Yaklaşık iki hafta önce Anoush’u görmek üzere Yellowstone’a doğru yola çıktım. Çok uzun zamandır hayalini kurduğum bir seyahatti bu. Yola çıkarken iki tanıdık fenomenin mükemmel orandaki katkısı ile hayatımın en uzun iki haftasını yaşayacağımı elbette bilmiyordum: (1) her yolculuğun kendi içerisinde hayal kırıklıkları ve sürprizleri var, (2) bir şeyi ne kadar çok beklersen evrenin olasılıksızlık motorunun zembereğini kuran kol da o kadar çok çalışıyor.

İşte tam da o zemberek bitirdi beni.

Yellowstone’daki iki haftanın ilkini nereden çıktığı belirsiz bir hastalık, ikincisini ise kalp kırıkları ile geçirdim. İlk yarısı kimsenin inisiyatifinde değildi, fakat nasıl becerdiğimi hâlâ tam olarak bilemiyor olsam da, ikinci perdenin sorumluluğunu üzerime alıyorum. İki hafta ne kadar uzun? O kişiden kişiye, haftadan haftaya deyişir hocam. Öyle kesinlikle. Nitekim son saatlerini yaşadığım bu iki haftaya haddinden fazla hadise serpişti, ölçekler birbirine geçti. Bitmedi 2 hafta 2 yıldır / ömür tükendi ömür tükendi ömür.

Bu giriş gösteriyor ki biraz kayıp bir haldeyim. Evet. Kayboldum. Ben kaybolunca etrafımdakiler de kaybolmuş sayıldı. Okumaya devam ederseniz hayırlısıyla sizi de kaybedebilirim. Artık kazık kadar olmuş birisi olarak kayıp olabiliyor olmaktan gurur mu duymalıyım yoksa utanmalı mıyım şu an tam olarak kestiremiyorum. Ama yazabiliyorum. O yüzden yazıyorum. Siz de okuyacaksanız taşkınlık yapmadan okuyun bak. Çok kasıyorsun Meren, bi’ bırak bak o kendi düşecek. Teşekkürler. Bırak dendiğinde bırakabilseydim atom mühendisi bile olabilirdim.

Bu günlüğün son yazısını yazıyormuşum gibi bir his de var içimde. Öyle olursa da sağlık olur.

***

Yellowstone’a doğru yola çıkmadan önceki 3 hafta boyunca çok yoğundum. Tüm rutin yoğunluklar bir kenara, MBL bünyesinde verilen eğitimlerden birisinde doktoram esnasında geliştirdiğim metot (oligotyping) ile ilgili bir ders verecektim. Eskiden dersine girdiğim insanlar şahidimdir, ders vermeyi hiç beceremem. Tüm bu stres ve yoğunluk esnasında ateşim sık sık 38 derecenin üstüne çıkıyordu, fakat aldırmıyordum. Yani daha Yellowstone’a gelmeden önce sürekli fakat katlanılabilir bir hastalık hali içindeydim. Oha Meren, insan bir doktora filan gi.. Akıl verildiğinde alabilen bir insan izlenimi vermiyorum umarım? Tamam be iyi tamam.

Yellowstone’a geldiğimde hem aniden deniz seviyesinden kalkıp 2,500 metreye çıkmanın etkisi hem de aşırı su kaybı yüzünden, 3 haftadır fazla çaktırmadan devam eden rahatsızlıklarım aniden şiddetlendi. Rahatsızlıklarım şiddetlendikçe ben de yavaş yavaş etrafında olup bitenlerden habersiz bir Théoden’e dönüşmeye başladım. Çok çok özlediğim Anoush’a ve onun Yellowstone’daki yaşantısına soğuk Ankara günlerinde kaloriferin arkasına sıkıştırdığımız kalın tül perdelerin buğusundan bakıyordum.

Anoush elimden tuttuğu gibi beni park içerisindeki bir kliniğe götürdü. Oradaki doktor tam bir tanı koyamasa da su kaybının rahatsızlığımda önemli bir rol oynadığına kanaat getirdi. “Bol bol su iç, bol bol dinlen” öğüdü ile geri gönderdi beni. Çok itaatkâr bir insan olduğum için bol bol su içtim. Vaktim olsaydı bol bol dinlenecektim de. Yatakta geçirdiğim süre boyunca su kaybı ve etkileri ile ilgili okudum. Hatta biraz iyileşir gibi hissedince öğrendiklerime dair bir Facebook notu yazdım. Zira birçok kişinin su kaybından muzdarip olduğunu, fakat bunu fark etmediğini düşünüyorum. Eğer aşağıdaki semptomların bir ya da birkaçı size tanıdık geliyorsa, bunlardan bir ya da birkaçının yaşamınızın integral bir bileşeni olduğunu düşünüyorsanız buradaki Facebook notunu okumanızı, hatta okuması gerektiğini düşündüğünüz dostlarınıza da okutmanızı tavsiye ediyorum:

  • Negatif / depresif ruh hali
  • Sebepsiz yorgunluk
  • Çabuk öfkelenme / sinirlilik
  • Baş ağrısı
  • Uykululuk hali
  • Fiziksel aktivitede isteksizlik
  • Zaman zaman -özellikle ayağa kalkınca- baş dönmesi

Facebook notuna aşağıdaki fotoğraf ilişik. Parktaki ilk günümde çektiğim ilk fotoğraflardan birisi (o esnada uzun bir süreliğine çektiğim son fotoğraf olduğunu henüz bilmiyorum tabi):

“Suyun önemini kavramış bir Bufalo sürüsü ve kendilerini gözlemleyen bir astronom” (lenslere bakıp iç geçiren Meren’den pasif-agresif yakıştırmalar).

***

İnsanlar yukarıda bağlantısını verdiğim Facebook notu altında geçmiş olsun dileklerini iletirken, ben o notu yazdığım günün gecesinde sessiz sedasız tekrar fenalaşıyordum, ve durumumun sadece su kaybı ile açıklanabilecek bir durum olmadığı da böylelikle netlik kazanmış oluyordu (bu arada bunlar olurken Anoush ile ABD anakarasının en ücra noktasındayız (şaka değil: en yakın şehre/kasabaya uzaklığımız 2 saat)).

O gece yüksek ateş sebebiyle gördüğüm korkunç halisünasyonlar ile hayatımın en uzun dakikalarını geçiriyor oluşum yetmiyormuş gibi, bir de bu durum şöyle korku filmi gibi bir örüntü ile birlikte cereyan ediyor: Yatakta yatar pozisyondayken ateş sebebiyle halüsinasyonlar görüyorum. Arada bir tamamen içgüdüsel bir şekilde vücut yatakta doğruluyor. Oturur pozisyonda birden kendime geliyorum ve bir anda nerede olduğumu, saatlerdir halüsinasyon gördüğümü idrak ediyorum. Fakat kan basıncım o kadar düşük ki oturur pozisyonda beynime yeterince kan gitmediği için kendimden geçiyor ve yastığa geri düşüyorum. Yatar pozisyona geçer geçmez bir başka halüsinasyon başlıyor. Memento’yu izlediniz mi? Aynı hesap. Bir süre sonra her oturur pozisyona geçtiğimde “halüsinasyon göreceğim, ne olur bunu unutmayayım, bunu durdurabi…” derken bilincim kapanıyordu.

Bana bunu yapan da benim bu arada: benim beynim, benim bağışıklık sistemim. Buradan hasbelkader kalbini kırdığım, bir şekilde benim yüzümden acı çekmiş güzel insanlara seslenmek istiyorum: hepinizin intikamını söke söke aldığımı tahmin ediyorum, bence artık yeniden arkadaş olabiliriz.

***

Ertesi gün Anoush beni en yakın şehirdeki (Jackson Hole, Wyoming) hastaneye götürdü. Hiç vakit kaybetmeden acil servise girdik. Yoldayken hastanedeki işimiz bir iki saatten uzun sürmez diye hesap ediyorduk, fakat semptomlarım acil servistekilerin kafasını karıştırınca doktorlar geceyi hastanede geçirmem gerektiğine ve tanı koyma konusunda uzman doktorlar tarafından görülmem gerektiğine karar verdiler. Rahatlama ile karışık bir tedirginlik, ve iğneler içinde buldum kendimi.

***

Gözetim için aşağıdaki odaya yerleştirildiğimde Anoush da üzüntü içerisinde hastanenin karşısındaki otele gidiyordu.

Gece saat 02:30. Loş odada gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şey kolumdaki ağrı. İyice incelen damarlarımı bulamayan hemşirenin elindeki iğne ile giriştiği çaresiz sondaj çalışmalarının beklendik bir sonucu olsa gerek. Odada beni izleyen birisi var. 60’lı yaşlarında, kır saçlı, kalender bir doktor amcamız burnunun ucunda yer çekimine meydan okuyan gözlüklerinin üstünden, tedirgin bir çehre ile beni seyrediyor. Elleri cebinde.

– Selam.
– Selam.
– Meren, değil mi?
– Evet.
– Dosyanı okudum. Fakat bana her şeyi bir kez daha anlatmanı istiyorum.

Her şeyi bir kez daha anlatıyorum. 3 haftadır orta şiddette ateşim vardı. Şöyle halüsinasyon gördüm, böyle başım ağırdı, dudaklarım şu şekil şişti, sol kulağımın burası çok acıyor, boğazımın sağ tarafında şöyle bir şişkinlik var. Vesaire, vesaire. Anlattıklarımı sessiz bir şekilde dinleyen doktor bir yandan beni ayak parmaklarımdan saç diplerime kadar kontrol ediyor. Tamamen teslim olmuş durumdayım. Eline kan tahlili raporlarını alıyor. Kulaklarıma tekrar bakıyor. Akciğer filmlerime bakıyor. Sonunda yatağın yanına oturup gözlüğünü çıkardıktan sonra şöyle diyor: “bir problemin olduğu ortada, fakat bu problemin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok“. Eh. Bana da bu yakışırdı zaten.

Kan kültürlerimde bu hastalığın bakteriyel olduğuna dair hiçbir delil yok. Yine de ayrık tanı (differential diagnosis) çalışmalarının diğer alternatifleri devre dışı bıraktığını söyleyerek beni çok yoğun bir antibiyotik tedavisine sokmak istediğini söylüyor. Tamam diyorum. Antibiyotik tedavisi ile beraber ertesi gün ateşim düşmeye, beyaz kan hücrelerimin sayısı normal seviyelere gerilemeye başlıyor. Bir noktada hemşirelere ‘her şey daha berrak görünüyor’ dediğimi hatırlıyorum. Birisi tül perdeyi yavaş yavaş kaldırıyor sanki.

Fakat tam herkes iyileştiğimi düşünürken inanılmaz bir baş ağrısı başlıyor. Onu daha da katlanılmaz şiddette bir mide ağrısı ve nefes darlığı takip ediyor. Bu fiziksel acıyı tarif etmem mümkün değil. İki hemşire sebebi hakkında fikir sahibi olmadıkları bu işkenceyi dindirmek için üst üste üç kez hydromorphone iğnesi yapıyorlar. Sonradan öğreniyorum ki beni o halde gören Anoush o gece öleceğime dair korkularının azat ettiği göz yaşları ile ayrılıyor hastaneden. O sırlarda ben uyuşturucuların etkisi ile içinde yıllarca esir tutulduğu ve az önce biten kurtarma operasyonu esnasında ateşe verilmiş askeri üsse yavaş yavaş uzaklaşan helikopterden bakan bir asker gibi hissediyorum (yavaş yavaş uçuyorum anlayacağınız). Ve kepenkler kapanıyor, ağır ağır.

Ertesi gün uyandığımda yürüyebiliyorum. Hatta koridorun sonuna gidip hastanenin dağlara tepelere bakan penceresinden vahşi yaşam görmeye çalışıyorum.

Akşama turp gibiyim. Tahliye ediliyorum.

Anoush hep yanımda. Anoush hep yanımda.

***

Dönüş yolunda arabada rengini şu anda hatırlayamadığım bir sessizlik var. Yorgunluktan belki. Belki de şaşkınlıktan. Yellowstone’a gelişimin üzerinden bir hafta geçmiş, fakat Yellowstone’a ilk kez geliyor, kız arkadaşımı ilk kez görüyor gibiyim. Ufukta Büyük Teton Dağları. Şu an bu anları hayal meyal hatırlıyorum.

Yolda biraz bilerek, biraz bilmeyerek kayboluyoruz. Bir noktada Teton’ların eteklerindeki Jenny Gölü’nün kenarında dinleniyoruz:

***

Yellowstone’a girdikten sonra bu parkı neden bu kadar çok sevdiğimi yeniden hatırlıyorum. O gün parkta hangi yöne baksam yağlı boya ustası bir ressamın elinden çıkmış resimler var.

Belki bu fotoğraftan biraz önce, belki bu fotoğraftan biraz sonra aşağıdaki gibi bir diyalog geçiyor aramızda:

– Yaşam muhteşem bir şey.
– (manzaraya bakarak) Di mi? Yellowstone’da geçirdiğim her gün aynı şeyi tekrar ediyorum.

Yellowstone her açıdan muhteşem. O sırada bakterilerimi düşünüyorum.

Kullandığım antibiyotiğin içindeki aktif madde vücudumu istila etmiş ve beni hastane yataklarına düşürmüş olan milyonlarca, belki milyarlarca bakterinin hücre bütünlüğünü tek tek tarumar ederken yaşam aslında büyük bir yenilgiye uğramış gibi görünüyor. Bir Meren yaşasın diye bir milyar yaşama son verdik arkadaşlar. Öte yandan ölen bakterilerimin sitoplazması içinde yüzden plazmitler, kromozomlar, ribozomlar, karboksizomlar, magnetozomlar, glikojenler ve geriye kalan, ve o bakterileri meydana getiren her şey daha küçük bileşenlerine parçalanmak üzere ortalığa saçılırken gerçekte olan şey, legolardan yapılmış bir oyuncağın kırılmasından daha dramatik değil. Üstüne üstlük o küçük lego parçacıkları yaşamın bir başka formunu ayaklandırma becerilerinden hiçbir şey kaybetmiş değiller. Belki o bakterilerin bileşenlerinin kimileri benim hücrelerimin, belki de vücudumda yaşayan diğer bakterilerin yapıtaşlarına dönüşecek.

Korkma bakteri,
Sadece bileşenlerine parçalanacaksın.
Sonra başka formların birazı olacaksın.
O formlardan birisi belki bir çiçek olacak.
Belki o çiçeğe bir arı konacak.
Belki,
Belki o arının birazı yine sen olacaksın.

Buradaki hikaye evrenin umrunda değil. Entropinin balyozu her tür yapıyı en küçük bileşenlerine ayırmak için her yöne doğru umarsızca savrulurken, önceki oyuncakların kırılması sayesinde yapılan oyuncaklara bu denli bağlanışımız ise doğal seçilimin bir sonucu olmalı. Yoksa sıradanlığımız son derece aşikar bence. Ama doğal seçilim sağ olsun, en bilgelerimizin soyları çok uzun zaman önce tükendi muhtemelen.

Watchmen’deki Dr. Manhattan’ın ağzından dökülen şu cümleler hislerime biraz olsun tercüman oluyor:

Yaşayan bir beden ile ölü bir beden aynı sayıda parçacıktan oluşuyor. Yapısal olarak aralarında ayırt edilebilir hiçbir fark yok.

Lego şirketi sattığı setler ile oynayan bir çocuğun eserlerini ne kadar umursuyorsa, kainat da yıldızlarının ürettiği karbon, azot, fosfor, oksijen gibi karmaşık elementler ve onların çeşitli kombinasyonları üzerine inşa edilen yaşam oyuncakları ile o kadar ilgileniyor olsa gerek. Bu biraz kalbimi kırıyor (çünkü öleceğim), ama kalbimi kırdığından daha çok içimi ferahlatıyor (çünkü aradığınız ilahi adalet işte tam olarak burada).

Evet. Yaşam muhteşem bir şey. Siz de onun bir uzantısı olduğunuz için muhteşemsiniz. Ama belki abartmamalı ve kendinizi matah bulmayı bir kenara bırakmalısınız. _Belki bunu yapmaya kendinle başlamalısın. _Çok doğru.

***

Hastaneden çıktığım gün yaptığımız şeylerden birisi de Anoush ile beraber Grand Prismatic isimli, dünyanın en büyük üçüncü termal akarcasına (hot spring) gitmek. Yellowstone dünyanın en büyük volkanının üzerinde konuşlanmış bir park ve içinde inanılmaz termal ilginçliklere rastlamak mümkün. Bakterilerle çalışan bir mikrobiyal ekolog olarak (ve bakterilerin yaşamımı nasıl etkilediğinin hatıraları henüz çok taze iken), karşısındaki bir tepeden seyreylediğim Grand Prismatic beni haliyle karmakarışık duygulara gark ediyor.

50 metre derinliğinde, her dakika 70 derece sıcaklıkta ~2,000 litre su deşarj eden bu akarca canlılık için bir kabus gibi. Gördüğünüz gibi parkın her yerini istila etmiş ağaç ve bitkiler bile son derece temkinli bir şekilde, uzak bir mesafeden izliyorlar kendisini. Akarcadan her yöne yayılan ve mineral açısından çok zengin su ile başa çıkmak, ona rağmen kök salmak güç. Fakat ağır topları ile bir yere varamayacağını idrak etmiş olan yaşam Grand Prismatic’in yakasından düşmüş değil, bilakis en küçük askerleri ile destansı bir gerilla savaşı veriyor. Yer kabuğunun altındaki zifiri karanlık ve sessizlikten yüzeye doğru ağır ağır ilerleyen steril suyu hemen yüzeyde yaşamın çılgıncasına bağıran neferleri bekliyor. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz sarılar, yeşiller, turuncular, kırmızılar ve kahverengiler o neferlerden olan bakteri gillerin varlığının bir sonucu. Hatta akarcanın bakterilerin dayanamayacağı kadar sıcak olan orta kesimlerinde yaşamın ajanlığını yapma görevi de termofilik arkealarda. Yaşamın en küçük askerlerinden mütevellit rengarenk bir halı, çıktığı yerde steril suyun ayakları altına serilmiş durumda. Emrivaki bir karşılama komitesi. Hoşgeldiniz, dünya gezegeninin karanlık dehlizlerindeki yolculuğunuz sona erdi. Bizler ise sizi yaşamın antikalıkları ile tanıştırmak üzere gönderildik. Sağ tarafta ağaçlar filan var. Solunuzda ise her şeyi bilen, gezegenin en yalnız memelilerini bu tarafa bakarken görebilirsiniz. İyi eğlenceler.

Aynı gün içinde turistlerden arınmış bir yerde termal garipliklere istediğim kadar yaklaşma şansı da yakaladım. Ben aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz ve her on dakikada bir kabarıp çılgınlarcasına püsküren gayzere bakarken, Anoush ve arkadaşları hemen yanımızdan akan nehrin bu gayzerin sıcak suları ile beslenen bir yerinde ılık suyun keyfini çıkarıyordu.

İnsanları seviyorum. Fakat neden orada onlarla suyun keyfini çıkarmak yerine tüm vaktimi deli danalar gibi termal bölgeyi arşınlıyarak geçirmiş olduğum sorusuna net bir yanıtım yok.

Böyle böyle kaybediyorum işte. Sonra bulduğum böyle sürprizler de kâr etmiyor:

– Bakın ne buldum: “Yellowstone sizi seviyor” :) Ben de seviyorum :))
– Tabi tabi. Kendini beğenmiş önyargılı asosyal piç. Sen git termal şeyleri gez.
– Ama :(

Böyle düşünen kimseye darılamam. Bu bana müstahak.

Heyecanla bir şey anlattığı babasının sinirlendiğini fark etmeyen ve konuşması beklenmedik bir tokatla kesilen çocuğun şaşkınlığında yaşıyorum bazen hayatı. O gün Anoush ile yok yere tartışıp kalplerimizi kırıyoruz. Ben onunkini biraz daha çok kırıyorum. Boyun devrilsin Meren, sana müstahak. Uzun lafın kısası o gece üzgün. Tek başıma Yellowstone kalderasının sınırları içinde kalan Yellowstone Gölü’nün fotoğrafını çekmeye gidiyorum. Yıldızlar tek-tük. Gece soğuk. Göl soğuk. Herşey soğuk.

***

Ertesi gün daha önceden planlanmış bir kamp gezmesi var. Anoush ve başka bir grup arkadaşı (Josh, Meghan ve Ryan) ile Heart Lake isimli göle gidiyoruz. Hastanede geçirdiğim günlerden sonra inişli çıkışlı bir patikada sırt çantaları ile 25 kilometre yürüyeceğim için heyecanlı ve mutluyum. İlk ciddi molamız 6. kilometrede. Ben hâlâ biraz yalnız, hâlâ biraz kırgın hissediyorum.

Bir süre sonra Heart Lake ufukta görünüyor (Heart Lake deyince insan kalpli malpli bir şeyler bekliyor, ama yok öyle bir şey):

Gölün hemen sağ tarafında Yellowstone’un en yüksek dağı, Mt. Sheridan yükseliyor. 1800’lü yılların sonuna doğru parkı keşfeden grup bu dağa önce Kahverengi Dağ ismini vermiş. Birkaç yıl sonra başka bir grup dağa Sarı Dağ adını vermiş. Birkaç yıl sonra bir başka grup bu sefer Kırmızı Dağ adını vermiş. En sonunda birisi dağa parkı çok seven bir komutan olan Philip H. Sheridan’ın soyadını uygun görmüş. Komutan isimleri kahve + çimen lekesi ayarında olduğu için kimse çıkarmayı denememiş bile. Dağın adı benim gönlümde Tırmanamadığımkahverengisarıkırmızıdağ.

***

Kamp yerine vardığımızda çadırımı kurup tek başıma uzaktan gördüğüm termal aktiviteleri incelemek için gruptan ayrılıyorum. Termal psikopatlıklarla benden başka ilgilenen yok gibi. Belki yeterince sormuyorum. Belki de yeterince sormayışım herkesin işine geliyor. Muazzam bir akarca ile karşılaşıyorum yolda.

Yukarıdaki fotoğrafı çektikten hemen sonra, tam son iki gündür neler olduğunun bir muhakemesini yapmak, üzgün ve yalnız düşüncelerle uzlaşıp dertlerini anlamak üzere akarcanın karşısında oturmaya hazırlanırken yer bir gürültü ile sarsılıyor. Adrenalin, barışçı göstericilere müdahale eden Türk polisi gibi karga tulumba dağıtıyor üzgün, ne istediği tam olarak anlaşılamayan düşünce öbeklerini. Ara sokaklara kaçışan üzgün düşünceler kendilerini ifade edememenin hayal kırıklığı ile rasgele kapıyı camı indiriyor, ilgisiz birkaç anı zarar görüyor arada.

Ben ise hâlâ korku ile neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Biraz bakınınca sol tarafımda bir gayzer olduğu, ses ve sarsıntının da onun patlaması ile meydana geldiği ortaya çıkıyor (bildiğin medya propagandası işte, adrenalini ajite edelim, üzüntüler dağılsın (dertlerin böyle çözülemeyeceğini benim mustakil beynim bile idrak edemiyorsa bunu toplumun kollektif iradesinden nasıl bekleyebilirsin? gör bak azınlık olmanın ne zor olduğunu)). Öbür tarafından dikkatle dolaşıp yanına gittiğimde az önce beni ürküten -ve fakat şimdi bir kedi yavrusu gibi görünen- bu küçük gayzer evvela renkleri ile büyülüyor beni:

Birkaç dakika sonra da, öncesinde hiçbir işaret vermeden kendi çapında bir deprem ile tekrar gürlediğinde bir kez daha irkiliyor ve daha da büyüleniyorum.

Bakteriler steril su moleküllerini yaşamın antikalıkları ile karşılıyorlar. Hoşgeldiniz. Sağ tarafta ağaçlar filan var. Solunuzda ise her şeyi bilen, gezegenin en yalnız memelilerinden birisini bu tarafa bakarken görebilirsiniz. Yavşak yaşam, ve yavşak komitesi. Benimle ne alıp veremediği olduğunu çözebilmiş değilim. Neyi yanlış yaptığımı bilmiyorum.

***

Heart Lake’den döndükten sonraki geceden ertesi günün sabahına kadar olanlar benim için bir muamma. “Neden?” sorusuna belki hiçbir zaman yanıt bulamayacağım. Fakat o günün sabahında çantalarımı sırtlandığım gibi erkenden dönüş yollarına düşen, yalnız, kafası karışık bir Meren kişisiyim. Hayatın antikalıkları.

O gün günlerden Çarşamba. Amacım Bozeman’a gitmek ve Cumartesi sabahı kalkacak olan uçağımı beklemeye başlamak. Bozeman dediğim şehir bulunduğum yerden 142 kilometre. Toplu taşıma yok. Ya otostop çekeceğim, ya da yürüyeceğim. Vatan yahut silistre! Yapma canım benim. Ya istiklal ya ölüm? Ben diyorum üzgünüm, sizde bir şakalar komiklikler.

Tam 62 arabaya otostop çekip hiçbirisi tarafından alınmayınca cebimden 10 dolar çıkarıp onunla otostop çekmeye karar veriyorum. Fakat bu sırada iki sırt çantası ile güneşten yanmış, ve “ele verir talkımı kendi yutar salkımı” felsefesine istinaden yanına su filan almadan kilometrelerce yürümüş olmanın sonucunda perişan bir vaziyetteyim: yani seksapel sıfır. Üstüne üstlük bir gece önce kazıdığım saçlarımın da otostop macerama pozitif katkıda bulunduklarını pek sanmıyorum. Yani bir “tamam biz durmadık, ama otostopçunun da hiç mi günahı yok” durumu da söz konusu muhtemelen. Biz seni ahenkle dans eden saçlarınla sevdik Meren. Ya ben de kendimi öyle sevmiştim sanırım. Lütfen bu bahsi kapatalım.

Bu noktada, sadece birkaç saat önce hayatının en zor, en ani, en kararsız, en desteksiz kararlarından birisini vermiş birisiyim. İkilemler içinde yaşıyorum. Otostop çekerken neredeyse arabalara durmasınlar diye kaş-göz işareti yapacağım. Diğer taraftan kalmak ayrılıktan da zor; elimde olsa kendimi Alfa Centauri dolaylarında bir gezegene ışınlayacağım (bırak artık 130 kilometre uzakta olan Bozeman’ı, 4.2 milyon ışık yılı uzağa gitmeye hazırım yani).

Ben böylesi git-geller içinde paralanırken, yanımdan geçen arabalar son derece istikrarlı bir şekilde beni almamaya karar vermiş durumdalar. Elalem benim gibi ikilemlerde yaşamıyor: kararları karar. Kararımız karar. Hayatı boyunca bir kez dahi otostop çeken birisini almamazlık etmemiş bir kimse olarak büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmelyim.

O gün saatler boyunca sonuçsuz kalan otostop denemelerim esnasında fark ettim ki insanlardan bu kadar uzak ve kendimi bu kadar yalnız hissettiğim bir gün daha yaşamamışım ben. Fakat yine de 50 metre ilerde durup çantalarımla beni koşturan, 10 metre kala gaza basıp olay mahallini terk eden beyaz ciptekiler dışında kimseye dargın değilim.

***

Sonunda bir karton bulup üzerine nereye gittiğimi yazmaya ve sırt çantama iliştirmeye karar veriyorum. Artık kolumu kaldıracak ne gücüm ne de isteğim var. Otostop filan yok artık. Ayaklarımı sürüye sürüye yürürken 5 dakika önce yanımdan fırtına gibi geçmiş olan siyah bir Mustang yanımda durup camını indiriyor (iki adet U dönüşü yapıp geri gelmiş). Arabanın içinde güneş gözlüklü, göbekli bir adam var. Orta ayar bir Canon fotoğraf makinesini bana gösterip soruyor:

– Bunu kullanmayı biliyor musun?
– (şaşkınlık içinde) E-Evet, bilyorum. Ben aslında fotoğraf çekmeyi de zaten çok seve
– Atla.
– Yani siz şimdi Bozeman’a mı gi
– Atla!
– :’)

Beni arabasına alan kişi Gary. Yukarıdaki fotoğrafı arabasına binerken değil Bozeman’da inerken çekmiştim.

Arabaya binince öğreniyorum ki Gary fotoğraf makinesini daha yeni almış. Yolda ona bir iki numara öğretmeye çalışıyorum. Fakat pek oralı değil. Daha çok benim bu ıssız yerde neden tek başıma yürüyor olduğuma dair sorularına yanıt aramakla meşgul.

Birbirimize hayatımızın bir özetini geçiyoruz. Benimkinde matah bir şey yok. Fakat Gary çok alem. 70 yaşında. Çok sevgilisi olmuş, ama hiç evlenmemiş. Çocuğu yok, ailesi yok. Yellowstone’a llk kez 5 yıl önce gelip parka aşık olmuş. California’da 28 yıldır çalıştığı şirketteki hisselerini satıp kimseyi tanımadığı Bozeman’a taşınmış. Son 5 yıldır haftada en az 4 kez yaz-kış demeksizin sabaha karşı 3-4 dolaylarında Yellowstone’a gelip farklı bir yerden güneşin doğuşunu izleyip öğleye doğru Bozeman’a geri dönüyormuş (bu uğurda her hafta en az 1,000 kilometre araba sürüyor yani).

Çok yaşlandığı için yürüyüşlere filan çıkmıyor, sadece arabasının içinden vahşi yaşamı ve Yellowstone’u izliyormuş. Annesi hayatı boyunca North Carolina’daki evlerinin dışına, babası ise evlerinin içinde olduğu kasabanın dışına bir kez olsun çıkmamış. Annesi ya da babası olmak istemeyen Gary genç yaşta alıp başını ABD’nin öteki ucuna gitmiş (‘aileye benzemekten duyulan korkunun’ insanın hayatını şekillendiren en önemli güçlerden birisi olduğunu düşünüyorum). Ailesinin sabitliğine inat tüm hayatını ABD’yi gezerek geçirmiş. Gary anormal muhafazakâr birisi. Bush, Romney, Sarah Palin filan seviyor, evrim teorisine, küresel ısınmaya filan inanmıyor, öyle diyeyim. Ama bir yerde bana şöyle bir şey diyor:

Dünyayı gezmedim, fakat bu ABD’de doğduğum için ne kadar şanslı olduğumun farkında olmama engel değil. Dünyanın başka yerlerinde insanların acı çektiğini biliyorum. Yellowstone’a her geldiğimde bu güzelliğin tadını çıkarma şansı olmayan, onun yerine yaşam mücadelesi veren insanlar geliyor aklıma. Çok üzülüyorum. Cahilliğimden utanıyorum. Zenginliğimden utanıyorum. Kendimden utanıyorum. Çünkü yapabileceğim hiçbir şey yok.

Bir şey diyesim geliyor, diyemiyorum. Bir gün evvel sorsan, “kendimi ABD’li bir muhafazakâr ile hiçbir konuda aynı paydada bulmam mümkün değil” derim. Her seyahatte bir başka önyargımdan utanmayı öğreniyorum. Utanabiliyorsun ama eğitilemiyorsun Meren. Öyle. Belki de benim için kabuk değiştirme vakti.

Bozeman’a vardığımızda, dilersem uçağım kalkana kadar beni evinde misafir edebileceğini söylüyor. Yıllardır yalnız yaşamış birisinin evine gidip yaşamının ahengini bozacak değilim. Nazikçe geri çeviriyorum. Bol şans dileyerek bir köşede indiriyor beni. Benzin parası diye 40 dolar vermeye yelteniyorum. Kabul etmiyor. Vrommmm diye uzaklaşıyor siyah Mustang.

***

At hırsızı gibi yürümeye başlıyorum Bozeman sokaklarında. Bu kadar ağır sırt çantaları ile kilometrelerce yürümüş olmanın bir sonucu olarak sağ diz kapağımdan her adım attığımda garip sesler geliyor artık. Aklımın bir kısmı Anoush’ta. Kalan kısmı nerede bilmiyorum. Bakterilerdedir o da. Olabiilr. Ancak karşı kaldırımdaki birkaç gencin beni birbirlerine göstererek gülüştüklerini görünce tabelamı çıkarmak geliyor aklıma. Kenardaki bir geri dönüşüm kutusunun içine atıyorum:

Amaçsızca yürürken attığım her adımda her şey yavaş yavaş anlamını yitiriyor. Bir süre sonra yürümek de anlamını yitiriyor. Bununla beraber bir sokağın köşesindeki çimenlerin üzerine yığılıyorum. Ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yok. Sadece o an değil, genel olarak ne yaptığım hakkında da hiçbir fikrim yok. Bir global minimuma eriştiğimin farkındayım: sağlam bir restart için en uygun yer. Duygu telefon açıyor. Bana İnternet’ten kalacak bir motel adresi buluyor. Hayat yeniden yürümeye başlayacak kadar amaçlanıyor yeniden. Kalkıp bu sefer oraya doğru yürümeye başlıyorum (adres tam da Gary’nin beni arabadan indirdiği köşe çıkıyor, şansa bak).

***

Motel’deyken Bozeman’a geçen gelişimde tanıştığım Clara’ya (buradaki yazının 5. fotoğrafında görülüyor kendisi) bir mail atıp kahve içmek ister mi diye soruyorum. E-posta istişaremiz esnasında Bozeman’da bir motelde olduğumu öğrendiğinde “bizde kalacaksın, hayatta bırakmam” diyor Clara. Ben zaten hep birileri beni bırakmasın isterim hayatta. Clara ve eşi (Seth) benden daha yaşlı olan mavi cipleri ile gelip beni kaldığım salaş motelin önünden alıyorlar. Yolda giderken başımdan geçenleri gururla anlatıyorum. Sanki bir kâbus sona eriyor.

Sonraki iki gün boyunca hem Seth hem Clara beni meşgul edecek planlar icat ediyorlar. Montana State University’de bakterilere nano-ipliklerle tasma takıp onları mikroskop altında inceleyen Dr. Recep Avcı’nın evine yemeğe gidiyor (saatlerce bakteri konuşuyor), gece yarısı ay ışığında dağlara tırmanıyor, arkadaşlarının çiftliklerini filan ziyaret ediyoruz (İlk kez kendimle baş başa kalacağım anın Bozeman havalimanında vuku bulacağını biliyor, ve bu anı iple çekmiyorum). Aktiviteden geriye kalan zamanlarda da şurası tahsis ediliyor bana, hatta bu blog yazısını da tam olarak buradan yazıyorum:

– Şanssız olduğunuz kadar şanslısınız da Meren Bey.
– Böyle bi-polar bir durum olduğunu ben de kabul ediyorum.

***

Ben bu satırları yazarken çok uzun zamandan beri büyük bir kuraklığın yaşandığı Bozeman’a yağmur yağıyor.

Vadiye düşen yağmur damlalarının kaç tanesinin Grand Prismatic’ten en az bir kez geçmiş su molekülleri barındırdığını hayal etmek, bana son bir haftanın nasıl yaşandığı şekilde cereyan ettiğini muhakeme etmekten daha kolay geliyor. Ruhsal dengesizliğimin sorumluluğunu garip hastalık deneyimime atmak istiyorum. Her şey ya çok hızlı ya çok yavaştı. “Unutulmaz bir iki hafta”; kurgulayan, yöneten ve oynayan: Zaman. Bir şeylerin nedenini sorgulayıp bulduğu yanıtlarla tatmin olana ne mutlu. Geri kalan herkesin yüreğine Kurt Vonnegut su serpiyor:

Here we are, trapped in the amber of the moment. There is no why.

Kendimiz” dediğimiz de, hasbelkader yaşadıklarımızın kompartmanlara böldüğü zamanı tekrar tekrar oynatarak tanımladığımız bir soyut.

Ve hiçbir şeyin nedeni yok.

Hiçbir şeyin bir nedeni yok.