ve bizi kendisine hasta eden Una isimli arkadaşımız ile Millennium Park‘tayız (Duygu ile Una’nın arka tarafta neden “çak dostum!” moduna girdiklerini ise gerçekten bilmiyorum).

Işığı yakaladığım yerde de hiç acımayıp, çatır çutur çektim üzerinize afiyet (5 günlük ziyaret boyunca 207 fotoğraf çekmişim):

Gündelik fotoğraflar çekmenin de bir hazzı var en nihayetinde. Her yemekte de Ali Nazik yenilmez ki. Hem Ali Nazik’in tadını çıkaran öncesinde ve sonrasında yenilen makarnalar, pilavlar değilse nedir.

Nikon D700‘ün performansından çok memnun kaldım, fakat 24-70 f/2.8 lens ile o kadar ağır -ve büyük- oluyorlar ki profesyonel olmayanların bu lens yerine alternatif mid-range f/2.8 zoom lensleri değerlendirmeleri konusunda ciddi uyarılar ekleyeceğim lens üzerine yazmayı düşündüğüm yazıya. Hakikaten bir noktadan sonra fotoğraf makinesi ile hareket halinde olma durumu çileden çıkarıcı bir hal alıyor.

Chicago gezisi Duygu’nun ayrıntılı planları sayesinde dolu dolu geçti. Kendisinin yaptığı planlar içerisinde beni en çok heyecanlandıran ikinci şey ise şüphesiz Çağdaş Fotoğraf Müzesi’ydi (ilki ise elbette İsveç Mahallesi’ne yapacağımız ziyaretti (dört dörtlük bir gündü, müthişti, vatandaşlık başvurusu yapacak bir yetkili bulamadım, bir tek o çok üzücü oldu)).

Çağdaş Fotoğraf Müzesi’nin beni heyecanlandırmasının en önemli sebebi kendimi bu müzenin uzman olduğu konuda çok yetersiz hissetmem. Ne yazık ki çağdaş sanatı (contemporary art) pek takip edemiyorum ve fotoğraf da bundan payını alıyor. Öyle günlük fotoğraflar çekmek, kendimce bir şeyler yapmak filan güzel de dünyada neler olduğunu da bilmeli insan. Bir ton fotojurnalist, bir o kadar da güzel sanatlarda nam salmış fotoğrafçı ile karşılaşıyorum, fakat yeni yetişen nesil içerisindeki güçlü isimler hakkında hiç bir fikrim yok..

MoCP 1984 yılından beri faaliyet gösteren bir müzeymiş ve çok meşhur isimlerden ziyade kariyerinin ortalarında olan, sivrilen isimlerin eserlerini sergilemeyi tercih ediyormuş.

Şu ana kadar Amerika’da görüp gezdiğim müzelerin en güzel tarafları genellikle çok geniş vizyonlu kuratörlere sahip olmaları. Bu kuratörler uzmanı oldukları alanı sürekli takip edip dikkate değer isimleri çekip çıkarıyorlar. Bu yüzden giderken nasıl isimler ve eserler ile karşılaşacağım konusunda merak içerisindeydim.

Müzenin o sırada gösterimde olan sergisinin konusu da fena sayılmazdı: “Shanghai ve Shanghai’ın Materyal Kültürü”.

Shanghai Çin’in en büyük şehri. On dokuzuncu yüzyılın balıkçılık ve tekstil kasabası, bu gün 20 milyonluk nüfusu ile global ekonominin en üretken şehirlerinden birisi. Geçirdiği hızlı dönüşüm esnasında hem kültürel hem de çevresel boyutta çok ciddi değişimlere ev sahipliği yapmış. Batı kültürüne ait değerlerin Çin’in uzun yıllardır sahip çıktığı geleneksel değerlerini yozlaştırması neredeyse gözle takip edilebilecek bir hızla gerçekleşmiş.. Bir anlamda İstanbul gibi aslında, fakat Shanghai’de yaşanan dönüşüm İstanbul’da yaşanan dönüşümün birkaç katı olsa gerek; zira İstanbul neredeyse tarih boyunca çok önemli bir şehir iken Shanghai bu tip bir kıymete yeni mazhar olmuş.

Ayrıca Shanghai, henüz fazla uzaklaşılmamış olan komünizm ile geç gelen kapitalizm arasında kalıp, işçi sınıfının ayakta tuttuğu bir dünya ile ayaklarını yere teknoloji ile basan bir dünya arasında sıkışmış. Belki bu da onu İstanbul gibi şehirlerden ayıran, onu daha da hassas hale getiren bir diğer nokta. Elbette bu değişime ve onun çeşitli seviyelerdeki etkilere dair en dikkat çekici ayrıntıları bulup ortaya çıkarmak da sanatçıların vazifesi olmuş. Sergilenen fotoğrafların her birinde gerek kültürel, gerek çevresel değişimlere dair tespitler ya da eleştiriler görmek mümkündü gerçekten. Sergi çok başarılıydı ve sayesinde bir ton şey öğrenmekle kalmayıp uzun uzun da düşünme fırsatı elde ettim.

Örneğin aşağıdaki çalışma Isidro Blasco‘ya ait. Kendisi mimari ve fotoğrafçılık ile algının ve gözlemin, fiziksel deneyime öykünen temalarını irdeleyen üç boyutlu eserler hazırlayan birisi. Aşağıdaki eseri de bir çok fotoğrafın ahşap bir iskelet üzerine oturtulması yoluyla hazırlamış. Etrafından dolaşıp üçüncü boyutu deneyimleyebiliyordunuz filan.

Aşağıdaki sergideki fotoğrafların altta olanları Xu Xixian’a, üstteklieri ise Xu Jianrong’a ait. 70’li-80’li yıllarda fotoğraflar çeken babanın yıllar sonra fotoğrafların çekildiği mekânlara giderek şehrin aynı perspektiften, günce portrelerini çeken oğlu. Fotoğraflar şehrin yapısının ne kadar değiştiğini gösteriyor. Son derece sıradan bir fikir aslında. Fakat rastlantı eseri sosyal ve mimari açıdan kıymetli bir kıyas olmuş. Pek etkilendiğimi söyleyemeyeceğim (bu arada bu eleştiri yazma hadisesi insanı bir anda “şu karşıdaki dağları da ben yarattım bu arada, saygılar” ruh haline sokuvermiyor mu, hastasıyım).

Aşağıdaki fotoğraf da çok çok başarılı idi. Zhou Xiaohu‘ya ait. Eser tamamen dijital olarak inşa edilmiş bir eser (uzunluğu 5 metre civarında idi). Xiaohu çeşitli fotoğrafları dijital olarak birleştirmek sureti ile eski ve çağdaş mimarinin farkını belirginleştirmiş. Fotoğraf, geleneksel olanı yutmak üzere olan büyük şehrin yemeğinden bir lokmayı ağzına götürürken resmedildiği bir suç üstü komplosu fotoğrafı gibi olmuş. Hadise gerçekten olup bitmekte olan bir hadise, sadece Xiaohu, kurgusu ile soyutlamaya yeni bir kat çıkmış. İşin güzel tarafı ise bu eserin “fotoğraf” olarak anılması ve fotoğraf müzesinde çatır çatır sergileniyor olması. Kapak bu, döner dolaşır, hak edeni bulur.

Aşağıdaki fotoğraf Yang Fudong‘a ait. The First Intellectual (“ilk entelektüel”), takım elbiseler içinde, elinde bir tuğla tutuyor.

Bu fotoğraftan pek net görünmüyor, fakat kafası kan içinde, pantolonu yırtık (bağlantıya tıklayacak olursanız daha ayrıntılı bir fotoğraf var). Sanki koşup koşup yorulmuş. Bir şeyden kaçıyormuş da, aslında kaçarak uzaklaştığı şeyin, önünde yavaş yavaş belirginleşmeye başlamış olan yeniden o kadar da çok korkunç olmadığını anlamış gibi. Arkasında komünizm, önünde kapitalist düzenin yarattığı ekonomik/sosyal/kültürel bağlam. Elindeki tuğlayı birisine atacak ama, kime atacağını kendisi de bilemiyor sanki. Ortada sahibi olmayan bir suç var. Varmış gibi gösterip aslında içini boşalttığı bireysel özgürlükler ile kapitalizm, arkasında Çin’de bireysel özgürlüklerin tamamına el koyan komünizm. Özgürlükler için laikliğe sarılıp laiklik üzerinden özgürlüklerin çanına ot tıkayan ulusalcılar, özgürlük özgürlük diye bağırıp bu her fırsatta özgürlükleri kısıtlayan dinciler. İkilemler her yerde aynı. Ortada bir özgürlük dedikodusu var, fakat gözle gören, dokunan, sahip olan yok. Komünizm gider kapitalizm gelir, yine halk kaybeder. Şehirler, yaşam stilleri, çevre, alışkanlıklar, ezberler değişir, her şey için bir kılıf bulunur da, o tuğlayı kafasına yemesi gereken bir türlü bulunamaz.

Düşünebilmenin mükâfatı böylesi ikilemlerle yaşamaktan fazlası olmalı. Tertemiz asfaltın üzerinde madara olmuş entelektüelin şaşkınlığı, o ebleh bakışı -ne yazık ki- pek tanıdık..

Slavoj Žižek can sıkıcı derecede mantıklı bir çözümleme sonucunda “resistance is surrender” (“direniş teslim olmaktır”) der, bu fotoğraf ise, Žižek’in bir anlamda optimist sayılabilecek bakış açısına Star Trek’ten bir alıntı ile yanıt veriyor sanki: “resistance is futile” (“direnişin para etmez / bende bu aşk olmasa”). Bir fotoğraf bu kadar mı moral bozar. Kırırım bu müzeyi.

Yang Fudong ablanın diğer fotoğrafları da çok güçlü.

Aşağıdaki sergi Zhang Qing’e ait. Sağ taraftaki monitörler, bir evin içerisine yerleştirilmiş kameralar ile kaydedilmiş videoları oynatıyorlardı. Soldaki fotoğraflar ise bu videolardan yakalanmış görüntüler. Videoda küçücük bir evin içerisinde bam-güm futbol oynayan 6 kişiyi izliyorsunuz. Yatak odasından mutfağa girdiklerinde oradaki monitörlerin birisinden diğerine geçiyorlar. Çok hızlı ve plansız gelişen şehirlerin yaşam kalitesini sekteye uğratan en büyük sonuçlarından birisi de parklar ve spor tesislerinin daha verimli işlerde değerlendirilmesi… Kibrit kutusu gibi evleri ile 500 kişiyi barındırabilecek iki tane apartman kompleksini barındırabilecek bir arsayı basketbol sahası yapmak elbette kimsenin işine gelmiyor. Shanghai’daki durumun da pek farklı olmadığı o kırılgan ev içerisinde topa büyük bir nefretle vuran gençlerin anlamsız ciddiyetinden anlaşılıyordu.

Çağdaş Fotoğraf Müzesi beni bir kaç noktada şaşırttı, fakat genel olarak tatmin etti. Tüm açık fikirliliğime rağmen ortaya konulan eserlerin çeşitliliği karşısında fotoğrafın ne olduğuna dair kafamda oturttuğum tanımı yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissettim. Onların açık görüşlülüğünü kıskandım, kendi dar görüşlülüğüm konusunda hayrete düştüm. İnsan bu hayatta her gün yeni bir şey öğreniyor.

Çağdaş fotoğraf konusunda en önde gelen müzede işte bunlar vardı.

Chicago’nun geri kalanından ise çok keyif aldık. Havası ile Ankara’ya, sayfiye şehri hissi İzmir’e, güzelliği ile İstanbul’a benzeyen bir değişik şehirmiş.