Türkiye’nin Akademik Problemleri Nasıl Çözülür?
Bu yazıyı başlıktaki soruya net bir yanıt vermeye çalışmaktan ziyade bu konuda bir tartışma başlatmak ümidiyle yazıyorum. Uzun yazı için affınıza sığınıyorum. Konu uzun, kısaltmak gerçekten çok güç oluyor.
Başlamadan evvel bir not: Türkiye’deki akademik problemlerin ciddiyeti hakkında daha önce okuma fırsatı yakalayamamış olanlar dilerlerse mevzunun öncesi için bu yazıdan da referanslar verilen ilk iki yazıya göz gezdirebilirler:
- Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları (Eylül 2010)
- İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları (Ocak 2011).
Son olarak pratik bir bilgi: yazı içerisindeki ‘***’ işaretleri yazıyı kısımlara ayırıyor. Elbette yazının tamamını okumanız öncelikli temennim olurdu, fakat ilginizi yitirdiğiniz anda bir sonraki kısıma atlayabilirsiniz. Bu yazının geniş kapsamlı ‘Türkiye’de akademinin durumu‘ temalı yazılarımın sonuncusu olmasını ümit ediyorum.
***
6 ay kadar önce, Çanakkale’de gerçekleşeceği duyurulan II. Uluslararası Bilişim Konferansı’na ve bir devlet üniversitesinin bu konferansa sponsor olmasına dair eleştirilerimi dile getirdiğim “İmece Usulü Bilim Cinayeti Konferansları” isimli yazımın ardından birçok eleştiri ve destek mesajı aldım.
Eleştirilerin en büyüğü elbette konferansın organizatörleri olan Dr. Ali Okatan, Dr. Bekir Karlık ve Dr. Servet Senyücel’den geldi.
Kaleme aldıkları eleştiri yazısı Bianet’te de yayınlanan yazımın sonuna ekli (bağlantıya tıkladıktan sonra sayfada ‘tekzip’ kelimesini ararsanız doğrudan eleştirilerin yer aldığı bölüme erişebilirsiniz):
Yaşananlara ve ortadaki probleme dair dengeli bir fikir edinmek için vakit ayırıp bu tekzip yazısını okumanızı rica ediyorum. Akademik hayatın içinde yer alan iki profesör ve bir doktorun imzasını taşıyan bu yazının size Türkiye’deki probleme dair tahmin ettiğinizden çok daha geniş bir perspektif kazandıracağına inanıyorum.
Konferansa dair dile getirdiğim iddialarla ilgili tekzip yazısı böyle. Bununla beraber, mevzu Internet’te -çoğunlukla blog’lar üzerinden- son derece sağlıklı, neredeyse tamamen kendiliğinden gelişen ve bundan sonra da devam etmesini umduğum türden bir koalisyona vesile oldu. Tarihe not düşmek ve olayların tamamını takip etmeye çalışanların işini kolaylaştırmak adına geçtiğimiz aylarda yayınlanan belli başlı yazıların bir kısmını listelemek ve bağlantılar vermek istiyorum:
- “Bir Ülkenin Beyni Nasıl Felç Edilir“, Emre Sevinç (Belçika’daki Antwerp Üniversitesi’nde Analist ve Yazılım Geliştirici olarak faaliyet gösteren Emre Sevinç’in Türkiye’deki akademik problemlere dair, konuya hakim olmayanların da anlayabilmesini kolaylaştıracak yazısını orijinal olarak Bilim ve Gelecek Dergisi için yazmıştı)(Sevinç, daha sonra konferans organizatörlerinden Bekir Karlık’ın bir makalesini de irdeledi: “Bir Okurun Beyni Nasıl Felç Edilir“).
- “Dünyadaki Bilimsel Yayın Değerlendirme Metotlarıyla Türkiye’deki yayınların değerlendirmesi. Akademik Kariyer: Amaç mı, Sonuç mu?“, Dr. Nihal Engin Vrana (Strasbourg Üniversitesi’nde araştırmacı olarak faaliyet gösteren Dr. Vrana, yazısında Türkiye’nin akademik dünyadaki yerini rakamlarla irdeliyor, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine ne yapmamaları gerektiğine dair uyarılarda bulunuyor).
- “Bekir Karlık’ın Makalesinin İncelemesi“, Anonim (Çanakkale’deki konferansın organizatörlerinden olan Bekir Karlık’ın, önceki yazı içerisinde eleştirdiğim makalesini insiyatif alarak inceleyen ve tarafsız görüşlerini paylaşan, anonim bir hakem) (verdiğim bağlantı bana e-posta yoluyla ulaştırılmıştı).
- “Burası Kurtlar Akademisi, burada yılda…“, Burak Cop (Cop, NTVMSNBC.com için kaleme aldığı yazısında gelişmeleri özetleyip, önemli olanın tabela üniversiteler açmanın değil, üniversite kurmanın olduğuna işaret ediyor).
- “Problem sistem, ona sataşmalı“, Işıl Öz (Amerika’dan yayın yapan Turkish Journal için kaleme aldığı haberde Işıl Öz çok önemli bir boşluğu dolduruyor ve konu ile doğrudan ilgisi olmayan akademisyenlerin olan bitene dair görüşlerini alıyor. Haber içerisinde Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Dr. Lale Akuran, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Dr. Ceyhun Burak, ABD Ulusal Matematik Enstitüsü’nden Dr. Erol Akçay’ın yanı sıra Harvard Üniversitesi ve San Diego Üniversitesi’nden isim vermeyen akadmeisyenlerin konu üzerine görüşleri var).
- “ÇOMÜ’de Bir Konferans: Akademinin Hali Ahvali“, soL Haber (sol Haber gelişmeleri tek bir perspektife yerleştirip tartışmanın daha geniş bir kitleye ulaşmasına vesile oluyor, aynı zamanda bu haber olayların kısa bir özeti vazifesini de görebilecek içerikte).
***
Konferansa dair tartışmaların sürdüğü dönemde Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi rektörü olan Dr. Ali Akdemir’in onursal başkanlığı yoluyla konferansın arkasında duran Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, tüm bu yaşananlara rağmen tek bir açıklama dahi yapmadığı gibi, konferans duyurusunu sunucularından kaldırmayı bile düşünmedi.
Bana yöneltilebilecek eleştirilerden birisi, henüz gerçekleşmemiş bir konferansı, konferansı düzenleyen kişilerin akademik çehrelerinden yola çıkarak eleştiriyor olmam olabilirdi. Bu davranışım bana büyük bir utanç olarak geri dönsün isterdim. Fakat konferansta hiçbir sürpriz yaşanmadı. Konferans Çanakkale’de duyurulduğu tarihte gerçekleşti. Gerçekleşmesinin üzerinden aylar geçen konferansta sunulan bildiriler şöyle dursun, konferansa katılanların isim listesine ulaşmak dahi halen mümkün değil. Zira konferansın web sayfası konferanstan bir gün önce nasıldı ise halen öyle duruyor. Muhtemelen alan adı kirasını ödeme vakti geldiğinde o da kaybolup gider (06/07/2011 tarihi itibarı ile nasıl göründüğünü şuraya sakladım).
***
Konferansın bilimsel içeriğine dair konferansın sayfasından bilgi almak mümkün olmadığı için konferans esnasında ne olduğu bir muamma. Önceki yazıda da iddia ettiğim gibi, vergilerle ayakta duran bir devlet üniversitesinin desteği ile gerçekleşen bu konferans hakkında daha çok bilmeye hakkımız var. Bu bağlamda konferansta neler olduğuna dair iki ayrı kişinin izlenimlerine yer vermek istiyorum.
İlki Özgür Üzden‘den. Kendisi konferansa dair yazıyı okuduktan sonra konferansı yerinde görmek istemiş. Bana gönderdiği izlenimleri şöyle:
Murat, sana Çanakkale Deniz Müzesi’ndeki izlenimlerimi bildiriyorum. Konferansın şu anda nerede yapıldığı belli değil. Deniz müzesi girişinde nöbet tutan askere Deniz Müzesi Konferans Salonu’nun yerini sorduğumda beni salona doğru yönlendirdi. Sonrasında arkamdan bir komutan seslendi ve “Bilişim Konferansı’na gelmişsiniz sanırım” diyerek beni etkinlik hakkında bilgilendirmeye başladı. Öğrendim ki konferans artık üniversite kampüsünde yapılacakmış. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin iki adet kampüsü var (Anafartalar ve Terzioğlu Kampüsü). Haliyle hangi kampüste olacağını sordum. Aldığım cevap “bilmiyorum” oldu. Üstüne, “Konya’dan da bir hocamız geldi, burada bekliyor şu anda, haber bekliyor heralde” dedi. Bu sırada iki genç hanımefendi “Bilişim Konferansı için geldik” diyerek Deniz Müzesi dış kapısından içeri girdiler ve aynı açıklamaları dinlediler. Yağmur altında, Bilişim Konferansı izleme hevesiyle yürüyerek gidip ıslandığım Deniz Müzesi’nden ayrılıp eve dönmek üzere minübüse bindim.
Konferansın ikinci gününe dair izlenimlerini günlüğünde kaleme alan Dr. Necdet Yücel ise şöyle diyor:
Öncelikle Çanakkale gibi küçük bir kentte Bilişim Konferansı yapılması sık rastlanılan bir olay değil. Hele ki uluslararası olanına ben daha önce hiç rastlamamıştım. Böyle seyrek yapılan bir organizasyonda Çanakkale’nin tek üniversitesinin Bilgisayar Mühendisliğinden, Bilgisayar Öğretmenliği Bölümünden, Enformatik Bölümünden veya Bilgi İşlem Daire Başkanlığından kimsenin yer almıyor olması da ayrıca kayda değer bir durumdu bence.
Öğleden sonra benim katıldığım üç konuşmanın yapıldığı oturumlarda sadece sekiz (8) kişi vardı. Bunların üçü konferansın düzenleyicileri, ikisi konuşmacı (bir konuşmacı iki sunum yaptığı) ve geri kalan üçü de daha önce sunum yapmış kişilerdi. Herkes İngilizce konuşuyordu. Bize (konferansa iki kişi gittik) nezaket gösterip Konya şekeri ikram ettiler. İlk gün çok yoğun katılım olduğunu söyleyerek konferans programı veremediklerinden (web adresinde de konuşmacılar bulunmuyor) kimleri dinlediğimi hatırlayamıyorum. Bu nedenle sunumların kalitesi hakkında bir şey yazamam uygun olmaz ama tahmin edebileceğiniz gibi olumlu bir şey yazacak olsaydım bu engel olmazdı bana. Bu oturumların ardından bir de biyoenformatik konusunda workshop yapılacağını söylediler, biz de daha fazla duramayıp çıktık.
Bence hem üniversiteler hem de YÖK kararlarını gözden geçirip ulusal/uluslararası konferans katılımlarının akademik yükselmelerde hiç katkısının olmaması yönünde bir karar alırsa çok yararlı bir iş yapmış olur.
Dilerim Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde ikamet eden ve bu yazıyı okuyan akademisyenler üniversitelerinin nerede hata yaptığını doğru tespit edip, yönetim ile iletişimlerini güçlendirerek bu tür içeriksiz konferansların üniversitelerinin adını kullanmasına mani olurlar.
***
Ne yazık ki hiç istemediğim bir biçimde Türkiye’de akademik ahlaksızlığa dair yaptığım çıkışların birçoğu Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde yaşananlar ile sınırlı kaldı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin akademik etik konusunda istikrarsız bir çizgi tutturduğu biliniyor. Misal, aşağıdaki kısa rapor Akademi Takip ekibinin soL Haber’e gönderdiği kısa bir tarihçe:
2007 yılında aralarında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen ve Edebiyat Fakültesi’nin eski dekanı İhsan Yılmaz’ın da bulunduğu bir grup akademisyen intihal yapmakla suçlandılar. Makaleleri elektronik makale arşivi ‘arXiv’den (http://arXiv.org) çıkartıldı. O günlerde intihal ile suçlanan akademisyenlerin ilk açıklamaları “yazdıklarımız orijinal, bizimkilerden sonra yazılan makalelerden alıntı yaptığımız iddia ediliyor” şeklinde idi. ÇOMÜ Etik Kurulu, makalelerin giriş kısımlarının başka makalelerden birebir kopyalandığını belgelemesine rağmen bu durumun makalelerin orijinalliğini etkilemeyeceğine karar vererek suçlanan akademisyenleri kurum içinde akladı. Türkiye, dünyanın en saygın bilim dergilerinden birisi olan Nature’da bu olaylar ile gündeme geldi. Bu gelişmenin ardından İhsan Yılmaz, Nature dergisine yazdığı cevapta “intihal yapmadıklarını ama iyi İngilizceyi ödünç aldıklarını” ifade edecek, bundan sadece birkaç ay sonra da Physical Review D’de yayınlanan bir makalesini yoğun intihal yaptığını kabul ederek ve özür dileyerek dergiden geri çekecekti. ÇOMÜ ile ilintili haberler 2008 yılında Chin. Phys. Lett. dergisinin editörünün ÇOMÜ’deki akademisyenlerin iki makalesini dergiden çıkarttığını duyurması ile devam etti. Pramana dergisi ise intihal ile suçlanan yazarların düzeltme (erratum) yayınlamalarını istedi. Bu olayların yaşandığı dönemde olanlarla çeşitli seviyelerde ilgili kişilerden henüz doçent olan İsmail Tarhan ve Hüsnü Baysal profesörlüğe yükseltildikten sonra ÇOMÜ içerisinde çeşitli yönetim kademelerinde görevlendirildiler. Sezgin Aygün, Melis Aygün ve Can Aktaş doktoralarını bitirerek Yardımcı Doçent oldular. 2011 yılı itibarı ile İsmail Tarhan Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü ve Rektör Danışmanı, İhsan Yılmaz ise Döner Sermaye İşletmesi Müdürü ve Rektör Yardımcısı olarak görev yapıyor. ÇOMÜ, birincil örnek olmasa da, akademik olarak tatsız olaylara karışmış kişilerin nasıl bir kurumu omuzlayan kişiler hale gelebildiğine güncel bir örnek teşkil ediyor.
Tüm bunlar bir kenara, bu problemlerin Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ile sınırlı olduğunu ya da o üniversitedeki herkesin bu problemlerin bir parçası olduğunu düşünmek, muhakkak çözüme hiçbir katkısı olmayan, sığ ve kolaycı bir bakış açısı olur. Bu problemlerden ne yazık ki hiçbir üniversite muaf değil. Sizleri çok fazla üzmek ve ümitsizliğe kapılmanıza sebep olmak istemiyor olsam da iki küçük örnek ile dikkatlerin Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde yoğunlaşmasının ne kadar yanlış olduğunu göstermek istiyorum.
***
İlk örnek Trakya Üniversitesi’nden. Aşağıdaki ekran görüntüsü 1996 yılında Trakya Üniversitesi’nde Dr. Mesut Razbonyalı (danışman), Dr. Şaban Eren ve Dr. Cavit Tezcan tarafından imzalanmış olan Türkçe bir doktora tezinin giriş sayfası:
Bu okuduğunuz sayfanın Türkiye’de verilmiş bir doktora tezinin giriş sayfası olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. Bununla beraber objektif bir bakış açısı, tezin giriş kısmındaki bu özensizliğin tezin “özgünlüğüne” ve “bilimsel içeriğine” dair fikir vermiyor olabileceğini düşünülebilir. Lakin bu da aynı tezin kaynakça kısmının tamamı:
Doktora yapmış olanların burada neyin sıradışı olduğunu gördüğünü tahmin ediyorum. Zira içerikli bir doktora çalışmasının içinde, literatürde 11’den fazla yayından destek almasını gerektirecek iddialar olması beklenir. Bu bağlamda kaynakçanın cılızlığı bir kenara, 1996 yılında bilgisayar alanında teslim edilmiş bu doktora çalışmasının kaynak olarak göstermeye değer bulduğu en yeni yayının 1991 yılından kalma olması (ki 1991 diğer referanslara göre epey güncel), çalışmanın kendi zamanının güncel literatürüne ne derece hakim olduğunun bir göstergesi.
Bir doktora tezinin girişinde yer alan Türkçe’nin seviyesi ve tezin içeriğinin ciddiyetine dair fikir veren kaynakça, bu tezi imzalayan komitenin en iyi ihtimalle onu bir kez olsun dikkatle okumadığını gösteriyor.
Tezin sahibinin bir önemi yok. Çünkü çok daha önemli şeyler var. Önemli olan böylesi bir tez ile dahi doktor ünvanı alınabiliyor olması. Önemli olan bu teze onay veren kişilerin doktora verme yetkisine sahip olmaları.
Trakya Üniversitesi de bu ülkenin, akademik sayılabilecek eleştirilere ilk kısımda bağlantısını verdiğim tekzip yazısında olduğu şekliyle yanıt vermeyi, bir konferansta 7 yayın birden yapmayı, hiçbir akademik katkısı olmadığı halde sırf bölüm başkanı olduğu için bölümden çıkan makalelere ismini koydurmayı içine sindirebilecek doktor ve profesörlerin yetişmesine imkan veren üniversitelerinden birisi.
****
Yüzeyde farklı görünse de temelde aynı noktadan beslenen akademik problemlere dair bu yazıda vereceğim ikinci örnek ise Fırat Üniversitesi’nden.
Aşağıda yer alan grafiği Fırat Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Müdür Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi olan Dr. Cevdet Emin Ekinci’nin sayfasından aldığım ekran görüntüleri ile hazırladım. Grafiği incelediğinizde, Dr. Ekinci’nin uluslararası hakemli dergilerde yaptığı 8 yayının 7 tanesinin “E-Journal of New World Sciences Academy” isimli bir dergide yer aldığını göreceksiniz. Enteresan olan ise Dr. Ekinci’nin uluslararası yayınlarının neredeyse tamamını yaptığı “E-Journal of New World Sciences Academy” isimli derginin yayın yönetmeninin kim olduğu:
Bir bilim insanının yayınlarını, yöneticiliğini kendisinin yaptığı bir dergide yapması ve sonrasında bu yayınları özgeçmişinde “uluslararası yayın” olarak listelemesi etik açıdan başlı başına korkunç bir durum, fakat işin o boyutu bir kenara, “uluslararası yayın” olarak listelenen yayının kendisine bakınca, yayının uluslararası olan tek kısmının bir paragraflık özeti olduğuna ve geri kalanının Türkçe olduğuna şahit olmak son derece üzücü. Zira bu durum, bu yayınları özgeçmişinde listeleyen kişilerin kadrolarına onay veren kişileir için bu özgeçmişlerde yer alan bilgilerin doğruluğunun ya da geçerliliğinin pek bir önem arz etmediğini gösteriyor.
Dr. Ekinci’nin en önemli eseri yukarıda bağlantısını verdiğim makalesinde bahsettiği sözde yeni bilim dalı ‘biyoharmoloji‘. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Dr. Fehmi Yazıcı’nın “biyoharmolojinin diğer mühendislik alanlarında da kullanılması gereken bir bilim dalı” olduğunu iddia ettiği, uluslararası bir çalışma olduğu iddia edilmesine rağmen son cümlesi “bu yeni meslek dalı bilime ve insanoğluna hayırlı uğurlu olsun” olan bir makale ile ortaya atılmış bu fikrin Türkiye akademisinde ne kadar gündem oluşturabileceği ve ne kadar ciddiye alınabileceği hakkında şu Google araması biraz olsun fikir veriyor.
Türkiye akademisi bu problemlerin normal sayıldığı bir halde iken, uluslararası hiçbir tarafı olmayan yayınlar üniversitelerin resmi özgeçmiş sayfalarında uluslararası yayınlar statüsünde listelenebiliyorken, hiçbir tetkikten geçmemiş yayınlar “yeni bilim dalı” diye çeşitli mecralarda insanlara sunulabiliyorken, yeni yetişen akademisyenlerin kalbur üstü dergilerde yayın yapmalarını, dünya kalitesinde araştırmalar yürütmelerini, hakemlerin tenkitlerini ciddiye almalarını nasıl bekleyebiliriz, bilemiyorum.
Verilebilecek çok fazla örnek var. Fakat yukarıda verdiğim iki örneğin dertlerin sadece Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ile sınırlı olmadığı gibi, Türkiye’de bilimin belkemiği olan “tenkit ve doğrulama” adımının tamamıyla es geçilmesi ile dahi akademide yer bulunabildiğinin birer göstergesi olmaya yeteceğini tahmin ediyorum.
***
Peki benim amacım nedir? Önceki yazıları neden yazdım? Bu yazıyı neden yazıyorum? Ne olmasını, neyin değişmesini bekliyorum?
Açıkçası bu sorulara yanıt vermek benim için de çok kolay değil. Fakat bu kısımda makul bir yanıt bulmaya vermeye gayret edeceğim.
Geçtiğimiz aylarda üniversiteye giriş sınavı ile ilgili ortaya atılan şifre iddialarını, bunu takiben ÖSYM hesabına gündeme gelen diğer skandallar ve hepsinin üstüne üstüne bir de bilimsel hırsızlık yaptığı ortaya çıkan Dr. Ali Demir’in istifa etmeyişi, Türkiye’de istifa çıtasının ne kadar yüksek olduğunun, bilimsel hırsızlık yaptığı belgelenmiş olan Dr. Ömer Dinçer’in -son derece ironik bir şekilde- Eğitim Bakanı olarak atanması, “yanlış yapmış da olsa bizdendir” anlayışının vardığı noktanın belki de en güncel örneklerinden birisi. Dolayısıyla bu yazıları yazarken motivasyonlarımdan birisi ismini andığım insanları utandırmak ya da karalamak değildi. Yoldan çıkmış akademisyenleri utandırmanın mümkün olmadığının aşikar olması bir yana, Dr. Ali Demir’ler görevlerine devam ederken, Dr. Ömer Dinçer’lere bakanlıklar teslim edilirken, nispeten küçük kuyuları zehirleyen isimlerin peşine “akademinin selameti için” düşmek naiflik olurdu. Velhasılı, bireylere yoğunlaşacak kadar vaktimiz ve enerjimiz olduğuna inanmıyorum. Bizler, bu ülkeden yetişmiş olan genç akademisyenler ve onlardan medet uman halk olarak, yalnız ya da ümitsiz dahi hissetsek geleceğe bakmak ile yükümlü olduğumuza inanıyorum. Sanırım bu yazılar ile yapmaya çalıştığım bir şey, akademinin durgun gölüne çakıl taşları atan akademisyenlerin yanında yer almak arzusu idi.
Türkiye’de intihal iddiaları medyada yer verilmeye dahi değer görülmüyor. Yer verildiğinde ise maksat bilimsel hırsızlığın kabul edilemezliği ve bu anlayışın uzun vadede ülkeye verdiği korkunç zararı gün ışığına çıkarmak değil, siyasi karalama ya da “birilerinin kulağını çekmek” oluyor. Misal, Dr. Dinçer ataması ile ilgili bu günlerde basında yer alan haberlerin birçoğunun altında, “işte bu da bir başka hatası” iması ile laiklik ile iligili görüşlerine yer verilişi, medyanın, laiklik konusunda Dr. Dinçer’e katılanların onun intihali ile barışmasına sebep olan taraflı ve zararlı tutumuna bir örnek. Türkiye’de yaşananların tam tersi niteliğinde bir olay ise geçtiğimiz aylarda Almanya’da yaşandı. Almanya’da federal savunma bakanı olan, 2009 yılında Angela Markel’i geride bırakarak Almanya’nın “en popüler siyasi sima” koltuğuna oturan Karl-Theodor zu Guttenberg, doktora tezinde intihal yaptığının ortaya çıkmasının ardından halk tarafından sevilen, siyasi açıdan parlak bir devlet adamı olmasına rağmen çok kısa bir süre içerisinde istifa etti. Bundan kısa bir süre sonra bir diğer Alman siyasetçi olan Silvana Koch-Mehrin de doktora tezinde intihal yaptığının ortaya çıkmsı ile beraber “dilerim istifam partimin yeni bir yönetim ile taze bir başlangıç yapmasını kolaylaştırır” diyerek istifa edecek ve Almanya’nın hatasını kabul etme ve geri adım atma olgunluğuna sahip kişiler tarafından yönetildiğini bize hatırlatarak utandıracaktı. Bu olayların ikisinde de, İnternet üzerinden organize olan, intihallerin ortaya çıkması ve duyulması için çaba sarf eden blog yazarlarının ve anonim akademisyenlerin payı büyük idi. Türkiye’de de benzer bir anlayışın yerleşmesinin önünde bir engel göremiyorum. Kimse istifa etmeyecek dahi olsa en azından problemlerin bir arşivini tutmak, biriken belgeleri gerektiğinde yetkili mercilerin görüşlerine sunmak, halkı bilgilendirmek, etik açıdan problemli davranışların ebediyen saklanamayacağı sinyalini verirken yeni yetişen nesillerin bu tür eğilimlere karşı bağışıklık kazanmasını sağlamak için çalışmanın mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bu yazıları yazmaktaki bir diğer amacım da sizlerle bu konuda aynı sayfada olup olmadığımızı görmek arzusu idi.
***
Geçtiğimiz aylarda tahmin ettiğim kadar yalnız olmadığımı(zı), birçok kişinin birçok konuda aynı sayfada olduğunu fark ettim. Olumsuz tepkilerin yanında gerek gazeteciler ve akademisyenler, gerekse sosyal medyadan son derece cesaret verici tepkiler geldi. Bu bağlamda en azından benim neslim için problem ‘yalnızlık‘tan ziyade ‘örgütsüzlük‘ gibi görünüyordu. Eğer bir araya gelirsek sesimizi yeterince çıkarabileceğimize, sesimizi yeterince çıkarabilirsek daha kalabalık bir öğrenci kitlesine ulaşabileceğimize, ve bu öğrenci kitlesinin doğru olanın bir parçası olmaya hazır olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu yazılar ile yapmaya çalıştığım bir diğer şey de, toplu bir arayışın, toplu şekilde hareket etmenin önemine dikkat çekebilmek idi sanırım.
Tüm bunların yanında, akademik sorunların takibi ve sözcülüğü kimsenin tek başına kaldırabileceği bir sorumluluk olmadığının farkındayım. Üstüne üstlük, isimlerin yıpranmaya müsait olduğunu ve bir ağırlığı olmadığını, davaların isimlerle ilişkilendirildiği durumda isim ile beraber davanın da yıprandığını, dolayısıyla önemli olanın isimlerden ziyade istikamet ve fikirler olması gerektiğine iananıyorum.
Bu noktada, Türkiye’nin yeni nesil akademisyenleri arasından bu tür bir organizasyonun sorumluluğunu alıp sürdürebilecek kişilerin öne çıkmasını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden.
Geçtiğimiz aylar boyunca bu yazının başında bağlantısını verdiğim yazılarda ortaya atılan iddiaların ardını araştıran, akademik e-posta listelerinde bu konuları gündeme getiren, olumlu olumsuz görüş ve eleştirilerini ulaştıran, bu uzun yazıları okumaya vakit ayıran ve başkalarının da okumasına vesile olmak üzere yazıları çevresi ile paylaşan herkese teşekkür ederim.
Lütfen vazgeçmeyin.
***
Problem büyük. Benim uzun vadede sonuç vereceğine inandığım, daha önce de dile getirdiğim naçizane tavsiyelerim aşağıdaki gibi:
- Üniversite Öğrencileri: Hocalarınızın CV’lerini açın, makalelerini okuyun. Hangi konferanslarda yayınlandıklarına, hangi dergilerde basıldıklarına bakın. Bir bilimsel yayını anlamak size hiçbir hocanın veremeyeceği geniş bir vizyon kazandıracak. Özgeçmişler web sayfalarının süsü olmasın. İnsanlar oraya yazdıkları şeylerin okunduğunu bilsinler. Sizler bilimsel değerlendirme katmanlarının en kalabalığı ve en etkini olan bir sonraki nesilsiniz, kendinizi hiçe saymayın.
- Araştırma Görevlileri, Yüksek Lisans Öğrencileri, Doktora Öğrencileri: Lütfen yayın yaptığınız dergi ve konferanslara dikkat edin. Sırf özgeçmişiniz kalabalık görünsün diye emin olmadığınız organizasyonlara üye olmayın. Yayınlarınızı onları hak eden dergilerde ve konferanslarda yapın, size aksini yaptırmaya çalışan hocalar ile çalışmayın. Sesinizi çıkarın.
- Öğretim Üyeleri: Lütfen arada bir konfor bölgenizi terk edin ve bölümünüzdeki, diğer üniversitelerin benzer bölümlerindeki insanları gözden geçirin. İster anonim ister aleni kimliklerinizle blog’lar açın, başka yayınları kritik edin. Türkiye’de peer-review sürecini dergi ve konferans komitelerinin üzerinde bir anlayış haline gelmesine ön ayak olun.
- Geriye Kalan Herkes: Biliyorum, artık ne ile uğraşacağınızı siz de şaşırdınız. Fakat bu ülkedeki bir sorununun herhangi bir diğer sorun ile tamamen ilgisiz olduğunu iddia etmek yanlış olurdu. Bilim dünyası içerisinde bu konulara dair nicedir rahatsız olan birçok isim var. Diliyorum ilerleyen aylarda, yıllarda daha gür sesler duyacağız. Siz bu sırada bu olanları çevrenize anlatın. Gerekiyorsa yöneticilerden hesap sorun. Bizleri yalnız bırakmayın. Sizin desteğiniz gerçekten önemli. Zira sizin olmadığınız durumda, bunların hiçbir anlamı yok.